AR-GE’den inovasyona bilim üretiminde üniversiteliler
Akademik ve bilimsel bilgi üretimi doğrudan sermayenin gündelik ihtiyaçlarına göre şekillendirilirken, üniversiteli gençlik bu sürecin bir parçası olmakta nasıl konumlandırılıyor?
Kaynak: Pixabay
Burak BAĞÇECİ
İstanbul
Üniversite öğrencilerini akademinin kutsal yemininin parçalarıymış gibi karşılar “Ar-Ge, inovasyon, girişimcilik” sloganları ve üniversite hayatlarının sonuna kadar da peşlerini bırakmaz. Pozitivist akademi, Kant babasının tarikatvari bilim mirasını böyle sürdürüyor, tıpkı akademisyenlerine rahip kıyafetlerinden feyzalan cübbeler giydirdiği gibi. Ancak bilim ve bilimsel üretim her şeyden önce toplumsal ilişkilerle doğrudan bağlantılıdır, onun tarafından koşullandırılır. Üniversiteye adım attığında duyduğu bu sloganlarla belki de büyülenen öğrencilerin çoğu sınıf atladıkça işlerin pek de öyle yürümediğini görerek deneyimler bu durumu. Ülkenin en iyi teknik üniversitelerinde bile laboratuvarlar yetersizdir, ders programları eskidir, herhangi bir bilimsel-teknolojik üretimin parçası olabilmek için projelere fon bulmak gereklidir ya da fonlanan projelerde çalışmak zorunludur, staj bulmak başlı başına bir iştir. Bu koşullarda yapılan “Ar-Ge” faaliyetinin modern dünyadaki teknolojik gelişimin neresine tekabül ettiği de hepimizin malumudur.
Leon Walras’ın iktisadi yapıyla alakalı olarak ortaya koyduğu ve kabaca sorunların kötü yöneticiler yüzünden gerçekleştiği fikrini politik olanın tümüne genişletmek çok yaygın bir eğilim. Ancak Türkiye’deki üniversitelerin içler acısı halini, yine çokça duyduğumuz gibi, siyasal iktidardan üniversite yönetimlerine kadar iş bilmez, kötü niyetli yöneticilerin varlığına indirgeyebilir miyiz? Yoksa tersine, tam da işlerini bildiklerinden, hizmette kusur etmedikleri egemen sınıfların ihtiyaç ve isteklerini pervasızca eğitim alanında gerçekleştirdikleri için mi bu durumdayız? Elbette Türkiye kapitalizminin yapısal durumunun egemen sınıfları ve onların siyasal iktidarlarını da sınırlayan yanları olduğunu unutmadan, durumun aşağı yukarı böyle olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü plansız ve rekabete dayanan üretim yapısının sermayenin sürekli büyümesini zorunlu kıldığı kapitalizmin iç çelişkileriyle yaşamak “zorunda” olan kapitalistlerin çıkarları tam da bu gerçekten hareketle, toplumun ezici çoğunluğunun çıkarları ve refahıyla karşıtlık halindedir. Bu yüzden belirledikleri eğitim ve bilim politikaları da hiçbir zaman ne biz öğrencilerin ne bilim insanı onurunu kaybetmemiş akademisyenlerin ne de emekçi halkın faydasına olmaktadır. Onlar kapitalist sistemin işleyişinin gereği olarak kendi kârlarını her türlü değer ve çıkarın önüne koymak zorunda olduklarından, halkın ihtiyaçları bu denklemde sürekli olarak ezilmektedir.
BİLİM ÜRETİMİNİ SINIFLAR MÜCADELESİ KOŞULLANDIRIR
Nitekim bilim, her şeyden önce özne olarak insanın çevresindeki maddi gerçeklikle girdiği bir ilişki biçimidir, dolayısıyla karşılıklı bir etkileşimdir. İnsan ne tek başına yaşayabilir ne de bilim gibi bir pratiği tek başına gerçekleştirebilir. Bilim gibi toplumsal-tarihsel bir etkinlik de toplumun o anki durumundan, sınıflar mücadelesinden bağımsız olarak var olamaz. Bilimi soyut, toplumsal yaşamdan bağımsız ve onun üzerinde olan mistik bir güç haline getiren anlayışın göremediği şey; bilimin uğraştığı sorunun ortaya çıkışından bunun araştırma nesnesi olarak seçilmesine, hangi araç ve metodolojinin kullanılacağından bilimsel faaliyetin sonucunda ortaya çıkan sonuçların yorumlanıp uygulanmasına kadar bilimin bütün süreçlerinin sınıflar mücadelesi tarafından koşullandırıldığıdır. Öyleyse bilimsel bilginin üretim alanları olan/olması gereken üniversitelerin durumunu anlamak için, bilimin toplumsal yapıyla karşılıklı bir ilişki biçiminde var olduğunu, bu yapının da sınıflara bölünmüşlüğün etkilerini taşıdığını unutmamakta fayda var.
Üniversitelerde öne çıkan “Ar-Ge, inovasyon” gibi kavramları da bu bağlamda anlamak gerekiyor. Son 30-40 yılda dünya ölçeğinde sermayenin iyice tahakkümü altına giren üniversiteler, sermayenin kârı arttırarak zenginliği büyütme temel amacına göre şekilleniyor. Şirketler tarafından yapılan Ar-Ge faaliyetlerinin hedefi, ekonomik büyüme amacıyla teknolojik yenilik yani inovasyon iken sermayeye kapıları sonuna kadar açılan üniversiteler de bu amacına daha da vakıf olabilmeye çabalıyor. Şirketlerle yapılan kariyer günleri buz dağının görünen yüzü. YÖK, üniversite-sanayi iş birliği kapsamında sanayinin ihtiyaçları konusunda sektör temsilcileri (biz kapitalistler diyelim) ile iş birliği üzerine iş birliği duyuruyor. Şirketler üniversitelerin laboratuvarlarından faydalanıyor, akademisyenleri ve öğrencileri kendi projelerinde çalıştırıyor, ortaklıklar kuruluyor, teknokentlerde üniversitenin bütün olanakları şirketler için seferber ediliyor. YÖK-TÜBİTAK tarafından açıklanan teşvik ve bursların gittiği alanlar da keza Türkiye kapitalizminin güncel ihtiyaçlarına göre şekilleniyor.
Hâlbuki böylesi bir ortamda bilim ne özgürce gelişebilir ne de halkın ihtiyaçlarını temel alır. Nitekim parayı verenin düdüğü çaldığı üniversitelerde hangi teknolojilerin çalışılabileceği, hangi projelerin gerekli olduğu bile şirketlerin günlük somut çıkarlarına göre belirleniyor. Mühendislik öğrencileri, hangi alanlarda çalışma yapacaklarını çoğu zaman toplumun ihtiyaçlarını gözeterek, kendi ilgi alanlarını dikkate alarak belirleyemiyor. Hangi projeler destekleniyorsa, şirketler hangi alanlarda çalışma yapılmasını istiyorsa o alanlara yöneliyorlar. Akademisyeninden asistanına, öğrencisinden laborantına araştırmacıların kendi araştırma projelerinde bile denetime sahip olmadıkları bir bilimsel süreç bu. Öyle ki bazen araştırma projeleri, üniversitelerdeki araştırma gruplarına şirketler tarafından hazır şekilde geliyor. Yani araştırma konusunun, araştırmanın içereceği hipotezlerin ve araştırma tekniğinin önceden fon sağlayan şirket tarafından belirlendiği ve bilim insanlarının veri toplama işini üstlendikleri bir “bilimsel” faaliyet yürütülüyor.
“MAKUL” İDEOLOJİLER “MAKUL” SOSYAL BİLİMLER
Zaten bilim olarak bile görülmeyen sosyal bilimlerdeki akademik çalışmalara destek bulmanın kendisi hayli zorken, kendilerine “siyaset yapmanın”, özgürce tartışmanın yasaklandığı sosyal bilimler öğrencileri yine hangi alanlarda çalışma yapacaklarına, eğer devam etmek isterlerse hangi konularda akademik hayatlarına devam edeceklerine karar verirken “makul” görülen ideolojik pozisyonlardan beslenen çalışmalara yönelmek zorunda kalıyor. Madalyonun öbür ucundaysa birçok öğrenci ya projesine fon bulamadığından ya üniversitenin imkânlarının yetersizliğinden ya da ideolojik-politik sebeplerle sözde bilimin özgürce geliştiği akademide istediği ve inandığı çalışmaları gerçekleştiremiyor.
Dolayısıyla, Türkiye kapitalizminin güncel ihtiyaçlarına göre şekillendirilen, kapılarını özel girişimciliğe açan, bilimin sermayenin hizmetine sunulduğu, şirketlerle kaynaşan kurumlar haline gelen üniversitelerde gelişen böylesi bir bilim ve teknoloji üretiminin parçası olmak zorunda olan üniversite öğrencilerinin akademinin dönüşümünde özne olmaktan başka bir alternatifi yok. Kimi zaman kendi bireysel çabalarımızın, en azından bizim içinde yer aldığımız araştırma süreçlerinin bu denklemde kötü sonuçları olmadığını, hatta halka hizmet ettiğini düşünebiliriz. Ancak bilimin sermayenin çıkarlarına tabi kılındığı bir toplumda halkın yaşamına olumlu etkilerinin çok sınırlı olduğunu düşündüğümüzde, bilimi sermayenin tahakkümünden kurtarmak çağımızın en büyük görevlerinden biridir. Üniversitelilerin kendilerini var edebilecekleri, özgürce tartışıp üretebilecekleri ve çalışmalarının sonuçlarının neye tekabül ettiğini görüp denetleyebilecekleri bir üniversite ancak mücadeleyle gerçek hale gelebilir. Bu yüzden bilimsel araştırma ve öğrenimin özgürce yapılabildiği, şirketler ve uluslararası tekeller karşısında bağımsız kimliğini koruyan, devlet tarafından finanse edilen özerk ve demokratik bir üniversite mücadelesi her zamankinden daha yakıcı halde.