1984’ün otoriterleşme sorunsalı
Orwell’ın iddiasının aksine doğalında otoriterleşen ve otoriterleşme eğiliminde olan kapitalizmdir; onun bu hükümranlığına son verecek olan ise sosyalizmdir.
Fotoğraflar: Unsplash&Pixabay | Kolaj: Evrensel
Metin Berk SÜER
2021 yılında en çok okunan romanlar içerisinde, “Günümüz Türkiye’sini en iyi anlatan roman hangisidir” diye bir soru sorsak herhalde oldukça fazla kişi tarafından George Orwell’ın 1984’ünü cevap olarak alabiliriz. Bu tesadüfi gibi gözüken ama aslında bir tesadüften öte olan denk gelişin ana sebepleri ise Türkiye’nin siyaseten gidişatının olumsuzluğunun tekrar tekrar kavranması ve bu gidişatın daha da kötüye doğru ilerleyeceğine duyulan kaygının mevcut, yazılı bir referansını bulma isteği. 1984’e dair yapılan çıkarımların bugün için sadece Türkiye gibi ülkelerle sınırlı olmadığını bilsek bile; kitabın Türkiye’de artık bir roman olmaktan çıkıp bugünü ve geleceği haber veren bir vahiy kitabı gibi anlaşılmasına sebep olan ana neden aslında kendi içerisinde ana tezat içeriyor.
TEZATIN NEDENİ VE TÜRKİYE’YE YANSIMASI
Bu tezatlardan ilki 1984’ün otoriterleşme karşıtı bir romanı olmasına rağmen aslında otoriterleşmeyi oldukça indirgemeci şekilde ele alan bir motivasyonla yazılmış olmasından kaynaklanıyor. 1984’ün kendi içerisinde kurguladığı dünyanın sosyalizmin yaratma olanağına sahip olduğu yüce düzenden sapan ve giderek diktatörlük halini alan bir noktadan ortaya çıktığını her birimiz biliyoruz. Orwell’ın kendisinin de bozukluk olarak nitelendirdiği ve komünizm ile faşizme özgü olduğunu ileri sürdüğü bu gibi durumlar aslında ona göre totariterleşmenin mihenk taşlarını yaratıyor. “İktidar bir araç değil, bir amaçtır. Kimse devrimi korumak için diktatörlük kurmaz, diktatörlük kurmak için devrim yapar” şeklinde kitapta da kendisine yer bulan ve otoriterleşmenin ana nedeni olarak tariflenen kısım aslında devrim denen olgunun oldukça değersiz bir şey olduğunu ve temelde kim tarafından yapılırsa yapılsın sonuç olarak aynı yere çıkarak ifadesizleşeceğini söylüyor. Yani Orwell’a göre bir devrim yapılıyorsa bunun amacı ve yapıldıktan sonraki gidişatının varacağı yer yapanlardan bağımsız olarak otoritedir eninde sonunda. Bu durum bugün Türkiye açısından iki yönlü bir yansımaya yol açıyor diyebiliriz. Birincisi mevcutta AKP’nin başkanlık sistemi ile birlikte her geçen gün daha da artırdığı otoriter baskının nedeninin anlaşılmasının zorlaşması; diğeri ise otoriterleşmeden otoriter hale gelmeden nasıl kurtulacağına yönelik bir umutsuzluk halinin hakim olması.
BÜYÜK BİRADER GÜÇTEN Mİ ZEHİRLENDİ?
Birinci kısmı açmak gerekirse 2018’de yapılan referandum ile birlikte AKP’nin Türkiye’yi götürmek istediği yer aslında 1984 referanslarının arttığı bir zaman aralığı ile örtüşüyor diyebiliriz. Çünkü daha tekçi ve daha da zora dayanan politikaları günlük hayata yansıtmak için 1984’tekine benzer yasakçı, zorbalığa dayanan ve “mantık dışı” olarak gösterilebilecek uygulamaların sayısının her geçen gün arttığı bir gerçek. Fakat sadece 1984’ün romandaki kurgusuna ve aforizmalarına bakmak bugün açısından bu baskının gidiş yönünü açıklamak için oldukça yetersiz. Onun için roman içerisindeki aforizmalar oldukça yüzeysel ve uygulama odaklı kalıyor. Gidilen yer ise neden gidildiği ve aslında ne için gidildiği belli olmayan anlamsız bir otoriterleşme ve güç zehirlenmesi son durağı olarak algılanıyor. Bunun en önemli nedeni zaten 1984’ün bir sosyalizm eleştirisi olarak yazılmış olması ve kapitalizmin kendi içerisinde geçirdiği değişimlere ve gidiş yönüne odaklanmamış olmasından ziyade ona alternatif olan bir sistemin başarısızlığına kitleleri ikna etmek için yazılmış olmasında yatıyor. Fakat biz kitabın Türkiye ile olan benzerlikleri üzerinden gidelim. Bugün açısından 1984’ün “büyük biradervari” uygulamalarının kaynağının aslında ne olduğunu bilmemek; Türkiye’de iktidara karşı konulacak noktaları da tam belirleyememek anlamına geliyor. Türkiye’de otoriterleşmenin kaynağını anlamsız bir şekilde bir kişinin güç hırsı, kişilik bozukluğu gibi sebeplere indirgenip sınıfsal boyutu es geçildiği ölçüde gidişatın sebepleri büyük ölçüde saydamlaşıyor. Bugünkü otoriterleşmenin sureti tek bir kişi ve parti gibi gözükse de bunun altında yatan sınıfsal tercihleri ve duruşları gözetmemek gündelik trajedileri sadece birkaç parça pasajla izah etmek açısından eksik kalıyor. Safi derecede bir güç zehirlenmesi veya inatlaşma otoriterleşmesinden öte Türkiye’de bir sınıfsal otoriterleşme olduğunu anlamak gerekiyor. AKP bu sınıfsal otoriterleşmede Türkiye kapitalistlerinin sureti olarak ön planda olan büyük birader gibi gözükse de aslında yaşadığımız şartların yakıcılığını artıran uygulamaların ana sebebi suretin altında yatan sermaye sınıfının istekleri ve sistemsel gereksinimlerinden başkaca bir şey değil. 1984 ile en çok özdeşleştirebileceğimiz “büyük birader seni izliyor” olgusundaki izleme ve takibin hangi sınıflar üzerinde, hangi çıkarlar ile kurulduğunu anlamadan sadece kitabın önermesi haline gelen “otoriterleşme kötüdür” sonucuna odaklanmak da bugün açısından bizlere yanlış kapılar açmaktan başka bir noktaya denk düşmüyor.
SOSYALİZM OTORİTERLEŞTİRİR Mİ?
İkinci kısım açısından belirleyici olanı ise içinde yaşadığımız şartları yaratan sistemsel değişimlerin bizi adım adım otoriter, yaşamaktan keyif almadığımız bir ülkede konumlandırıyor olmasına karşın; bunu nasıl değiştireceğiz sorusuna verecek olduğumuz yanıt oluşturuyor. Orwell bu yanıtı bugün de Türkiye’de yaşadığımız kapitalizmin ve emperyalizmin sistemsel çelişkileri karşısına alan ve onun ötesinde bir dünya inşa edebilecek bir mücadele altyapısına sahip olan sosyalizmi SSCB üzerinden sınırsız eleştiriye tabi tutarak vermişti 1984’te. Ona göre kapitalizm kötü ise sosyalizm daha kötü ve otoriter olmaya açıktı. Fakat bu da kapitalizm ile sosyalizmin özlerinde birbirleri karşısında bulundukları durumu tam olarak görememenin bir sonucuydu. Kapitalizm Orwell’in eleştirdiği otoriterleşmeyi dünyanın neresinde olursa olsun belirli bir azınlığın yani sermaye sınıfının çıkarları için temsil eder poziyondayken; sosyalizm hiçbir zaman azınlığın ve sınıfsal olarak sömürenin tarafından bir iktidar hedeflememiştir. Otoriterleşme dediğimiz olgu kapitalizmin kendi içerisinde var olan ve olması mecbur olan bir olgudur. Çünkü kapitalizmin koruması gereken ve asla feda edemeyeceği bir sermaye sınıfı vardır ve onun çıkarları için her koşulda otoriter ilişkiler geliştirilebili; azınlığın çoğunluğa karşı çelişkili olan tahakkümünü ayakta tutabilmek için her türlü çabada bulunabilir. Sosyalizmi tahsis edecek öncü sınıf olan işçi sınıfının ise zincirlerinden başka kaybedeceği bir şey yoktur ve doğalında otoriterleşmenin olumsuzlanan tarafındadır kapitalizm içerisinde. Ve kendi sınıfsal gücü ile kapitalizmin yarattığı şartları ve otoriteyi yıkabilecek yegane kurtuluş yolu sosyalizmden geçmektedir.
UMUDU KORUYAN BAĞLAR HÂLÂ TAZE
Sosyalizm tutarlı bir sınıf hareketi tarafından çoğunluğun birlikte tahsisini sağladığı ölçüde başarılı olur ve otoriter olmaktan uzaklaşır, sosyalizmin bu açıdan en büyük ödevi de kapitalizmde bulunan azınlığın çoğunluğa olan otoritesini sınıfları ortadan kaldırarak yok etmektir. Kapitalizmin ise hiçbir koşulda otoriteyi tahsis etmek zorunda olan sınıf yapısı ile arasına bir mesafe koyamaz. Bunun için sosyalizm gerçek bir sınıf hareketi ile tahsis edildiği her koşulda kötü anlamdaki otoriterleşmenin ve tekleşmenin karşısındadır. Bugün açısından 1984’ün ortamı ile ilişkilendirdiğimiz bir Türkiye’de değişimin nasıl yaşanır ve bu bağlardan nasıl kurtuluruz sorusunun cevabı hala burada gizlidir. Orwell’ın iddiasının aksine doğalında otoriterleşen ve otoriterleşme eğiliminde olan kapitalizmdir; onun bu hükümranlığına son verecek olan ise sosyalizmdir. Türkiye yaşanacak ve kurtuluş olarak görebileceğimiz herhangi bir değişimin gerçek anlamda bizleri distopyadan kurtaracak bir yapıda gelişmesi de buna bağlıdır ve umutsuzluğa karşı en büyük avantajımız hala sosyalizmin gerçekliğidir.