Siyaset Bilimci Arzu Yılmaz: ABD Afganistan’dan çıkarken pimi çekilmiş bomba bıraktı
ABD’nin “teröre karşı savaş” paradigmasının mantığı İslam’ı dönüştürmekti. Öyle anlaşılıyor ki, dönüştürme yerine çevreleme, konvansiyonel savaş yerine, düzensiz savaş konseptine giriliyor.
Arzu Yılmaz | Fotoğraf: Birkan Bulut/Evrensel
Serpil İLGÜN
İstanbul
2001’de Afganistan’a Taliban’ı yok etmek ve demokrasi/özgürlük, refah iddiasıyla giren ABD ve NATO güçleri, 2021’de ülkeyi Taliban’a teslim ederek gidiyor. ABD tarihinin en uzun işgalinde bu vaatlerin hiçbiri gerçekleşmediği gibi, her alanda 20 yıl öncekinden daha fazla tahrip edilmiş, radikal İslamcı gruplar güçlendirilmiş bir halde ülkeden çıkışın son talimleri yapılıyor. Tarihi işgal ve savaşlarla dolu Afganistan, şimdi yeni bir iç savaşa gebe. Zira düzenlenen bayrak eylemlerinden gelen görüntüler, Taliban’ın acımasız şiddetine rağmen, direnişin süreceğini gösteriyor.
Taliban’dan kaçmak için Kabil Havalimanı’na koşan halkın trajik çabalarla dolu bekleyişi sürerken, bu dramın sorumlusu ülkeler mülteci istemediklerini açıkça ilan ediyorlar. Diğer yandan Taliban’la karşılıklı “pozitif” mesajlar verilerek, Taliban meşrulaştırılıyor. Taliban’ın “eski Taliban olmadığına” yönelik propagandaya halklar kazanmaya çalışılıyor.
Afganistan’dan çekilmek ABD için bir yenilgi mi? ABD paradigma değişikliğine mi gidiyor? Çekilmenin yansımaları nasıl olacak? Taliban neden meşrulaştırılmaya çalışılıyor? AKP’nin yeni süreçte Afganistan’da pozisyon arayışının altında ne var?..
Hamburg Üniversitesi’nden Siyaset Bilimci Arzu Yılmaz yanıtladı.
Afganistan’da çekilmek ABD hegemonyasının çöküşü/yenilgisi olarak yorumlanıyor. Kimilerine göre de bu bir yenilgi değil restorasyon. ABD’nin 20 yıldır işgal ettiği Afganistan’dan çıkmasını siz nasıl okuyorsunuz?
Kestirmeden söylemek gerekirse ben bir restorasyona daha yakın duruyorum. Çünkü belli başlı parametreler göz önünde bulundurulduğunda bugün Amerika’nın hala bir süper güç olduğu, dolayısıyla hem askeri, hem ekonomik gücüne bağlı olarak da (bununla mukavemet eden yükselen güçler olsa da) hali hazırda çöktü diyebileceğimiz ve yerini başka bir hegemonik bir güce bırakacağı bir anda değiliz. Dolayısıyla, bu haliyle de restorasyon demek daha doğru olur. Ama, biten şeyler var.
Nedir?
Birincisi, 2001 yılında “teröre karşı savaş” konsepti çerçevesinde gelişen paradigma. İsmi her ne kadar “war on terror” olarak konmuş olsa da hem pratik edildiği hem algılandığı biçimiyle bu bir “İslam’a karşı savaş”tı. Radikal İslam ideolojisine dayalı örgütler düşman olarak tanımlanıyordu, bu çerçevede Taliban da düşmandı. Bugün Afganistan’da yaşanan bu paradigmanın tam da ilk uygulamaya konulduğu yerde çökmesi. Aslında Obama ‘war on terror’ konseptinin bittiğini ilan etmişti zaten. Ama Afganistan’da geldiğimiz aşama bunun yanında radikal İslam ideolojisine dayalı yönetim biçiminin Batı demokrasisine karşı Afganistan ölçeğinde zaferinin ilanı oldu. Sonuçta bu paradigmasının mantığı İslam’ı dönüştürmekti. Öyle anlaşılıyor ki, dönüştürme yerine çevreleme, askeri olaraksa konvansiyonel savaş yerine, düzensiz savaş konseptine giriliyor.
Öte yandan bu konsept çerçevesinde Afganistan ve Irak’ta girişilen savaş sonrası Afganistan’da 2004’te, Irak’ta da 2005’te yeni bir anayasal düzen kurulmaya çalışıldı. Her iki ülke anayasasının daha ilk maddesi, burası bir “İslam cumhuriyetidir” yazar, Allah’ın birliğine ve peygamberin onun temsilcisi olduğu anıldıktan sonra, evrensel hukuka ve demokrasiye vurguyla devam eder. Dolayısıyla sözünü ettiğim ‘dönüştürme’, İslam’la demokrasiyi bağdaştırmaktı. Zira her iki anayasada da yapılacak yasaların hem İslam’ın hem de evrensel hukuk ve demokrasi prensipleriyle asla çelişemeyeceği hükme bağlanır. Fakat Afganistan örneği, bize açıkça gösteriyor ki mevzunun evrensel hukuk ve demokrasi artık kağıt üstünde bile bir kriter olmayacak. Yerini alacak olan anayasada yer aldığı gibi bir İslam Cumhuriyet değil, İslam Emirliği. Bağlı olacağı hukuk da şeriat hukuku. Hiç kuşkusuz bu bağlamda bir ‘yenilgi’.
Terörizmle savaş yenildi, peki ulus inşası da yenildi mi?
Evet. Joe Biden “biz oraya ulus inşa etmeye gitmedik” dedi, ama BM ya da NATO belgeleri kendisini yalanlıyor. Olan şu, artık demokrasi Batı için bir ihraç ürünü olmaktan çıktı. 1991’de ABD Başkanı George Bush’un güvenlik danışmanı Körfez savaşını ‘yeni dünya düzenini kurmak için eşsiz bir fırsat’ olarak ilan etmişti. Hedef bütün dünyanın aşamalı olarak liberal demokrasiye geçişini sağlamak. Fakat 30 senenin sonunda tam aksine batı demokrasilerinin bile otokratik rejimler tehdidiyle karşı karşıya kaldığı bir duruma gelindi. Bugün İslam ve demokrasinin uyumu en fazla Batı demokrasilerinin bir iç politika meselesi. Fransa’da son yaşananlar buna bir örnek. Ortada ihraç edilecek bir demokrasi olmadığı gibi deyim yerindeyse fabrikada arızalar baş gösterdi. Bir başka mesele de jeopolitik denklemde yaşanan değişim.
Burada yeni olan ne?
En başta ABD’nin yeni ‘hayati çıkarlar’ tanımlaması. Tehdit ve risk alanlarında farklılaşma. Yeni güç mücadelesi alanları beliriyor. Bu meselelerin merkezinde de birinci sırada Çin, ikinci sırada Rusya var. Bu bağlamda Afganistan’da yaşananları bir ‘yenilgi’ olarak tanımlasak bile, eski ABD Başkanı Harry S. Truman’ın şu sözünü hatırlamakta yarar var: “Başarının kimin hanesine yazılacağını umursamazsan şahane kazanımlar elde edebilirsin!” Dolayısıyla, Afganistan’da başarı Taliban’ın hanesine yazılabilir ama ABD bu yeni ‘hayati çıkarlar’ bağlamında elde edeceklerine odaklanmış görünüyor.
Çin, Rusya ve İran’ı çevrelemek mi o kazanım?
Evet. İster Çin’in böğrüne, ister Rusya’nın ayaklarının altına, ister Asya’nın ortasına deyin, ABD pimi çekilmiş bir bombayı bırakıp çıktı. Benim büyük fotoğraftan gördüğüm bu.
Bunun nasıl yansımaları olacak?
Her şeyden önce Taliban’ın ‘zaferi’nin İslamcı gruplara psikolojik bir üstünlük sağladığı yadsınamaz bir gerçek. Bütün cihatçı, radikal İslamcı gruplar bayram içinde bir haftadır. Bu bir boyutu, ikinci boyutuysa dünyadaki Müslüman nüfusun neredeyse yarısı bu sözünü ettiğimiz coğrafyada yaşıyor. Bugüne kadar bu grupları daha çok Arap coğrafyası üzerinden konuşa geldik, oysa Arap coğrafyası dünyadaki Müslüman nüfusun sadece yüzde 20’sine tekabül ediyor. Pakistan, Hindistan, Bangladeş gibi Müslüman ağırlıklı bir coğrafyada Amerika’ya karşı zafer kazanmış bir Taliban’ın yarattığı psikolojik üstünlüğün etkileri kaçınılmaz.
ABD TALİBAN’A DEVİR TESLİM YAPTI
Yapılan yorumlarda, haberlerde ABD sanki aniden çekilme kararı aldı şeklinde bir algı yaratılmasının nedeni ne?
Evet, sanki ABD birdenbire beceriksizce çekilmiş de, böyle bir durumla karşılaşıldı gibi tartışılıyor. Ama bu karar Obama döneminde alındı, Trump döneminde hızlandırıldı, Biden döneminde de nihayete erdi. Yani 10 yıldır aşama aşama uygulanan bir kararı plansız diye tanımlamak, rasyonel değil. Özellikle son iki yıldır Taliban’la ABD arasında yürütülen müzakerelere baktığımız zaman da, bu durum ABD yenildi ve çekildi gibi değil, bilakis ABD devir teslim yaptı Taliban’a gibi geliyor bana. Son haberlere bakıyorum, ABD askerleri çekiliyor ama yeni hükümetin kurulması müzakerelerine ABD hala müdahil. Dolayısıyla yukarıda Truman’a atıfla açıklamaya çalıştığım gibi ABD hedef odaklı ve o hedefe giderken oluşabilecek diğer marazlara ya da zaferlere karşı kör ve umarsız.
ABD’nin Ortadoğu’dan çekilmesinin zemininde başka hangi faktörler var?
Birincisi hiç kuşkusuz gerçekçi olmayan hedefler. Son 30 yıllık tecrübe ‘demokratik İslam’ hedefinin ne askeri, ne siyasi yollardan tutturulabilir bir hedef olmadığını ortaya koydu. Öte yandan, Amerika’nın bu “dünyaya liderlik” yolunda ve özellikle Ortadoğu’ya harcadığı para ve enerji Amerikan iç kamuoyunda sorun yaratmaya başladı. Mesela COVID-19 salgınında ABD’deki sağlık sisteminin karşı karşıya bıraktığı ‘hayati’ riskler Amerikan kamuoyunu uğruna trilyon dolarlar harcanan politikaları sorgulamasına neden oldu. Ekonomik daralmadan ve gelir dağılımındaki eşitsizliklerden kaynaklanan sorunlar ise cabası. Artık ABD dış politikasında iç kamuoyunun tepkileri çok daha belirleyici olmaya başladı. Ve bu kamuoyu son yıllarda yapılan araştırmalarda yüzde 70-80 oranında ‘Ortadoğu’dan çık” diyor.
Diğer bir faktör Çin’in olağanüstü bir ekonomik güç olarak yükselmesi. Bir diğer neden ise 1950’lerden beri ABD’nin Ortadoğu politikalarına yön veren faktörlerden biri petrol. ABD bugün artık petrol ihraç eden bir ülke. Ortadoğu petrolünün bugün en büyük alıcısı Çin. Petrolü alan Çin’se körfezin güvenliği neden ABD’nin önceliği olsun, bunun parası neden ABD’den çıksın gibi tartışmalar var.
ABD SINIRLARIN DEĞİŞMESİNE UMARSIZ KALMAZ
IŞİD, El Kaide ve Taliban arasında fark var mı?
İdeoloji ve pratiklerinde farklılık yok. Zaten ‘ılımlı’ ya da ‘radikal’ ayrımı da aslında anlamlı değil zira asıl kriter Batı ile uyumlu olup olmadığı. Bu bağlamda Taliban ve IŞİD arasındaki farkı da, IŞİD’in mevcut politik sınırların ortadan kalkması konusunda oluşturduğu tehdit üzerinden okumak bana daha anlamlı geliyor. Sonuçta, Taliban Afganistan’la sınırlı bir iktidar iddiası taşıyor ve öte yandan tarihinde ne zaman ‘terör örgütü’ kabul edildiğine baktığımızda da Batı ile uyumlu çalışmasından başka bir dayanak görünmüyor.
BİR AKTÖRÜ MASAYA OTURTTUĞUN ANDA MEŞRUİYET KAZANDIRMAYA BAŞLAMIŞSIN DEMEKTİR
Bir yandan da Taliban meşrulaştırılmaya çalışılıyor. Taliban sözcü ve yetkilileri art arda “şöyle yapmayacağız, buna dokunmayacağız” gibi söylemlerle “eskisi gibi değiliz” imajı yaratmaya çalışıyor. Batı’nın, Rusya ve Çin’in de bu söylemleri satın almaya hazır tutumlarını izliyoruz. Sözünü ettiğiniz bu yeni dönemde, Taliban gibi İslamcı gruplar artık bir ortak olarak mı tanımlanacak, oraya mı gidiliyor?
Bir ortak olarak tanımlanacak mı? Bunu biraz da Taliban’la yapılan anlaşmanın nasıl pratik edildiğini önümüzdeki günlerde görerek anlayacağız. Taliban’la bu devir teslimi mümkün kılan anlaşma belli ki Taliban’ın ABD’nin Orta Asya’daki bazı önceliklerine uyumu esas alınarak kotarılmış. Dile getirilen recm ya da kadın hakları dışında konuların da müzakere edildiğini tahmin etmek zor değil. Meşruiyet kazanma da buna bağlı gelişecektir. Yapılan açıklamalar Batı’nın bu konuda umutlu olduğunu gösteriyor. Fakat her şeyden önemlisi bir aktörü masada karşınıza aldığınızda meşruiyetini tanıma konusunda ilk adımı atmış olduğunuzdur. Bu ilk adım ve hatta daha fazlası da gerçekleşti zaten. Büyükelçiliklerini hangi ülkeler çekecek, hangileri orada bırakacak bunu göreceğiz. Kurulacak işbirliği ilişkiler hangi çerçevede gelişecek...? Bu gelişmelere bağlı olarak da Taliban müttefik olmasa bile işbirliği yapılabilir bir ortak olarak meşruiyet kazanabilir.
ERDOĞAN’IN ULUSLARARASI ALANDA BİR KREDİBİLİTESİ KALMADI
Türkiye’nin pozisyonuna gelirsek, Taliban’ı meşru görme yönündeki belki de en dolaysız mesajlar Türkiye’den geldi. AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Türkiye’nin Taliban inancıyla ters bir yanı yok” ifadesini kullandı. Taliban’dan da ılımlı mesajlar geliyor. Nitekim görüşmelerin başladığı duyuruldu. Türkiye’nin Afganistan da kalma çabasının muradı nedir ve mülteci sorunu bu muradın neresinde?
Mülteci meselesinde belki hafızaları biraz tazelemekte fayda var. 90’ların uluslararası askeri müdahalelerinin en önemli gerekçesi insani müdahaleydi. Ve bu süreçte mülteci meselesi askeri müdahalelerin gerekçesi olarak araçsallaştırıldı. O dönemde hedef sorunu kaynağında çözmekti. Bu hedefin tutturulması başarısız olunduğu ölçüde mülteci meselesi de uluslararası krize evrildi. Mülteci konusu, son 30 yılda Batı öncülüğünde girişilen ‘yeni dünya düzeni’ politikalarının başarısızlığının en yakıcı sonuçlarından biri.
Türkiye bağlamına, 90’larla başlayan bir başka şey de Türkiye’nin NATO çerçevesinde kendi sınırları dışına asker göndermeye başlamasıydı. Bosna, Somali, Afganistan. Bugün geldiğimiz noktada, Türkiye’nin ‘genişleme’ politikasının NATO’yla işbirliği çerçevesinde ayak bastığı yerler üzerinden şekillendiğini açıkça görebiliyoruz. Fakat özellikle son on yılda tecrübe edilen ise, Türkiye’nin NATO üzerinden yerleştiği yerleri Batı’yla rekabet zemini olarak kullanma yoluna girmesiydi. O yolda içine düşülen ‘değerli yalnızlık’ın ‘sürdürülemez yalnızlık’a evrildiği aşamada ise deyim yerindeyse Afganistan Türkiye’nin imdadına yetişti. Ek olarak İdlip’te pratik ettiği cihatçı örgütlere hamilik deneyimini (ki, bu deneyim Batıyla en sorunlu zamanlarda bile işbirliği içinde şekillendi) Afganistan’a da taşımaya niyetlendi Erdoğan.
Sonuçta Afganistan’a da Türkiye 2001 yılında Taliban’a karşı oluşturulan güç içerinde girdi. Fakat bu konuda yayınlana raporlardan biliyoruz ki oradaki herhangi bir İslami gruba karşı ya da Taliban’a karşı, hiç savaşmadı. Askeri eğitim ve güvenlik görevi yanında eğitim, kültür, inşaat alanlarında önemli yatırımlar yaptı. TPAO ve TIKA önemli yatırımlar yaptı. Nihayetinde bir işgalci güç olmaktan daha farklı bir profille bulundu orada. Bunun sağladığı siyasi kredibilite yadsınamaz bir kazanım hiç kuşkusuz. Bugün öyle anlaşılıyor ki, Türkiye bu kredibiliteyi ABD çıkarlarıyla uyumlu kullanarak ve hatta daha fazlasını da vadederek yeniden Batıyla işbirliği zemini bulmaya çalışıyor.
Bu talep yerine gelecek mi?
Brüksel’deki NATO zirvesi sonrası olanlara baktığımızda, benim anladığım, ABD yok dememiş Erdoğan’a ama öbür taraftan da her hamlesiyle Erdoğan’ı boşa çıkaracak bir pozisyon almış. Mesela İstanbul’da Taliban ve Afganistan’daki diğer bileşenlerle bir barış masası kurulmasına ABD yok demedi, ama öbür taraftan Doha’da yürütülen müzakereleri yürütme biçimiyle de İstanbul’da bir masa kurulmasını gereksiz kıldı. Ya da Kabil Havaalanı’nın güvenliği meselesi, çekilme biçimiyle o da boşa düştü.
Mülteci konusuna dönersek…
Biliyoruz ki Türkiye Suriye’de açık kapı politikasını insani nedenlerle değil, “Suriye bizim iç sorunumuzdur” deyip, Suriye’nin yeniden inşasında doğrudan taraf ve mültecileri askeri müdahalenin ve Suriye’ye yerleşmenin aracı olarak kullandı. Afgan mültecilere de benzer bir açık kapı politikası uygulama hevesinin olduğu gelenlerin profiline ve yapılan açıklamalara bakınca söylenebilir. Fakat geldiğimiz aşamada, tıpkı İstanbul’da kurulacak masa ya da Kabil Havaalanı mevzularının patlaması gibi bu mevzu da elinde patladı. Zira bugünlerde sınırı kontrol etme çabası görülüyor. Sonuçta, Türkiye’nin Afganistan’daki kredibilitesi, bugün ABD için göz ardı edilemeyecek önemli bir avantaj. Fakat Erdoğan’ın bir lider olarak kredibilitesi kalmadı, ne uluslararası alanda ne de içerde. Bu bağlamda, ABD’nin Türkiye’yi yanında tutmak için Erdoğan’a “yok” demediğini ama gerekli lojistik, diplomatik desteği sağlamadığını varsayabiliriz.
AFGAN KADINLAR, TIPKI ROJAVA VE ŞENGAL’DE OLDUĞU GİBİ DİRENİŞİN ÖN SAFINDA YER ALACAKLAR
Taliban’ın Kabil’i ele geçirmesiyle Taliban’dan kaçmak isteyen Afganlıların çok dramatik kaçma görüntülerine, yardım çığlıklarına tanık oluyoruz. Çığlıkların en büyüğü Afgan kadınlardan geliyor. Biliyoruz ki kadınlar savaşların en kaybeden grubu. Taliban, “kadınların çalışmasına izin vereceğiz” vs. diyor ancak bunun meşru görülmek için verilen geçici mesajlar olduğu açık. Öte yandan Taliban’a karşı en cesur direnişler yine kadınlardan geliyor. Kadınların sesine ses olmak için ne yapılabilir?
Bu örneği verdiğiniz zaman ilk aklıma gelen Şengal oldu. Aynı şekilde Rojava da. IŞİD’in vahşeti de yenilgisi de büyük ölçüde Kürt kadınları üzerinden görünürlük kazandı.
Ortadoğu ölçeğinde baktığımızda da örneğin İran rejimine karşı en ciddi direnci gösteren grup kadınlar. Beyrut’ta, Bağdat’ta ya da Sudan’da El Beşir’in yıkılmasına varan gösterilerin öne çıkan figürlerine baktığımızda kadınları görüyoruz. Ancak bu direnişin politik karar alma süreçlerine yansımalarında hala çok ciddi sorunlar var. Yani kadınlar organize olmakta, direniş göstermekte, iradelerini ortaya koymakta, politik alanda kendilerine yer açma konusunda evet etkinler, ama mevzu politikaları dönüştürmeye geldiğinde kadınların politik karar süreçlerini etkileme kapasitesi henüz aynı oranda gelişmediği gibi sonuç ortaya çıkıyor.
Afganistan’da ortaya çıkması çok muhtemel bir iç çatışmada Afgan kadınlarının tıpkı Şengal ve Rojava’da olduğu gibi bu direnişin ön saflarında yer alacağı ve bu olduğu ölçüde mevzunun gündemde kalması konusunda etkin olacakları beklenebilir, ama politik gelişmelerin seyrini değiştirmesi kolay görünmüyor.
Bu zorluğu aşmak için spesifik olarak, uzaktan şöyle yapılması gerekiyor gibi tespitleri doğru bulmuyorum. Çünkü her bir direniş deneyiminin farklı kültürel, yerel dinamikleri var. Mücadele alanına dahil aktörler farklı. Ama belli olan bir şey varsa o da başarının direnişi sahada örgütlemeye ve yürütmeye bağlı olduğu. Dolayısıyla, Afgan kadınların başarısını belirleyecek olan da Afganistan dışına çıkan kadınlar değil Afganistan’da kalan kadınlar olacaktır diye düşünüyorum.