25 Ağustos 2021 01:31

Sermaye tahakkümü altında bilim ve teknoloji üretimi

“Bilimin halk için kullanılmasında gerçekten köklü adımlar atılacaksa, ona damgasını vuran sermaye egemenliğini de köklü bir biçimde kazımak zorunludur.”

Sermaye tahakkümü altında bilim ve teknoloji üretimi

(Temsili görsel) | Fotoğraf: ThisisEngineering RAEng/Unsplash

Kaan BİÇİCİ

İstanbul

Bilimin insanlığın tarihi, bugünü ve yarını için oynadığı rolün önemi onun üzerindeki tartışmaların çeşitliliğini besliyor. Bilim nedir, ne işe yarar, sınıflardan bağımsız toplumsal bir güç mü gibi sorular, özellikle bilimsel bilginin üretimine bir biçimde katılan üniversite öğrencilerinin gündeminin doğal bir parçası. Pandemi ve aşı tartışmalarından savunma sanayi teknolojilerine, üniversitelerdeki eğitimin niteliğinden tekno-kentlere kadar birçok başlığı olan bu meseleyi Teori ve Eylem Dergisi Yayın Kurulu üyesi Arif Koşar ile konuştuk.

Genel olarak baktığımızda gerek bilim çevrelerinde gerekse üniversitelerde bilime kerameti kendinden menkul bir güçmüş gibi yaklaşıldığını görmekteyiz. Bu noktada bilimi nasıl tanımlamalı, daha doğrusu anlamalı ve kullanmalıyız?

Evreni, doğayı, toplumu ve insanı anlama, sorunları çözme ya da hedefleri gerçekleştirmede yardımcı olduğu için insanlar ona “keramet” yüklüyor ve bunda pek de haksız sayılmazlar. Bilimsel bilgideki çok boyutlu ilerlemelere rağmen yanlış bilgi, söylenti, inanç ve saçmalık düzeyindeki kuruntuların itibar gördüğü bir dünyada yaşadığımızı söyleyebiliriz. Diğerleri bir yana aşı, bilimin en faydalı meyvelerinden biri iken aşı karşıtlığının küçümsenmeyecek düzeyde olması yakından tanık olduğumuz örneklerden sadece biri.

Bilim dünyaya, topluma ve insana dair gözlem, deney, inceleme, rasyonel çıkarım gibi “bilimsel” araçları kullanarak elde edilen bilgilerin toplamı olarak tanımlanabilir. Bilimsel bilginin en azından iki boyutu var. İlki araştırma “nesne”nin kendisi, örneğin yerküre, hayvanlar, insan bedeni, bitkiler, uzay, atom altı parçacıklar vb. İkincisi araştıran özne, yani insan. İnsan kendinden menkul bir varlık değildir, kendini ancak toplum içinde var eder ve toplumsal ilişkileri -buna doğa ile ilişkileri de eklemek lazım- ile varlık kazanır. Öyleyse bilimsel bilginin kendisi, araştıran öznenin -ve onun bir parçası olduğu ve onda bir “parçası” bulunan toplumun- olanak ve sınırlılıklarına tabidir. Antik Çağ’da da evrende kara delikler vardı, ancak bunu 20. yüzyılda öğrenebildik. Dolayısıyla bilimsel bilginin temeli belirli bir nesnelliktir/gerçekliktir, ancak öte yandan bilimsel bilgi belirli bir tarihselliğin sonucu, ama genel olarak da onun en ileri noktasıdır. Bu nedenle tarihselliği, sınırlılığı ve toplumsallığı göz önünde bulunduran ve daha “doğru”sunu arayan bir kuşkuyla, ama gerçekliğin “yansıması” ve insanlığın denenmiş birikimi olarak güvenle ona yaklaşmamız gerekir. Güven ve kuşku bilimsel ilerlemenin kaçınılmaz ikilisidir.

“BİLİMSEL GELİŞMELER TOPLUMSAL HAYATLA YAKINDAN BAĞLANTILIDIR”

Bilimin toplumsal ilişkilerle bağından bahsettiniz. Kimi zaman siyaset, felsefe, sanat, spor gibi toplumsal pratiklerin bilimin karşısında aşağılandığını da görüyoruz. Bu noktada bilimin toplumsal yaşamla olan bağını nasıl anlamalıyız?

Bu tür bir küçümseme, bir ölçüde yaygın pozitivist yaklaşımla ilgili. Bilim denildiğinde, çoğu zaman kastedilen doğa bilimleridir. Sosyal bilimler ise spekülatif, değer ve yargılara “fazla” bağlı bulunur, genellikle bilim olarak görülmez. Bu yaklaşıma göre bilim olacaksa, ancak doğa bilimlerindeki yöntemleri kullanmalıdır. Felsefe ise muğlaklıktan güç alır ve söz oyunlarından ibarettir. Elbette bunlar doğru değildir. Bilinçli öznelerin pratiğiyle var olan “toplumsal”ın gerçekliği ile bilinçli özneden bağımsız da var olabilen doğanın gerçekliği arasında farklılıklar vardır. Ancak bu toplumsal bilimleri bilim olmaktan çıkarmaz. Kendine özgü bilimsel yol ve yöntemleri vardır. Ayrıca bu iki gerçeklik birbirine öyle bağlıdır ki tek bir bütünlükten bahsetmek gerekir, örneğin evrimsiz antropoloji, antropolojisiz evrim mümkün değildir.

“TOPLUMSAL BİLİMLER EN AZ DOĞA BİLİMLERİ KADAR ÖNEMLİDİR”

Pozitivist, “saf” bilimci yaklaşım bilimsel bilginin maddede temellendiği gerçeğinden hareketle onun toplumsal değerlerden azade olduğunu varsayar. Örneğin iki nesne arasındaki kütle çekim kuvvetinin cisimlerin kütleleri ile doğru, aralarındaki mesafe ile ters orantılı olması gerçeğini ister sosyalist ister liberal olun, kabul edersiniz. Ancak, bunun 7. yüzyılda değil de 17. yüzyılda keşfedilmiş olmasının nedenlerini açıklayabilmek için iktisat ve toplumlar tarihi -ve elbette bilim tarihi- bilgisine sahip olmanız gerekir. Bilimsel gelişmeler toplumsal hayatla yakından bağlantılıdır. Bilimsel ilerlemenin kendi iç mantığının yanı sıra farklı sınıf ve tabakalardan teşekkül eden toplumların ilişki ve ihtiyaçları bilimlere yön verir, hız kazandırır ya da yavaşlatır. 5. yüzyıldan 15. yüzyıla kadar süren Avrupa Ortaçağ’ının büyük bir kısmında, “bilim insanlarının”, enerjilerinin çoğunu İncil’i doğrulamaya ve dünyayı İncil’le açıklamaya çalışması ve bilimin oldukça yavaş bir gelişim göstermesi dönemin toplumsal koşulları ile ilgilidir. Bir yüz yıl sonra hız kazanan bilimsel keşifler ve sonrasında Aydınlanma yüzyılı, uzayda ya da doğadaki köklü bir değişimle değil toplumsal gelişmelerle bağlantılıydı. Bilimsel bilgiyi anlamak için bile toplumu anlamak gerekir ve bunun için toplumsal bilimler, en az doğa bilimleri kadar önemlidir.

Örneğin bugün bilimsel bilgi üretiminin önemli bir kısmı savaş sanayi tarafından yönlendirilmektedir. Yine kimya çalışmalarının önemli bir kısmı ilaç tekellerinin çıkarlarına endekslenmiştir. Bilimsel bilgiyi olduğu kadarıyla dergilerden okumanın ötesine geçilecekse ve bilimsel olanakların gerçekten halk için kullanılmasını amaçlıyorsak -ki böyle de olmalı- bu, sadece toplum bilimlerini önemli kılmaz, bizzat toplumsal ilişkileri halkın menfaati doğrultusunda değiştirmeyi ve yeniden düzenlemeyi, yani politikayı gerektirir.

Peki bilimsel bilginin üretim alanları olan/olması gereken üniversitelerin buradaki rolü nedir? Örneğin bugün üniversitelere, özellikle teknik üniversitelere baktığımızda Ar-Ge, inovasyon gibi kavramların çokça öne çıktığını görüyoruz. Peki bu söylemin gerçek hayattaki karşılığı ne, kamu üniversiteleri bu misyonunu yerine ne kadar ve nasıl getirebiliyor?

Dünyada üniversiteler bilimsel bilginin, ayrıca kimi zaman onunla iç içe geçen teknolojinin üretildiği en temel birkaç alandan biridir. Türkiye’de ise, görebildiğim kadarıyla bilim ve teknoloji üretimi oldukça sınırlı. Üniversitelerdeki Ar-Ge faaliyetleri daha çok mevcut teknolojik bilginin uyarlanmasından ibaret.

İnovasyon, işletme düzeyinde verimliliği arttırıcı yenilikler anlamına gelir. Üniversitelerde “inovasyon” kavramının bu kadar öne çıkmasının nedeni üniversitelerin uzun zamandır sermayenin ihtiyaçlarına göre biçimlenmiş olmasıdır. Türkiye’deki Ar-Ge harcamaları da çoğunlukla zaten inovasyon odaklıdır. Üniversitelerin kurduğu tekno-kentler sermaye ile iktisadi ve düşünsel ortaklığın tezahürlerinden sadece biridir. Çoğu üniversitede, Ar-Ge bütçelerinin hangi alanlarda kullanılacağını belirleyen şey ekonominin ihtiyaçlarıdır, ki bunun tercümesi sermayenin/şirketlerin çıkarlarıdır. Projeler doğrudan şirketlerle temas halinde, onların ihtiyaçları temelinde belirlenmekte ve bütçelendirilmektedir.

Bu kapitalist işlev az çok hayata geçirilir. Ancak Türkiye’deki eğitimin niteliği, sanayinin geri ve orta teknolojili ürün üretimine dayanması, teknolojinin ithalata dayalı olması gibi nedenlerle Türkiye’nin bağımlı kapitalizminin bir sureti olarak, olduğu kadarıyla hayata geçer. Elbette, yozlaşmanın her alanı kapladığı ülkemizde her işte olduğu gibi göstermelik projeler, bu projelerden beslenenler, avantacılar da her daim iş başındadır.

“SERMAYE BİLİMİ KENDİ ÇIKARLARINA TABİ KILMIŞTIR”

Üniversite öğrencilerinin bahsettiğiniz Tekno-kentler, şirketlerle ortak yürütülen projeler gibi seçenekler dışında bilim ve teknoloji üretebilecekleri pek alan bulamadıklarını görüyoruz. Fon bulabilmek başlı başına bir mesele. Bu durumu bilim-sermaye ilişkisi açısından nasıl değerlendirmek gerekir? Hem bilim ve teknoloji üretiminin bir parçası olmak isteyen üniversite öğrencileri hem de bu üretimin çıktılarıyla çeşitli biçimlerde buluşan toplum böyle bir üniversite-bilim ilişkisinden nasıl etkileniyor?

Ar-Ge faaliyetlerinin büyük bölümü ticari işletmelerde gerçekleşir, kalan kısmı da üniversiteler ve devlet kurumlarında. Ar-Ge harcamaları için fonun iki temel kaynağından bahsedilebilir. İlki devlet bütçesi. Bu gelişmiş ülkelere kıyasla Türkiye’de oldukça düşüktür, ki bu da ülke ekonomisinin, ona denk düşen iktidarın bir yansıması. İkincisi şirketlerin Ar-Ge yatırımlarıdır. Çok sayıda büyük tekel ve şirketin Ar-Ge merkezleri açtığını ve bu şirketlerde binlerce mühendis ve çeşitli meslek gruplarının istihdam edildiğini görüyoruz. Üniversitelerdeki araştırmaların da sermayenin çıkarları doğrultusunda gerçekleştirildiği hatırlandığında sermayenin bilim ve teknoloji üretiminin fonlanmasına, hedeflerine, işleyişine, mantığına, özetle bütününe sirayet ettiği söylenebilir.

Bunun topluma zararı şu: Sermaye bilimi, kendi çıkarlarına tabi kılmıştır. Teknoloji şirketlerinde binlerce kişi, “insanlar nasıl daha fazla reklam tıklar” gibi projeler geliştiriyor. Boston Dynamics ağırlıklı olarak ABD savaş sanayi için robot tasarlıyor. AB sınırlarından girmeye çalışan mültecileri tespit etmek için yapay zekâ sistemleri geliştiriliyor. Gazetecileri ve muhalifleri takip etmek için casus yazılımlar pazarlanıyor. Yapay zekalı silahlar ve dünya genelinde silahlanma yarışı insanlık için büyük bir tehdit. Benzer binlerce örneğin yanı sıra teknoloji kimi alanlarda da insanların yaşamlarını kolaylaştırıyor ve hayat kalitesini arttırabiliyor. Bu da şirketler ancak bundan kâr elde ettiği ölçüde ve koşullarda. Bilim ve teknoloji insanlığın temel sorunlarını hafifletmek ve çözmek için değil daha fazla zenginliğe el koymak, daha fazla ürün satmak ve daha fazla kâr için kullanılıyor.

“BİLİM EMEKÇİLERİ ÜRETİMLERİ ÜZERİNDE SÖZ SAHİBİ OLMAK İÇİN MÜCADELE ETMELİ”

Bilimin sermaye tarafından kendi sınıf çıkarları temelinde sınırlandırıldığı bir ortamda üniversite öğrencilerinin bilimle kurduğu ilişki sizce nasıl şekillenmeli? Çünkü bu gerçeklik yokmuş gibi yaparak bilim yapamayız, bilim yapmak için gerekli olan maddi kaynaklara da sahip değiliz. Bugün bu çelişkiyi kendi günlük hayatlarında yaşayan üniversite öğrencileri nasıl tavır almalı? Ya da bilimin topluma hizmet ettiği bir gelecek nasıl mümkün olabilir?

Atomun derinliklerindeki büyük enerji keşfedildiğinde bu büyük bir buluştu. Bu bilgi bir süre sonra Japonya’da en az 200 bin insanı iki gün içinde katleden atom bombalarının yapımında kullanıldı. Günümüz toplumu kapitalist bir toplum ve bu toplumsal işleyişte bilim ve teknolojinin hem üretimi hem de kontrolü sermayenin ve iktidarın ellerinde.

Bununla birlikte bilim ve teknoloji üretimin asıl failleri bilim insanları, mühendisler ve çeşitli mesleklerden araştırmacılar; yani bizzat emekçiler. İnsanlar ürettiğine sahip çıkmalı, üretimleri üzerinde söz sahibi olmak için mücadele etmeli, fonların sermaye için kullanılmasına ses çıkarmalı, özetle örgütlenmeli ve hayatın akışına müdahale etmelidir.  Bunun örneklerini görmeye başlıyoruz. Google’ın 2018’de Pentagon için hazırladığı Maven Projesi (bir tür askeri gözetim sistemi ara yüzü), Google işçilerinin büyük tepkisini çekti. 5 bine yakın işçinin imzası ve çok sayıda istifanın ardından Google geri adım atmak zorunda kaldı. Sayıları giderek artan teknoloji işçileri örgütlenme ve şirket politikalarına müdahale etme çabası içerisinde. Bu eğilim güçlendirilmeli.

Öte yandan bilim ve teknoloji, sadece bilim işçilerinin sorunu değil. Sunduğu devasa olanakların halkın çıkarlarını esas alan bir biçimde kullanılabilir. Örneğin günümüz teknolojisi ile insanlar çok daha kısa süreli çalışabilir, üretilenler adil bir biçimde paylaşıldığında sorunlarımız çözülebilir. Bu bizzat halkın sorunudur. Bilim ve teknoloji politikasının ötesinde bir değişimi gerektirir. Bunun için mesleki ve sendikal olarak örgütlü olmak, güçlü olmak gereklidir, ancak bilimin halk için kullanılmasında gerçekten köklü adımlar atılacaksa, ona damgasını vuran sermaye egemenliğini de köklü bir biçimde kazımak zorunludur. Bir avuç patron, zengin ve asalak takımının değil, bilim üreticileri de dahil işçilerin yönettiği bir ülkede, sosyalist bir Türkiye’de bilim ve teknoloji bugünkünden çok daha etkili, yaygın ve halkın ihtiyaçları doğrultusunda varlık bulacaktır. Bunun için de politik olarak örgütlenmekten ve mücadele etmekten başka bir çözüm yok.

BİRİNCİSAYFA
SEFERSELVİ
Sezgin Tanrıkulu: "Depremin maliyetini en aza indirmek için her ay vergi veriyoruz. Nereye harcandığını bilmiyoruz"

Evrensel'i Takip Et