‘‘Lidere söz söylenemez’ algısını oturtmak için canla başla çalışanlar var’
6 yılda 'cumhurbaşkanına hakaret' iddiasıyla açılan dava sayısı 38 bin 581. Gazeteciler nasıl etkilendi, Ankara gazetecileri neler yaşıyor? Sultan Özer, Nurcan Gökdemir ve Gökçer Tahincioğlu anlattı.
Ankara'da gazetecilerin eylemi | Fotoğraf: Damla Kırmızıtaş / Evrensel
Gözde TÜZER
Evrensel
CHP Genel Başkan Yardımcısı Gülizar Biçer Karaca, “Cumhurbaşkanına hakaret” davalarıyla ilgili bir rapor hazırladı. Rapora göre son 6 yılda AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan döneminde “cumhurbaşkanına hakaret” iddiasıyla açılan dava sayısı 38 bin 581. Dava açılanlar arasında siyasilerden, avukatlara, sosyal medya kullanıcılarına kadar pek çok kesim var. Peki bu davalar gazetecileri nasıl etkiliyor? Geçmişle bugün karşılaştırıldığında Ankara gazetecileri neler yaşıyor? Ankara gazetecilerinden Sultan Özer, Gökçer Tahincioğlu ve Nurcan Gökdemir ile konuştuk.
BirGün Gazetesi Ankara Temsilcisi Nurcan Gökdemir “cumhurbaşkanına hakaret” davalarının çok sayıda kişinin cezalandırılması için araca dönüştüğünü aktarırken, “İfade ve basın özürlüğü önündeki en büyük engellerden biri oldu.” dedi.
Sürekli basın kartı sahibi, 30 yıllık Gazeteci Sultan Özer, basın kartı ve akreditasyon engelinin Ankara gazetecilerin mesleklerini yapamaz duruma getirdiğini vurguladı.
T24 Yazarı Gazeteci Gökçer Tahincioğlu ise “hakaret içeren bir ifade kullanmasan da yaptığın eleştiriyi ben hakaret olarak algılıyorum" denilerek, "lidere söz söylenemez" algısını oturtmak için canla başla çalışanlar olduğuna dikkat çekti.
SUSTURMA VE CEZALANDIRMA ARACI
Nurcan Gökdemir, Türk Ceza Kanunu’nun cumhurbaşkanlarının resmen partili olmadığı dönemde yürürlüğe konulan 299’uncu maddesinin AKP’li Recep Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı döneminde geçmişte hiç olmadığı kadar çok sayıda kişinin cezalandırılması için araca dönüştüğünü belirterek “İfade ve basın özürlüğü önündeki en büyük engellerden biri oldu.” dedi.
Gökdemir eski Cumhurbaşkanlarından Süleyman Demirel döneminde 162, Ahmet Necdet Sezer döneminde 159, Abdullah Gül döneminde ise 860 davaya temel oluşturan bu maddenin, Erdoğan döneminde çocuk, yaşlı demeden on binlerce yurttaşın yargı önüne çıkartılarak cezalandırılması için kullanıldığı bilgisini paylaşarak “cumhurbaşkanına hakaret suçu”nun bir susturma ve cezalandırma aracı olduğunu aktardı ve şöyle devam etti: “Sosyal medya kullanıcısı yurttaşlar, gazeteciler, siyasetçiler, sanatçılar, hak savunucuları ve akademisyenlerin yanı sıra kolaylıkla cezalandırmayı sağladığı için eski sevgililerin intikam aracı olarak kullanılan ‘cumhurbaşkanına hakaret suçu’ AKP tarafından susturma ve cezalandırma aracı olarak kullanılarak baskı rejiminin önemli bir enstrümanı oldu. Bundan elbette gazeteciler de payını aldı, meslek tanımı içinde yer alan sorgulama ve eleştirme hakkını kullanan, halkın haber hakkının karşılanması için çalışan gazeteciler bile cumhurbaşkanına hakaret ettikleri gerekçesi ile cezalandırıldılar. Sistematik olarak soruşturma, kovuşturma ve hapis cezalarıyla karşılaştılar.”
Mesleğini hakkıyla yapmak isteyen ve bunun için mücadele eden gazetecilerin bu cezaları göze alarak haberlerini yazmayı sürdürdüklerine de dikkat çeken Gökdemir “Ancak bu dönemde gazeteciliğin yaygın olarak ‘muktedirleri dolayısıyla da patronları kızdırmamak’ kaygısıyla yapılması tavrında cezalandırma korkusu da geniş bir kesim için öne çıktı elbette.” dedi.
‘AKREDİTASYON GAZETECİLERİN BAŞINDA ‘DEMOKLES KILICI’ GİBİ’
Sultan Özer ise turkuaz basın kartı ve akreditasyon engellerinin Ankara’da gazeteciler için büyük bir sorun olduğunu vurguladı. Ankara gazeteciliği denilince ilk akla gelen Meclis, Cumhurbaşkanlığı ve bakanlıklar yani resmi kurumların izlenmesi ve bunun için rengi turkuaz olan basın kartı ve akreditasyonun önemli olduğunu belirten Özer “Akreditasyon ve turkuaz kart olmadan resmi kurumların izlenmesi mümkün değil. Bini aşkın gazetecinin kartları yenilenmedi. Bu, sadece kartları yenilenmeyen gazetecileri etkilemiyor, diğer gazetecilere de bir gözdağı. Bununla, ‘Haberlerinize dikkat etmezseniz sizin de akreditasyonuzu, kartınızı iptal ederiz’ deniliyor ki, bu da otosansürü beraberinde getiriyor.” dedi. Bu sebeple gazetecilerin kartları iptal edilmesin diye haber yaparken otosansür uyguladıklarını da ekleyen Özer “Bu durum gazeteci açısından sansürden de kötü bir durum.” dedi.
Sultan Özer şöyle devam etti: “Yani akreditasyon ve kart iptalleri Ankara’da gazetecilerin tepesinde ‘Demoklesin kılıcı’ gibi. 2008 yılında benim de aralarında bulunduğum 7 gazetecinin başbakanlık akreditasyon kartları iptal edilirken, bunun arkasının geleceğini, sadece o gazetecileri etkilemeyeceğini, diğer gazetecilere de ciddi bir gözdağı olduğunu söylemiştik. Bugün gelinen nokta bizi doğruladı ne yazık ki. Sözün özü Ankara gazetecileri mesleklerini yapamaz duruma getirildiler.”
GÖNÜLLÜ OTOSANSÜR
Gökçer Tahincioğlu ise Ankara gazeteciliğinin uzun süredir, zaten herhangi bir baskı görmeksizin gönüllü olarak haber vermeyen, gönüllü olarak otosansür uygulayan ve gazeteci kimliğini kullanan insanlarla şekillendiğini vurgulayarak “Bu gazeteciler dışında önemli programlara katılmak, soru sormak çok mümkün değil. Bir kontrol mekanizması zaten öyle sanıldığı gibi bir baskı olmadan da kurulmuş oluyor böylece. Bildirim gazeteciliği dediğimiz, haberleri, gelişmeleri sadece iktidar kanadının bildirdiği biçimde ve sınırda yazmak ana kural.” dedi.
Bu kurallara uymayanların da medyadan dışlanmaya çalışıldığını aktaran Tahincioğlu bunun da bir yere kadar mümkün olabildiğini; hala çok sayıda gazetecinin, bireysel çabalarla mesleğini sürdürdüğünü, önemli haber merkezlerinin, klasik Ankara gazeteciliği denilen, eleştirel hat üzerine oturan haberleri yapmayı sürdürdüğünü aktardı.
AKP iktidarının ilk yıllarında karikatürlere açılan davaları hatırlatan Gökçer Tahincioğlu “Bu davaların ne kadar yaygınlaşacağı belliydi. Sosyal medyanın gelişimiyle sayılar hızla katlandı.” dedi.
‘TEK LAF SÖYLENEMEZ ALGISI
Gökçer Tahincioğlu hakaretin elbette kabul edilemeyeceğini ancak itinayla sosyal medyayı tarayan bilişim polisinin, en ufak eleştiriyi hakaret sayan savcıların, çerçeveyi neredeyse, “tek laf söylenemez” hizasına çekmiş olduğunu belirterek şöyle devam etti: “Buna karşılık, muhalefet liderlerine, fikrini beyan edene, gazeteciye, akademisyene, sendikacıya her türlü söz söylenebiliyor. Gerçekten hakaret ediliyor ama yargı tarafından bu sözler eleştiri sayılabiliyor. Nefret söyleminde bulunanlara, silahlarla poz verenlere işlem yapmayan polis ve yargı hakaret içermeyen ifadeleri hakaret kapsamında sayarak bir yerlere göz kırpıyor, görevini yaptığı mesajını veriyor. Bu davalar nedeniyle Türkiye, AİHM'de defalarca tazminat ödemek zorunda da kaldı. Ama değişmiyor. Elbette bu durum gazetecilerin de biraz daha düşünerek, bir adım daha geri durarak yazmaları sonucunu yaratıyor olabilir. Aynı şekilde sosyal medya kullanıcılarını da önemli ölçüde etkiliyor. Şöyle bir çerçeve söz konusu; ‘hakaret içeren bir ifade kullanmasan da yaptığın eleştiriyi ben hakaret olarak algılıyorum’ denilerek, ‘lidere söz söylenemez’ algısını oturtmak için canla başla çalışanlar var. Ve bu kişiler aynı zamanda karşı kutupta gördüklerine karşı hakaret özgürlüklerinin olduğunu düşünüyorlar.”