Agos Gazetesi Yazarı Pakrat Estukyan: 6-7 Eylül her an tekrarlanabilecek potansiyele sahip
"Cumhuriyeti kurarken toplu iğne bile yapamıyorduk! Doğrudur. Cumhuriyeti kurarken yapamıyordunuz zira cumhuriyeti kurmadan önce toplu iğne yapanları imha ettiniz"
Pakrat Estukyan | Fotoğraf: MA
Şerif KARATAŞ
İstanbul
Gazeteci-Yazar Pakrat Estukyan, 6-7 Eylül’le ilgili uzun yıllar sanki yazılı olmayan bir toplumsal mutabakatla sessizce geçiştirilmek istendiğine dikkat çekerek, “Egemen akıl ortada bunca bilgi, belge, kaynak, kitap varken, hâlâ aynı türküyü dillendiriyorlarsa burada sorun var. O yüzden 6-7 Eylül her an tekrarlanabilecek bir potansiyele sahiptir. İşte Ankara Altındağ’daki gördüğümüz şey tam da budur. Burada öznenin Müslüman, Hristiyan, Ermeni, Suriyeli olması sonucu değiştirmiyor, operasyon aynı operasyon” ifadelerini kullandı. Altındağ’da gerçekleşen ırkçı saldırıların ardından hükümetin mağdurları gönderme kararı aldığını hatırlatan Estukyan, “Mağdurları kovun buradan! Çözüm bu. Saldırganları cezalandırın diyen yok” dedi.
Agos Gazetesi Yazarı Pakrat Estukyan ile 6-7 Eylül’ü konuştuk.
Hatırlatmak için, 6-7 Eylül’de Türkiye’de nasıl bir atmosfer vardı?
6-7 Eylül’ü istikrarlı devlet politikasının halkalarından biri olarak görüyorum. Bu politikanın amacı Türkiye’yi Türkleştirmek. Hürriyet gazetesinin logosunun altında yazar ya: “Türkiye Türklerindir!” O projenin halkalarından birisidir. 6-7 Eylül’ü varlık vergisinden, 20 kura askerlikten bağımsız düşünmüyorum. Bunların hepsi Türkiye’nin faşist bir ulus devlet olarak yapılanması projesinin aşamalarıdır. İlk tasfiyeler zaten daha devlet kurulmadan oluştu. 1915 yılından başlayarak kitlesel kırımlar, ondan öncesi de var. 1895 yılında Hamidiye Alaylarıyla Ermenistan coğrafyasının darmadağın edilmesini başlangıç olarak alabiliriz... Sultan Abdülhamid Kürt aşiretlerinden devşirdiği birliklerle Hamidiye Alayları olarak anılan müfrezeler kurdurdu. Bunların işlevleri de oradaki Ermenileri yıldırmak, kaçırmaktı. Bu yıldırma, istenen başarıyı gösteremeyince 1915 soykırımını yaptılar. 1915 soykırımında Ermenileri, Ermenilerle birlikte Süryanileri, Êzidîleri, Keldanileri, hepsini de yerinden yurdundan ettiler. Çünkü ulus devletin kuruluşu bir nüfus mühendisliği projesidir aslında. Bahsettiğimiz yıllarda 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Osmanlı coğrafyası göç alan bir coğrafya. Bir yandan Kafkasya’dan Çerkes boyları, Türk boyları geliyor Türkiye’ye...Balkanlardan bir sürü muhacir geliyor. Bu gelenlere yer açmak, burada istenmeyen unsurları da tasfiye etmek projesi. Proje taktik ve pratik anlamda sistematik olarak kurumsallaşmış. Kurumsallaşmanın adı da zaten cumhuriyet döneminde Azınlıklar Tali Komisyonu olarak tescil edilmiş. Ankara’da bir ofiste devletten maaş alan adamlar sabah iş başı yapıyor, mesaiye başlıyor ve “bugün Ermeniler, Rumlar için ne kötülük yapabiliriz” diye fikir üretmeye başlıyorlar. Dolasıyla 1955 6-7 Eylül bununla ilintili. Tarih olarak neden o tarihte olduğu sorusu ise o sıra Londra’da Kıbrıs konulu müzakereler olmasıyla açıklanır. Bunları tabii biz kanıtlardan yoksun olarak söylüyoruz ama söylenen şu ki; müzakeredeki heyet Ankara’ya haber göndererek Kıbrıs meselesinde Türkiye toplumunun hassasiyetini açıklamakta zorlandıklarını bildiriyor. “Zorlanıyor musunuz? Biz toplumun nasıl duyarlı olduğunu gösterelim” diyerek planı uygulamaya koyuyorlar. 50 yıl sonra General Sabri Yirmibeşoğlu kendisinin de içinde bulunduğu bir itirafta bulundu: “6-7 Eylül 1955 olayları son derece başarılı bir Özel Harp Dairesi operasyonuydu. Sonucuna da ulaştı” dedi.
MAĞDURİYET EVLERDE KISIK SESLERLE KONUŞULDU
6-7 Eylül’ün mağdurları, mağduriyetlerini anlatabildiler mi?
O günü bütün tanıklıklarıyla, çevredeki yaşı yeten herkesin gördükleriyle defalarca ve defalarca dinledim. 6-7 Eylül’de ne olduğunu biliyordum ama her dinlediğim kısık sesle anlatımlardı. Ev içindeki anlatımlardı. Kamusal alanda bu büyük pogromu konuşmak mümkün olmamış. Nitekim ben 1934 Yahudi pogromunu, Trakya pogromunu da çok daha geç öğrendim. O konu bizim evimizde konuşulmuyordu. Çocukken bunları duyma şansım yoktu. Bunu dile getiren tek bir Yahudi tanımadım. “Bizim başımıza bunlar geldi’ diyen olmadı. Büyük babamlar (anne tarafım) 1915 kırımını fiilen yaşamış olmalarına rağmen bunu hep biz evde gizli gizli konuştuk, alçak sesle konuştuk. Pencere açıkken, sokaktan biri geçerken konuşulmadı bunlar. Biri duyar diye. Bu da bana Türkiye’deki faşist iklimin ne kadar egemen olduğunu gösteriyor. 1955’te yaşanan şeyi 50 sene sonra kamusal alamda konuşabildik. Ama büyük bir tahammülsüzlükle karşılaştık Beyoğlu’da bir fotoğraf sergisi açıldı 1955’in tanıklığı olan enstantanelerle. Bir grup ulusalcı faşist sergiyi bastı, resimleri yere attı, çiğnedi. Türkiye’de toplumsal bir tabanı da var faşizmin. İnsanları böylesine baskı altında tutabiliyor.
"SALDIRGANLARI CEZALANDIRIN DİYEN YOK"
6-7 Eylül’ün uzunca bir süre kamuoyunda konuşulup tartışılmamasını nasıl yorumluyorsunuz?
Nasıl oluyor da herkesin gözünün önünde olan bir şey 50 sene boyunca hiç konuşulmadan bir mutabakat halinde sürüyor. Bu konuşulmamasının içerisinde, komünistlerin de, sosyalistlerin, aydınların, demokratların bilge insanların hepsinin payı var. Hiçbiri konuşmadı. 6-7 Eylül’de hiçbir sosyalist dergide ’60’lar, ’70’ler, ’80’ler ’90’larda böyle bir yazıya hiç rastlamadım. Bu da insanın aklına, Barış Ünlü’nün ünlü olan kitabı Türklük Sözleşmesi’ni getiriyor. Sanki yazılı olmayan bir sözleşme uyarınca toplumsal bir mutabakat yaratılıyor. Bugün sokakta gezen insanlara “1915’te ne oldu” sorsak, önemli bir kısmının hiç haberi olmayabilir. Haberi olan da diyecek ki, “Ermeniler 1. Dünya Savaşı’nda Ruslarla iş birliği yaptılar, biz de onları kovaladık.” Bunda solcuların günahı çok… Egemen aklın söylemine takılıp ortada bunca bilgi, belge, kaynak, kitap varken, hâlâ aynı türküyü dillendiriyorlarsa burada sorun var. O yüzden 6-7 Eylül her an tekrarlanabilecek bir potansiyele sahiptir. İşte Ankara Altındağ’daki gördüğümüz şey tam da budur. Burada öznenin Müslüman, Hristiyan, Ermeni, Suriyeli olması sonucu değiştirmiyor. Operasyon aynı operasyon. Yine dışarıdan getirilen insanlar, gene bir yerde organize edilen bir tertip ve bir defada kitleselleşiyor. Hükümet şimdi bunlara çözüm olarak “Ankara’da bu insanlar olmasın, göçmen olarak hangi vilayete kayıtlı ise oraya sürülsün” diyor. Irkçılığı perçinleyen çözüm üretilmiş: Mağdurları kovalamak. Hep öyle olmadı mı? Mevsimlik tarım işçisi saldırıya uğruyor. Dayak yiyor çoluk, çocuk, bazen cinayete kadar varıyor. Çözüm olarak, “Mağdurları kovun buradan!” Çözüm bu. Saldırganları cezalandırın diyen yok. Bunlar insanlığın kabul edebileceği şeyler değil. Ama hakim olan bir siyasi anlayış var.
"DEVLETİN KURULUŞU ÇÖKME ÜZERİNE"
Darbe girişimi sonrasında daha sıklaştığını gördüğümüz mala çökme/el değiştirme ve bunun kolayca (Hesap vermeden, yargılanmadan) yapılabilmesini 6-7 Eylül dönemiyle nasıl kıyaslayabiliriz?
Bu devletin kuruluşu zaten çökme üzerinedir. Ermeni’nin malına, Rum’un malına çökme üzerinedir devletin kuruluşu. Ve bu bir devlet politikasıdır. Gizli saklısı da yok. “Sermayeyi, ticareti, sanayii Türkleştirmek” dediler. Bu nasıl olacaktı? Başkasının elindekini alıp kendine mal edecektin, sen yürütecektin. Bugün Türkiye’de bir sanayici zümresi vardır. Türkiye’de Türk olan tüccar zümresi vardır. Hem de hiç küçümsenecek bir durumda da değildir. Dünyanın her yerinde Türk yatırımcılar var artık. Türk inşaatçılar var. Gidiyor Rusya’da alışveriş merkezisi inşaat ihalesi alıyor. İşte bunların hepsi, o çökme kültürünün bugüne getirdiği birikimlerdir.
Son yıllarda iktidar bloku tarafından sistematik olarak propaganda edilen milliyetçilik ve ırkçılıkta doz yükseltilmeye devam ediliyor. Gerek orman yangınlarında gerekse mülteciler sorununda yansımalarını gördüğümüz ırkçılık ve milliyetçiliği körükleyerek iktidar ne elde etmeyi umuyor?
Şu an dünyada milyonlarca insan mülteci durumunda. Çünkü günümüz kapitalizmi insanların elindeki ve avucundakini, emeğiyle ürettiğini çalmakla kalmadı. Artık onların doğasını da tahrip eder hale geldi. Bu da ister istemez çaresizlik içerisinde insanların yerini, yurdunu terk etmesine yol açan bir şey. Korkunç bir yoksullaşma var. Açlık var. Kalıp açlıktan ölmek veya can havliyle paçayı bir yere atmak! Bu ikisi arasında sıkışmış insanlar var. Bundan Türkiye’de kendi payına düşeni alıyor. Hem kontrolsüz bir göçmen akını var, savaşlardan kaçan insanlar, şiddetten kaçan insanlar veya yoksulluktan kaçan insanlar… Bir yandan da Türkiye bundan yararlanıyor. Daha geçenlerdeydi AKP’li birisi dedi ki, “Ekonomi çöker eğer mülteciler olmazsa!” Burada kastettiği şey, mültecilerin emeğinin sömürülmesidir. Dünya hem üretim pazarı hem de tüketim pazarı olarak küresel sermayenin elinde. Dünyaca ünlü markaların menşeleri ya ABD ya Avrupa ülkeleridir. Ama üretim yerlerine bakıyoruz, Bangladeş çıkıyor. İşçiliğin en ucuz olabileceği yerde üretiyorlar. O anlamda Neoosmanlıcılığın bir karşılığı yok. Çünkü senin böyle bir girişimin yok ki, bundan böyle yararlanabilesin…
“IRKÇI VE MİLLİYETÇİ AKIM, BARIŞLA GEÇİNEMEZ”
Devlet şiddeti hemen her protestoda devreye giriyor. Sokak, neden politik alan olmaktan çıkarılıyor?
Çünkü sokağın şu sıra sesi, adaletin sesi. İnsanlar sokağın sesini duyarlarsa ciddiye alacaklar. Türkiye’de bugün doğru önermeler getiren siyasi akımlar var. Bu doğru önermeler insanlara ulaşırsa karşılık bulabilir. ‘O yüzden de biz bunların insanlara ulaşmasına engel olmalıyız.’ Bütün mesele burada. Biz öyle bir yapı kurmalıyız ki, insanlar bunları duymasınlar. Medyayı tekelimize alalım. Bütün televizyon kanalları bizim türkümüzü söylesin. Bütün gazeteler bizim türkümüzü yazsın. İnsanlar da bizden başka bir şey duymasınlar. Bunun arka planında bu var. Bugün HDP’nin söylemleri toplumun geniş kesimlerine ulaşırsa, HDP’nin alacağı oy, asla yüzde 25’in altına düşmez. Bunu göze alamıyorlar… Barış sözcüğü zaten lanetli. Barış sözcüğünden nefret ediyor bunlar. Çocuklarına bunlar Barış diye isim koymuyorlar, Savaş diye isim koyuyorlar… Irkçı ve milliyetçi akım, barışla geçinemez. Tam tersine o savaşla geçinir. Düşmana ihtiyacı vardır. Ötekine ihtiyacı vardır. Karşıta ihtiyacı vardı. Onun karşısında kendisini kıyaslayıp, iyi bir yerde olduğunu zannetmekle bu olur. Hep karşısına alacağı birileri olmalı ki hep onunla kıyaslayıp, kendisini iyi hissetsin. Bundan mahrum olduğunda kendi çıplaklığıyla yüz yüze kalacak. Akılsızlığıyla, beceriksizliğiyle, yoksulluğuyla yüz yüze kalacak.
“DERİN DEVLET DİYE TOPU TACA ATMANIN MANTIĞI YOK”
6-7 Eylül ile ilgili devletin rolüne ilişkin neler diyeceksiniz?
Derin devlet demenin anlamı yok. Derin devlet gizli değil. Alenen yapılan bir şey. Evet bir görev tanımı, görev bölümü de var. Sen bunu yapacaksın, ben bunu yapacağım. Benimki legal seninki illegal olabilir. Uzlaşmaya varmışız ama ikimizde aynı bünyenin elemanlarıyız. Dolayısıyla derin devlet diye topu taca atmanın mantığı yok. Derin de aynı devlettir, yüzeydeki de aynı.
Bütün azınlık toplumları özellikle kendi ülkelerinde azınlık durumuna düşmüş toplumlar, oranın yerlisiyken azınlık durumuna düşmüşlerse öncelikle entegrasyona önem verirler. Herkes yaşadığı ülkenin şartlarına ayak uydurmaya çalışır, Cumhuriyetin kuruluşu için efsane bir söz vardı: Cumhuriyeti kurarken toplu iğne bile yapamıyorduk! Doğrudur. Cumhuriyeti kurarken yapamıyordunuz zira cumhuriyeti kurmadan önce toplu iğne yapanları imha ettiniz. Osmanlının ticareti de sanayii de vardı. Sonrasında cumhuriyeti kuracak olan kadrolar önce bunları sıfıra getirdiler. Dediğim gibi süreklilik içinde devam eden devlet zihniyeti, devlet aklı, hiç kesintiye uğramadı. İktidardaki partinin değişimiyle değişecek bir şey değil bu.
“ESKİDEN, ERMENİLERİN, RUMLARIN, YAHUDİLERİN, ŞİMDİ ALEVİLERİN EVLERİ İŞARETLENİYOR”
Bir daha 6-7 Eylülleri yaşamamak adına nasıl ders çıkartılabilir?
Sanıyorum ki bu çok zor bir şey. Çünkü bu tür şeyleri tasarlayanlar çok profesyonel. 1977 1 Mayıs’ını veyahut 1978 Maraş’ını tasarlayanlar aynı adamlar. Bunlar ihtiyaç duyduklarında uluslararası akıllar da bunlara desteğe geliyor. ’77’de biz bunu gördük. CIA ajanları cirit atıyordu… O zamanki adıyla Marmara Etap Otelin 7’inci katında karargah kurmuşlardı CIA ajanları. Biz deneyimle bunları bildiğimiz için, bizim bunlarla baş etmemiz çok zor. Bu insanlar isterlerse iki günlük ön bir çalışmayla üçüncü gün burada kan gövdeyi götürebilir. Bizim bunu önleyecek donanımlarımız üzgünüm ama olamaz. Bunlar çok büyük tertipler. Bu büyük tertiplerin çok büyük altyapıları var. Nitekim 6-7 Eylül olaylarında işçi sendikaları da tertibin bir parçası olmuştu. O zaman yeni yeni kurulmuş Türk-İş’e bağlı işçi sendikaları, kamyonlarla sanayi şehirlerinden buraya işçi taşıdı. O kitleler o eylemin içerisinde oldu. Hepsinin elinde aynı tornadan çıkmış sopalar, demir çubuklar, demir çubuk dedikleri levyeler vardı…
Eskiden, Ermenilerin, Rumların, Yahudilerin oturduğu mahalleri işaretliyorlardı. Şimdi Alevilerin mahallerini işaretliyor. Bu güce karşı bizim örgütlülüğümüz ne dün yeterdi, ne de bugün. Çok üzgünüm ama durum bu. Bunları engelleyecek tek şey ülke siyasetindeki değişimdir. Dönüştürebilecek bir güç henüz yok ortada.