20 Ağustos 2021 00:47

Akademisyen Müftüoğlu: Ücretler işçi sınıfının mücadele ettiği dönemlerde yükseliyor

Akademisyen Özgür Müftüoğlu: İşçi sınıfı kazanımlarını toplu iş sözleşmesiyle değil, üretimden gelen gücüyle elde etti.

Akademisyen Özgür Müftüoğlu | Fotoğraf: Evrensel

Paylaş

Fırat TURGUT
İstanbul

Kamuda çalışan 700 bin işçiyi ilgilendiren toplu iş sözleşmesi (TİS) görüşmelerinde Türk-İş ve Hak-İş hükümetle anlaştı, kamu işçilerine yüzde 12’lik bir zam yapıldı. Bir yandan 6 milyona yakın kamu emekçisi ve emeklileri ilgilendiren sözleşme görüşmeleri sürerken eylül ayında 130 bini aşkın işçiyi ilgilendiren MESS grup sözleşmesi başlayacak. Kamu sözleşmesi etrafında ücretin belirlenme şeklinden toplu iş sözleşmelerine, artan yoksulluktan sendikaların durumuna kadar birçok konuda sorumuzu yanıtlayan Akademisyen Özgür Müftüoğlu, ücret konusunda emeğin ne kadar değer yarattığının değil enflasyonun kriter alınmasını ideolojik bir durum olarak yorumluyor. İşçi sınıfının mücadele ettiği dönemlerde ücretlerin yükseldiğini örnekleriyle anlatan Müftüoğlu, “İşçi sınıfı kazanımlarını toplu iş sözleşmesiyle değil, üretimden gelen gücüyle elde etti” diyor.

Kamu işçilerini kapsayan TİS süreci tamamlandı, önümüzde kamu emekçilerinin TİS süreci, sonrasında MESS grup sözleşmesi var. Tabi bu süreçlerde satın alma gücü, enflasyon, kayıplar, reel ücret gibi kavramlar daha çok kullanılıyor. Ücretin belirlenme şeklini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ücretin belirlenmesine ilişkin tartışmaların son derece yanlış bir yerden yapıldığını söyleyerek başlayayım söze. Ücret, enflasyona endekslenmiş teknik bir mevzu gibi ele alınıyor. Bu, üretim sürecinde emekçilerin yarattığı değeri, toplumsal ilişkilerde de işçi sınıfını yok sayan, sermaye sınıfının mutlak egemenliğini dayatan bir yaklaşımdır. Bilindiği gibi ücret, kapitalist üretim sürecinde yaratılan değerden emeğe verilen paydır. Oysa emek gücünün üretim araçlarına sahip olduğu ve üretimin bütününü kontrolü altında bulundurduğu kapitalizm dışı üretim sistemlerinde emek, yarattığı değerin tamamının sahibidir. Kapitalizmde üretim araçlarına el konulan emekçiler sermaye sahibi için çalışmak ve “ücret” adı altında gasbedilen emekleriyle yarattıkları değerin sadece küçük bir kısmını kabullenmek zorunda bırakılırlar. Kârını en üst düzeye çıkartmak emek maliyetini en düşük seviyeye indirmek için sermaye üretim biçimlerini buna göre düzenlerken, devletin tüm ideolojik ve baskı araçlarını da buna uygun olarak yapılandırır. İşte bu nedenledir ki sanayileşmeyle birlikte üretim ve beraberinde yaratılan değer de inanılmaz biçimde artmıştır. Bir avuç sermayedarın servetine servet kattığı bu süreçte değeri yaratan ama kendileri için takdir edilen ücrete mahkum bırakılan emekçiler, bırakın refahın artmasını -birkaç istisnai dönem dışında- daha da yoksullaşmıştır. Dolayısıyla emeğin yarattığı toplumsal değere bakmadan yüzdelik zamları tartışmak kapitalizmin emekçilerin sırtında yükseldiği gerçeğini görmezden gelmek ve “işçi sınıfının inkarı” anlamına gelir. Bugün maalesef işçi sınıfını temsil etmesi gereken sendikaların önemli bir kısmı burjuvazinin bu ideolojik tuzağına düşmüş ve temsil ettiği sınıfı inkar noktasına gelmiştir.

"ÜRETİM TOPLUMSALDIR, KARŞILIĞININ ALINMASI LAZIM"

Gün geçtikçe yoksullaşan bir sınıftan bahsediyoruz. Bu yoksullaşmanın bir sonu yok mu?
Kârını her zaman emek maliyetinin üstünde tutmak isteyen kapitalist, ücreti en az seviyeye indirmeye çalışır demiştik. Nereye kadar? Emek gücünün yeniden üretim maliyetini karşılayacağı, yani ertesi gün yeniden işbaşı yapmasını sağlayacak temel ihtiyaçlarını karşılayabileceği en alt sınıra kadar. İşte bu sınırda oluşan miktar patronlar için ideal; emekçiler için ise sefalet ücretidir. Üretim/hizmet sürecinden aldıkları pay patron tarafından belirlendiği sürece emekçiler için yoksullaşmanın sonu gelmeyecektir.

Bu temel ihtiyaçlar neyi kapsıyor?

Temel ihtiyaç 18. yüzyılda emekçinin karnını doyurması, barınma ve üzerine giyeceği bir kıyafettir. Bugün ise çocuğunun eğitimi, sağlık ihtiyacı, ulaşım, iletişim vs şeklinde devam eder ihtiyaçlar. Burada şu çok önemlidir: Yeni teknolojik ürünler de emekçiler tarafından üretilmiştir ve bunlardan yararlanmak onların en doğal hakkıdır. Emekçilerin sahip olduğu teknolojik ürünlerin yakıştırılmadığını çok duyarız. Örneğin cep telefonu kullanmak herkes gibi -ne iş yapıyor olursa olsun- emekçilerin de hakkıdır hem de herkesten daha fazla... Bunu emekçin yaptığı işle değerlendiremeyiz. Zira kapitalizmde üretim toplumsaldır. Madencinin de pamuk toplayıcısının da inşaat işçisi ya da bankacının da yaratılan değerden pay alma ve yaşamı kolaylaştıran ürünleri kullanma hakkı vardır. Dolayısıyla tüm emekçilerin bunları elde etmesini ve kullanabilmesini sağlayacak gelire -ücrete- sahip olması gerekir.

"MASADA KİM GÜÇLÜYSE ONUN İSTEDİĞİ OLACAK"

Ancak şu an ücret enflasyon üzerinden belirleniyor. Bunun eksileri nedir?
Bugün ücretler, işçilerin örgütsüz olduğu işyerlerinde patronun insafına bırakılmışken sendikal örgütlenmenin olduğu işyerlerinde TİS ile belirleniyor. Aslında TİS’le ücret belirlenmesinin de diğerinden pek farkı yok. Masada işçi sendikası var ama TİS süreçleri tamamen enflasyona endekslenmiş durumda. Ücretlerin enflasyonla ilişkilendirilmesi tam bir aldatmacadır. Her şeyden önce enflasyonu kimin, nasıl belirlediği önemlidir. Enflasyon genellikle siyasi iktidara bağlı (TÜİK gibi) kamu kurumları tarafından belirlenir. Enflasyon istatistiki bir veridir. Bu veriyi elde ederken hangi ürünleri dikkate alacaksınız? Örneğin kilosu 100 TL’ye de peynir var 15 TL’ye de. Her istatistik döneminde daha kalitesiz, sağlıksız dolayısıyla daha ucuz ürün üzerinden hesaplama yaparsanız, enflasyonu düşürmüş olursunuz. Dolayısıyla enflasyon bağımsız bilimsel kurumlar tarafından hesaplanmadığı için gerçeği göstermez. Tabi bir de çıkan enflasyonu yapılan hesaplamadan bile daha düşük gösterme gibi uygulamalara da özellikle AKP döneminde sıklıkla rastlanır olmuştur. Öte yandan genellikle TİS, gelecek dönemin ücretini belirler. Ama TİS’te dikkate alınan enflasyon geçmiş döneme aittir. Bu da ücretin fiyatların ardından gitmesine yol açar ve reel ücretin gerilemesine neden olur. Yani siz enflasyonu doğru belirleseniz bile reel ücretler, satın alma gücü enflasyon karşısında her zaman geriler. Bu nedenle dünyada giderek artan çalışan yoksulluğu, birçok ülkede TİS kapsamındaki işçiler arasında da yükselmektedir.

Aslında ücreti de enflasyonu belirleyenler belirliyor...
TİS masası devlet tarafından kurulur ve sendikalar ile işverenlerin güçleri oranında talepleri masada imzalanan sözleşmeye yansır. Kim güçlüyse onun dediği olur yani. Bugün işçiler öylesine örgütsüz, işçi örgütleri sınıf bilincinden, mücadeleden öylesine uzak ve sermayenin güdümündedir ki TİS masasının bir anlamı kalmamıştır artık. Devlet ve işverenler işçiyi, emekçiyi yok sayıyor. Karşı karşıya olduğumuz tablo 18 yüzyıl sonları 19 yüzyıl başlarındaki koşullara benziyor. Milyarlarca lira kâr açıklayan şirketler toplu sözleşme masasında enflasyonu gerekçe gösterip yüzde 3-5’in hesabını yapıyor.

"GREVİN KULLANILDIĞI MÜCADELELER SAYESİNDE İŞÇİ SINIFI GÜÇLÜYDÜ"

İşçi sınıfının güçlü olduğu dönemlere baktığımızda ne görüyoruz?
18. 19. yüzyıllarda gelişen işçi sınıfı hareketleri tam da emekçileri sefalete mahkum eden bu düzene isyandır. O isyan, bu düzeni ortadan kaldırmayı hedefleyen mücadelelere dönüşmüştür. 19. yüzyılın ikinci yarısında büyük ölçüde “grev”in kullanıldığı mücadeleler sayesinde işçi sınıfı güçlüdür. Bu dönemde reel olarak ücretler yükseliyor, sosyal haklar genişliyor. İşçi sınıfı mücadelesi giderek siyasallaşan ve sistemi değiştirmeye yönelen “devrimci” bir perspektifte gerçekleşiyor. Kapitalizmi tehdit haline gelen sınıf mücadelelerine karşı burjuvazi birtakım tavizler veriyor. Sendikaların yasal olarak tanınması ve toplu sözleşme hakkı da bu tavizler çerçevede kabulleniliyor. Ekonomik talepleri karşılamaya yönelik olan bu tavizler işçi sınıfının devrimci gücünü önemli ölçüde kırıyor. 20 yüzyıl başlarında geliştirilen Fordizm’le işçi sınıfına verilen tavizlerle artan emek maliyetini düşürecek ve burjuvazinin üretim süresinde söz sahipliğini yeniden mutlaklaştıracak bir yönetim ve organizasyon biçimine geçiliyor. Emeğin verimliliğini -nispi artı değeri- arttırırken, emeği üretim sürecine tamamen yabancılaştıran ve vasıfsızlaştıran Fordizm, diğer taraftan işçi sınıfının 19. yüzyıldaki mutlak artı değeri sınırlandırmaya yönelik talepleri (8 saatlik iş günü, iş güvencesi, düzenli ücret vs) kısmen de olsa karşılıyor. Bunun üzerine bir de 29 krizi sonrası benimsenen birikim rejiminin talebi arttırma politikaları ve kapitalizme bir alternatif olan sosyalist blokun varlığı işçi-işveren-devlet uzlaşmasına dayanan toplu pazarlık sistemini çalışma yaşamının merkezine oturtuyor ve bu dönemde de reel ücretler -sermaye birikim rejiminin de gerektirdiği gibi- yükseliyor.

Ya Türkiye işçi sınıfının tarihinde?
Türkiye’de reel ücretler özellikle işçi sınıfı örgütlülüğünün yüksek, grevin sıkça kullanıldığı 78-79 yıllarında yükselmiştir. 89 Bahar Eylemleri sürecinde de 80’li yıllardaki kayıpları telafi etmekle sınırlı kalsa da reel ücretler artmıştır. Buna karşılık örgütlülüğün ve mücadelenin zayıfladığı dönemlerde -ki bu ülkedeki demokrasiyle de doğrudan ilişkilidir- ücretler reel olarak düşmüştür. Örneğin doğrudan işçi sınıfını hedef alan 12 Eylül darbesiyle birlikte 1979’da 100 olan reel ücretler 1980’lerin ortalarına geldiğiniz zaman 48’e kadar düşmüştür. Bu vesileyle şunu özellikle belirtmek gerekiyor: Emekçilerin cebine giren parayla, sofrasına gelen ekmekle ülkedeki demokrasinin varlığı doğrudan ilişkilidir. Bu bağlamda sınıf mücadelesini demokrasi mücadelesinden ayıramayız!

"ESAS OLAN ÜRETİM SİSTEMİNİ DEĞİŞTİRME HEDEFİ"

İşçi giderek yoksullaşıyor, en temel ihtiyaçlarını bile karşılayamaz hale geliyor. Ortalama her iki yılda bir imzalanan toplu sözleşmelerden çıkan rakamlar da işçiyi bu durumdan kurtarmıyor. Kaldı ki refah politikalarının da bu soruna çare olmadığını ifade ettiniz. Peki çare nedir?
İşçi sınıfının tarihine baktığımızda elde edilen kazanımların sınıf bilinciyle hareket eden örgütlenmelerin üretimden gelen gücü kullanılması, yani grevler sayesinde olduğu görülür. İşçi sınıfı 19. yüzyıldaki kazanımlarını toplu sözleşmelerle değil, üretimden gelen gücüyle elde etti! Bunu unutmamak lazım. Ayrıca şunu da unutmamak lazım: Elde edilecek kazanımların kalıcı olması isteniyorsa mücadelenin siyasallaşması ve devrimci bir perspektife sahip olması, yani sistemi değiştirme hedefinin olması gerekir. Bu nedenle burjuva hukuku, sendikacılığı ve toplu pazarlık sistemini düzenlerken sınıf sendikacılığına olanak sağlamayacak, grev hakkını sınırlandıracak ve üretim sürecinde mücadelenin siyasallaşmasını engelleyecek düzenlemeler getirir. Dolayısıyla mevcut yasalarla sınırlı kalan bir sendikal anlayışın emekçilerin sorununa çözüm üretmesi mümkün olmaz. Kendisini yasalarla sınırlayan bir sendika bilin ki sınıf mücadelesinden yan çizmektedir, işverenle ve sistemle iş birliği içine girmiştir.

"ŞOFÖRÜ DEĞİŞTİRMENİN TARTIŞILMASI GEREKİR"

Son yarım asırlık dönemde sendikalarda nasıl bir değişim gözlendi?
Talep yönlü, refah politikalarının geliştiği süreçte bırakalım ses çıkarmayı, sendikalar mücadeleci yönlerini, ideolojik hedeflerini de bir kenara bırakıp sisteme bağlı yapılanmalar haline geldi. Hatta Althusser’in sendikaları “Sistemin ideolojik aygıtları” olarak tanımlamasını hak ettiklerini bile söyleyebilirim. Bunun esas yansımasını biz 70’lerde refah politikaları bir kenara bırakılıp neoliberal politikalara dönüldüğü zaman gördük. Küreselleşmeyle beraber üretim emeğin örgütsüz ve dolayısıyla ucuz olduğu bölgelere kaydı. Emek piyasasının küreselleşmesi emekçiler arası rekabeti arttırdı. Esnek ve güvencesiz çalışma yaygınlaştı. Teknolojik gelişmeler emek talebinin azalmasına neden olurken, emeğin nitel ve nicel yapısı değişti. İşte tüm bu gelişmelere sendikalar karşı koyamadığı gibi uzlaşmacı (sosyal diyalogcu) bir yaklaşımla tüm bu süreci meşrulaştırdı ve bu nedenle emekçilerin güvenini daha da kaybetti. Kimileri bu duruma bakarak sendikaların tarihsel işlevini yitirdiğini iddia ediyor. Şunu soralım: İşlevini kaybeden sendikalar mıdır yoksa sınıf perspektifinden ve devrimci hedeflerle mücadeleden kopan anlayıştaki sendikacılar mıdır? Şoför kötü diye kamyondan vazgeçmeye gerek yoktur, şoförü değiştirmenin tartışılması gerekir. Bu arada az sayıda olmakla birlikte tüm baskılara karşın sınıf perspektifiyle mücadele eden sendika(cı)lar olduğunu da unutmayalım.

"İŞÇİ ALEYHİNE NE YAPILIRSA TEŞEKKÜR EDİYORLAR"

Bu arada sayıca ülkenin en büyük konfederasyonunun başkanı yüzde 12’lik zam için hükümete teşekkür de etti...
Sendikaların sınıftan kopuşu ve sistemin uydusu haline gelmeleri ve bir de bunun yanında Türkiye’deki demokrasi yoksunluğunu bir arada düşününce toplu sözleşme süreçleri ve sendikaların bu tavrı bana şaşırtıcı gelmiyor. Türk-İş, Hak-İş ve Memur-Sen tek adam rejimine öyle entegre olmuşlar ki “görevden alınan bakanların Cumhurbaşkanına şükranlarını bildirmesi gibi” emekçilerin haklarına yönelik her saldırı karşısında hükümete ve patronlara teşekkür ediyorlar. Pandemide emekçiler ölümüne çalıştırılırken hükümete teşekkür ediyorlar. İşçi üzerinde faşizan bir denetim kuran MESS-SAFE için MESS’e teşekkür ediyorlar. 19. Yüzyıl çalışma kamplarının benzerini kuracağı için MÜSİAD’a teşekkür ediyorlar. İşçi aleyhine ne yapılsa teşekkür etmeyi kendilerine görev edinmişler!

Öte yandan sınıfın büyük bir çoğunluğunu oluşturan sendikasız işçiler var...
İşçiler öylesine örgütsüz ki sendikalı olmak bir “ayrıcalık.” Çalışma Bakanlığına göre yüzde 14 civarında. Ama bunlar içinde TİS kapsamında olanlar oldukça düşük. Hele grevli TİS hakkı olanlar diye bakıldığında oran yüzde 2-3’lere kadar düşüyor. Bunlar dışındakilerin büyük çoğunluğu düzenli bir gelir elde edemeyen güvencesiz ve esnek çalışanlar. Durum böyle olunca sendikasız çoğunluk sendikalıları “ayrıcalıklı” olarak görüyor. Kendisi örgütlenemiyor çünkü ya sendikalarla bağ kuramıyor ya da sendikalaşırsa işten atılıyor. Sendikalılar ise bu koşullarda hallerine şükrediyor ve düşük ücretlere razı oluyor.

"MÜCADELEYE DAHA FAZLA VE DAHA İLERİDEN DEVAM ETMEK LAZIM"

Şu an Türkiye’deki ekonomik, politik tablo bize ne söylüyor?
Türkiye 80’lerde girdiği küresel rekabete 90’lardan itibaren Çin, Hindistan gibi Asya Pasifik ülkelerinin katılmasıyla büyük güç kaybetti. Rekabette ucuz emek gücüyle yer alacaktı ama yeni katılan ülkelerde emek çok daha ucuzdu. Bu yüzden iç piyasayı bile kaptırdı bu ülkelere. Geçen 30 yılda Asya Pasifik ülkeleri teknolojik gelişme ve buna bağlı olarak emek gücünün niteliğini arttırırken Türkiye, taşa toprağa yatırım yaptı, “dindar ve kindar nesiller” yetiştirmeyi hedefledi. Ve bugün artık Türkiye     ITUC’un her yıl açıkladığı Küresel Hak İhlalleri Raporlarında 5-6 yıldır en kötü 10 ülke içerisinde yer alıyor. Daha neyi konuşacağız? Kapitalist sistemde dünyadaki tüm ülkelerde emekçilerin durumu kötü ama Türkiye’de daha da kötü! Bu da özellikle son 20-25 yıl içerisindeki politikalarla ilgili. Neoliberal politikalar en keskin, en katı şekilde uygulandı, doğa acımasızca katledildi. Piyasaya açılan sağlık, eğitim, sosyal güvenlik ve daha pek çok mekanizma çöktü. Gerçek işsizlik yüzde 25’leri aştı, işgücüne katılma oranı düşüyor, üniversite mezunları iş bulamıyor. Güvenceli bir iş bulmak mümkün değil, ücretler son derece düşük ve iş cinayetleri her geçen gün artıyor... Kısacası ülke çoraklaştı. Ekonomi kötüye gittikçe ve bunun toplumsal sonuçları belirginleştikçe otoriter rejim daha da sertleşiyor. Muhalefet ise toplumu ikna edecek alternatif politikalar üretemiyor... Bu durumun yansımaları dilerseniz başka bir söyleşinin konusu olsun, okuyucuların sabrını zorlamayalım.

Ortaya serdiğiniz durumdan yola çıkarak umutsuz bir tabloya işaret edilebilir mi?
Ben umutsuz değilim. Emekçiler 18. 19. yüzyıllardakine benzer bir sefaletle karşı karşıya. Ama bugün daha avantajlıyız çünkü işçi sınıfının tarihi, birikimi var. Bu birikimi yok etmek için egemenler çok uğraştı, emekçilerin partileri, yayınları yasaklandı, birçok emekçi, devrimci bu nedenle tutuklandı, işkenceye uğradı, katledildi. Burjuvazi bir taraftan işçi sınıfı bilincini silmeye çalışırken, diğer taraftan emekçileri sisteme bağımlı hale getirecek yeni yol ve yöntemler geliştirdi. Tüketime yöneltti, borçlandırdı; dini, milliyetçiliği emekçiler arasında ayrışma yaratmak için daha etkili biçimde kullanmaya başladı. Birbiriyle rekabete zorlanan emekçiler giderek bireyleşti, örgütsüzleşti. Sonuç olarak sermayenin sömürüsüne karşı varlık gösteremez hale getirildi. Artık patronlar da devlet de emekçileri yok sayıyor. Pandemiyle birlikte bu çok daha çarpıcı biçimde açığa çıktı. Ama tüm bu olumsuz tablo karşısında emekçiler sistemi ve bunun aktörleri olan devleti ve sermayeyi çok daha iyi tanıyor, onlarla aynı gemide olmadığının daha çok farkında. Avukat, doktor ya da mühendis de olsa diğer işçilerden farklı olmadığını işsizliğin, güvencesizliğin, iş cinayetine kurban gitmenin kendisine uzak olmadığını daha net görebiliyor. Önemli olan bunları bilince ve mücadeleye dönüştürmek. Toplumun daha bağnazlaşacağı, daha itaatkar olacağı bir yere doğru gitmesine müsaade etmemek lazım. Bu yüzden yapılan her bir çaba çok önemli. Bunun yol yöntemlerini arayıp bulmak da bize, özellikle bu alanda çalışma yapanlara düşüyor. Yaşananları herkesin anlayacağı dile çevirmek ve yaşadıklarını bir sınıf gözüyle onlara göstermek gerekiyor. Zira kapitalizmin insanlığı barbarlığa sürüklediği çok açık görülebiliyor artık. Böyle bir dönemde mücadeleden kaçmak sadece sınıfa değil, insanlığa ihanet olur. Bu nedenle mücadeleyi her şeye rağmen yükseltmek zorundayız. Şunu unutmayalım: Bu sistem varlığını sürdürmek için emekçilere muhtaç olduğu sürece umut vardır! Mesele emekçilerin bunu farkına varıp, çarkları durdurma cesaretini göstermesidir.

"EMEK ÖRGÜTLERİ MİLLETİ NE OLURSA OLSUN EMEKÇİLERİ ÖTEKİLEŞTİREMEZ"

Son süreçte çok büyük bir kısmı yine emekçilerden oluşan mültecilere yönelik ırkçı saldırılar yaşandı. Tabi bunda yoksullaşmanın da büyük bir payı var. Özellikle sendikaların bu konudaki tutumu nasıl olmalı?
Sığınmacılara karşı mı çıkacaksınız, düşman mı olacaksınız? Sendikaların çoğunun bu konuda bir fikri yok. Binlerce Suriyeli açık açık insanlık dışı ücretlerle çalıştırılıyor. Şimdi Afgan sığınmacıların akını bekleniyor. Bu devam ettiği sürece patronlar iş gücü ucuzlayacağı için avuçlarını ovuşturuyor. Ve sendikalar da oturmuş seyrediyor, hatta çoğu zaman ırkçı bir tavır sergiliyor. Emek örgütleri ırkı, milleti ne olursa olsun emekçileri ötekileştiremez. Yapılması gereken en zayıf emekçi kesim olan sığınmacıların haklarını önceleyerek birlikte mücadeleyi örgütlemek ve sınıfı bütünleştirmektir.

ÖNCEKİ HABER

Numan Kurtulmuş 62 kişinin öldüğü Bozkurt'ta: Türkiye başarılı sınav verdi

SONRAKİ HABER

Basın meslek örgütlerinden çağrı: Afgan gazeteciler için harekete geçin

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa