Avrupa’nın göç propagandası ve listelere sıkışan Afganlar
Avrupa Gündemi’nde bu hafta Almanya ve Fransa’nın Afganistan halkının zorunlu göçüne yönelik politikaları ve uluslararası aşı politikalarındaki eşitsizliğin salgına etkisi var.
Kabil Havalimanı önünde bekleyen Afganlar | Fotoğraf: Aykut Karadağ/AA
Almanya’nın Afganistan’ın içinde bulunduğu feci durumdaki sorumluluğu kadar, 26 Eylül’de yapılacak federal seçimlerde Afganistan’dan gelebilecek mültecilerin malzeme yapılması da tepki çekiyor. Bazı partiler “2015 tekrar etmemeli” diyerek Afgan mültecilerin gelmesine karşı çıkarken, bazıları da sözde hümanist söylemle elleri kolları bağlı oturuyor. Hükümet ise sorumluluğu üstlenmiyor, ne savunma ne de dışişleri bakanı istifaya yanaşıyor.
Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron da göç konusunda benzer bir pozisyonda. Macron, Afganistan’dan gelecek göç akışlarından korunma gereğini öne sürerek polisiye tutumundan vazgeçmiyor ve sorumluluktan kaçıyor.
Öte yandan dünya çapında kovid-19’a karşı aşılanma oranlarındaki muazzam eşitsizlik, salgının sonuna yaklaşıldığı illüzyonunu yıkıyor. Zengin ülkelerin hükümetleri aşı depolayarak ve diğer ülkelere karşı sorumluluklarını gözardı ederek salgından çıkış olasılığını azaltıyor.
HER ÜLKENİN KENDİ LİSTESİ, ‘KENDİ AFGANLARI’ VAR AMA ‘AFGANLAR’ NE OLACAK?
Herve NICOLLE
Nassim MECIDI
Samuel-Hall Göç Araştırma Merkezi / Le Monde
ABD güçlerinin çekilmesiyle birlikte Taliban listelerinde yer alan herkes için av yoğunlaşacak. Bu listeler haftalardır oluşturuluyor. Kırk yıllık savaştan sonra diyalog arzusuyla heveslenen tüm bireyleri içeriyorlar. Buna inandılar ve her zaman inanacaklar. Ve bunu ifade ettikleri için, sanatçı olarak müzikleriyle, öğretmen ve araştırmacı olarak çalışmalarıyla; gazeteciler, öğrenciler, sivil toplum temsilcileri, sandıklara giden vatandaşlar olarak, kadınlar ve erkekler bugün hedef olarak listeleniyor. Halihazırda, yeni listeler yelpazeyi etnik köken, cinsiyet ve mezhepsel kimliği içerecek şekilde genişletiyor.
Yanı sıra, Kabil Havaalanında listeler oluşturuldu. 10 binden fazla Afgan havalimanını çevreliyor, bazıları bir tavsiye mektubu, bir geçiş belgesi ile; belki birkaç gün daha iki Taliban güvenlik kordonunu geçmelerine izin vermeyi sağlayacak elçiliklerin, Birleşmiş Milletler kuruluşlarının, STK’lerin, medyaların, özel şirketlerin listelerinde yer almak için her şeyi yapmaya hazır. (...)
Geçtiğimiz son 20 yıl, yeni nesil genç Afganlara başka bir yaşam olasılığının görüntüsünü verdi: Nüfusun yüzde 70’i şu anda 30 yaşın altında, ortanca yaş 18. İthal edilen savaşlar ve ulusal, bölgesel çatışmalar nedeniyle sürekli zorunlu hareketliliğe maruz kalan bir halkın kızları ve oğulları, tüm Afganlar artık fiilen hareketsizliğe ve inzivaya mahkumdur. Eşref Gani hükümeti veya büyükelçilikleri tarafından aylarca ve yıllarca ciddi şekilde kısıtlanan pasaport veya vize artık Afganistan’da imkansız. Artık yanan bir ülkeden kaçmanın yasal bir yolu kalmadı. (...)
Ne yapabiliriz? Fransız Cumhurbaşkanı Macron’un 16 Ağustos’taki konuşmasında sorduğu soru bu. (…) Başta, Fransa’nın değerleri adına iki ülkeyi birleştiren tarihi dostluğa bağlılığımız konusunda Afganlara güvence vererek bağlantı yapıyor. Bu ilk mecaz bir empati duygusu yaratmayı amaçlıyor. Bu bir hayırseverlik konuşmasıdır.
Ardından aynı konuşmada, artık günlük dile geçmiş seçim retoriğini kullanarak parantez açıyor ve: “Onları kullananları tehlikeye atacak ve her türlü kaçakçılığı körükleyecek önemli düzensiz göç akışlarını öngörmeli ve bunlara karşı kendimizi korumalıyız” ifadesini kullanıyor.
“Mülteciler ve güvenlik” olmak üzere bu iki farklı temanın iç içe geçmesi, mevcut mağduru güçlenen bir tehlikeye dönüştürüyor. Özünde bu, Avrupa sınırlarının ve sorumluluklarının dışsallaştırılmasının, bireysel kaderlerin Türkiye, İran ve Pakistan’a, kısaca bölge ülkelerine taşeronlaştırılmasıyla yapılacağı anlamına geliyor. Bu bir polisiye tutumdur.
Ne yapmalıyız? Tek soru bu ve cevaplar uluslararası hukukta ve Avrupa’daki son göç politikası krizinden bu yana, yani 2016’dan bu yana yapılan siyasi taahhütlerde yer alıyor. Hukuku korumak ve verilen taahhütlere saygı duymak için polisiye konuşmalardan olduğu gibi hayırseverlik konuşmalardan uzaklaşmalıyız.
(...) Öncelikle, mültecilerin bireysel bir araştırmadan önce uluslararası korumadan yararlanmalarını sağlayan “ilk bakışta” statüsü mevcut yaygın şiddet, güvensizlik ve ölüm tehdidi durumuna dayanarak tüm Afganların mülteci statüsünü hızlı bir şekilde belirlemek için toplu olanak sağlanmalıdır.
Diğer bir zorunluk, insani yardım koridorunu 31 Ağustos tarihine kadar uzatmak ve Afganistan’daki en yoksun nüfusa erişimi sürdürmek, tüm Afganları yasalara uygun olarak desteklemeye devam etmek. Bu, Fransız, Amerikan, Alman, kamu veya özel listelerin oluşturulmasını önler ve bugünün kaosunda kısıtlı hak, itibar ve umut görüntüsünü geri getirir.
(Çeviren: Diyar Çomak)
DIŞİŞLERİ BAKANI BAY MAAS LÜTFEN İSTİFA EDİN!
Ayesha KHAN
Neues Deutschland
Afganistan’daki insanlar hayatları için mücadele ediyor, Alman politikacılar ise sadece seçim kampanyalarıyla ilgileniyorlar.
Dünyanın dört bir yanındaki Afganlar anavatanlarına bakıp korkarken -aile üyeleri için korku, evleri ve ülkeleri için korku, tüm iş ve son yirmi yılda yarattıkları her şey için korku duyarken- Almanya’da onların sırtından bir seçim kampanyası sürdürülüyor.
Taliban’ın Kabil’i aldığının ortaya çıkmasından sadece birkaç saat sonra çeşitli medya organlarında “2015 tekrarlanmamalı” cümlesini okuduk. Hem kendilerinden zaten başka bir şey beklemediğiniz AfD (Almanya İçin Alternatif) politikacılarından hem Federal Gıda ve Tarım Bakanı ve CDU (Hristiyan Demokrat Birlik) Başkan Yardımcısı Julia Klöckner, hem Genel Sekreter Paul Ziemiak ve hem de partinin Başbakan Adayı Armin Laschet gibi CDU’nun üst düzey politikacılarından... Milyonlarca Afgan’ın hayatlarını, akrabalarını, hayallerini, çocuklarını ve vatanlarını Taliban’dan kurtarmak için insanca mümkün olan her şeyi denediği dönemde bu cümle söylendi.
2015’in sözde “mülteci krizi”nin mültecilere ve göçmenlere karşı siyaset yapmak için tekrar tekrar kullanılması, Alman siyasi tarihinde üzücü ama aynı zamanda çok tiksindirici bir nokta. Evet, 2015 hareketli bir yıldı. Evet, 2015’te Avrupa bazı mültecileri aldı. Ama yanlış olan neydi ve neden kendini tekrar etmesindi ki?
Mülteci Afganları derhal tahliye etmek ve onlara koşulsuz koruma sağlamak için her dakikamızı kullanmamız gerekirken, Avrupa gereksiz tartışmalarla zaman harcıyor ve kendini kapatmaya devam ediyor. Caydırıcılık ve tecrit, “Avrupa Kalesi” ismine yakışır şekilde yaşamaya devam etmek istiyor. Sanki onursal bir unvanmış gibi. Her şekilde, her yolla savunulabilecek bir unvan. Dikenli teller, helikopterler, duvarlar ve insansız hava araçlarıyla veya AB sınır ve sahil güvenlik ajansı Frontex’in gemileriyle... Laschet ve benzerlerinin birkaç gündür talep ettiği şey uzun zamandır pratikte gerçek oldu. 2015 tekrarlanmamalı -ve bunun için her şey yapılacak!
Veya Afganistan örneğinde olduğu gibi, hiçbir şey yapılmayacak. Ne sivil halk için ne de sözde “yerel güçler” yani Alman ordusunu tercüman, danışman vb. şeklinde destekleyen Afganlar için…
Biri bu insanlara uzun zaman önce yardım edebilirdi. Birçoğu yıllardır Almanya’ya gelmeye çalışıyor. Hayatlarının tehlikede olduğunu yeni fark etmediler. Şimdi tehdit durumu akut. Ve bir kurtarma, bir tahliye, bürokratik engeller nedeniyle başarısız oluyor. Burada eksik olan bilgi, belge değil eksik olan siyasi irade. İslamcılığın destekçileriyle el sıkışırken mutlu bir şekilde Afganistan’a sınır dışı etmeye devam eden bir irade.
Afganistan’daki insanlar “kaderlerine” terk edildi, ancak bu onların kaderi değil, Afganistan’ın sivil halkının acısı 20 yıllık sömürü ve savaş.
Organize sorumsuzluk Alman devlet kurumlarının Afgan halkına nasıl muamele ettiğini gösteriyor.
Ve politikacılarımız sağcı ifadeler ve sloganlarla kampanya yürütürken, bir kısmı sorumluluklarını reddedip işlevsiz davranarak oy toplamaya çalışırken inisiyatifler, örgütler, dernekler ve Almanya’daki Afgan diasporası Avrupa’nın bir an önce harekete geçmesi ve insanların kurtarılması için çaba harcıyor. Afganistan güvenli bir ülke değil, bunu hep birlikte başardınız. Federal Dışişleri Bakanı Heiko Maas, insanları oradan kurtarın, hatalarınızı kabul edin ve lütfen sonra istifa edin.
(Çeviren: Semra Çelik)
KÜRESEL AŞI EŞİTSİZLİĞİ: NE AKILLICA NE ETİK
The Guardian
Başyazı
İstatistikler açık ve utanç verici. Dünya Sağlık Örgütünün (DSÖ) Genel Müdürü Tedros Adhanom Ghebreyesus, bu haftanın başlarında çileden çıkmış bir müdahale sırasında, bugüne kadar dünya çapında dağıtılan 4.8 milyar kovid aşı dozunun yaklaşık yüzde 75’inin sadece 10 ülkeye gittiğine dikkat çekti. Daha zengin ülkelerden yapılan aşı bağışlarının seviyesi, biraz da hafifleterek ekledi, “Gerçekten hayal kırıklığı yarattı”. Virüsün üçüncü dalgasının mayıs ayından bu yana yükselişte olduğu Afrika’da, kıta nüfusunun yüzde 2’sinden daha azı ilk dozu aldı. Dünya genelinde yüksek gelirli ülkeler her 100 vatandaş için yaklaşık 100 doz uygularken, düşük gelirli ülkeler için eşdeğer rakam 1.5’tir.
Sonuç olarak, Amerika Birleşik Devletleri, İngiltere ve diğer zengin ülkeler sonbaharda destekleyici aşılar için programlar uygulamaya başlarken, başka yerlerde aşısız bir salgın azalmadan devam ediyor. DSÖ’nün eylül ayı sonuna kadar ilk dozda her ülkenin nüfusunun yüzde 10’una ulaşma hedefinin karşılanması olası değildir. Bu grotesk eşitsizlik, Ghebreyesus ve diğerlerinin defalarca işaret ettiği gibi, nihayetinde kimsenin çıkarına değildir. Gezegenin büyük bir kısmının bir varyant fabrika olarak çalışmasına ve daha bulaşıcı Delta varyantının isyan başlatmasına izin vermek, gelecek için sorun yaratır. “Dünyayı aşılamak” bu nedenle sağlam bir strateji ve aynı zamanda etik bir yükümlülük olarak görülmelidir. Ancak, Avrupa ve Kuzey Amerika’da, erken dönemdeki iyi niyetler, şimdiye kadar yerel önceliklerin çok gerisinde kaldı.
Bunu yapma imkanına sahip hükümetler aşılar için tercihli anlaşmalar ve aşırı sipariş edilen dozlar yöntemleriyle bunları biriktirdi ve ihracatı kısıtladı. İngiltere, aşılardan geçici olarak feragat edilmesi için fikri mülkiyet hakları çağrılarına karşı çıkmada öncü bir rol oynadı. Genel olarak, daha zengin ülkelerden yapılan bağışlar gereken seviyeye yaklaşmadı. Aşı havuzu oluşturma programı Covax, Hindistan’ın AstraZeneca ihracatını yasaklama kararının ardından ana tedarik kaynağını kaybederek gereğinden az teslim edebildi. Dozlar mevcut olduğunda ise aşılama programlarını verimli bir şekilde yürütmek için altyapının mevcut olmasını sağlamak için yetersiz zaman, çaba ve finansman ayrılmıştır. Muhtemel sonuç: Düşük gelirli ülkelerdeki çoğu insanın aşı olmak için 2023’e kadar beklemesi gerekecek. Yeni yayımlanan bir araştırmaya göre, bu umutsuzca yavaş sunum, küresel ekonomiye 2.3 trilyon dolarlık üretim kaybına mal olacak. Bu kayıpların ağırlığını aşılanmamış yoksullar karşılayacak.
Belki de beklentiden daha fazla umutla DSÖ, daha zengin ülkelerde destekleyici aşıların uygulanması konusunda iki aylık bir moratoryum çağrısında bulundu. Böyle bir hareketin siyaseti dopdolu olur. Ancak birinci ve ikinci engelleri sağlamak için mücadele eden ülkelere arzı çarpıcı biçimde artırmanın bir yolu bulunmalıdır. IMF, Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütünün ortak bir aşı görev gücü oluşturarak kabul ettiği gibi, eşitsizlik seviyesi savunulamaz. Art arda gelen kovid-19 dalgaları daha zengin ülkeleri vurdukça, yerel kriz yönetimi diğer tüm hususları gölgede bıraktı. Ancak dünya sürgünden sürdürülebilir bir şekilde çıkacaksa, daha stratejik ve adil bir yaklaşıma şiddetle ihtiyaç var.
(Çeviren: Haldun Sonkaynar)