Sideli Yorgo Usta’nın öldüğü gün
Yukarı Seki’deki 30 evden 26’sı tamamen yanmıştı. Ev deyip de hepsinin aynı kefeye koymayalım. Bunlardan yaklaşık on tanesi en az yüz yıllıktı. Nerden mi biliyorum?
Fotoğraf: Burhan Kum
Burhan KUM
Sevdiğim bir kelime değil, iktidar ağzı, ama kendimi tanımlamak için başkasını da bulamadım: Büyük Manavgat yangınının doğrudan ‘mağdur’uyum. (Aslında sadece ben değil hepimiz!) 28 Temmuz’da başlayıp, altı günde Manavgat ormanlarının neredeyse yarısını yok eden yangın üzerine çok kişi yazdı, konuştu ancak kimse yanan evinin kavurucu sıcaklığını benim kadar yakından hissetmemiştir. O gün neler yaşadığımı, vaktiniz varsa anlatayım. Ateş paylaşınca azalır mı, yazmadan bilemeyiz. Hele okunmadan, hiç!
Yangın günü Antalya’daydım. Saatte elli kilometreyle esen kavurucu bir poyraz vardı. Köylüler yangın havası der. Her zaman tedirgin olmuşumdur. Saat 11.00 sularında Manavgat Seki köyündeki evimizde bulunan oğlum Deniz telefon etti. Elektrikler kesilmiş. Yangın habercisidir. Deniz, yarım saat sonraki telefonunda, doğu yönümüzde yer alan Kalemler köyünden dumanların yükseldiğini söyledi. Rüzgar kuzeyden estiğine göre, hâlâ umudum vardı. Ancak az sonra alevlerin evin yanındaki tepede göründüğünü söylediğinde evi derhal terk etmesi gerektiğine karar verdik. En değerli varlıkları olan bilgisayarını ve Fender gitarını alarak, terlikleriyle evi terk etti. Evden yüz metre ileride durup şöyle bir geriye baktığında çatının alev aldığını görmüş. Bu, evi son görüşüydü.
Derhal Manavgat’a gittim. Sahile inmiş olan Deniz’le buluştuğumda yangın çoktan geniş bir alana yayılmış, birkaç köyü kül etmiş, internette birinci haber olmuştu. Jandarma yolu kapattığı için köye çıkamıyorduk. Hemen Sideli dostum Hasan’ı aradım. O da, Kalemler’deki dostu Fahri ve eşi Andrea’dan haber alamadığını, onları aramak için Kalemler’e girmeye çalıştığını söyledi. Önce birlikte köyümüz Seki’ye gitmeye karar verdik. Babası ormancı olan Hasan, jandarmanın kapatmayı akıl edemediği tali bir orman yolundan köye çıkardı bizi. Öğleden sonra saat 5’te evimize yaklaşırken gördüğümüz manzara hiç umut vadetmiyordu. Köyün girişindeki ormanlık alan tamamen kül olmuş ancak henüz sönmemişti. Evimizde de durum farksızdı. Büyük bir bölümü ahşap olan evimiz tamamen kül olmuş, ama o da yer yer yanmaya devam ediyordu. Evin girişinde, çeşitli köylerden topladığımız el oyması ahşap eşyaların yer aldığı salonumuz, ilk ve son kez dev bir kor kütlesine ev sahipliği yapıyordu.
Evle birlikte bahçedeki 25 yıl önce diktiğimiz narenciye, nar, incir, dut, avokado ve zeytin ağaçları da kül olmuş, çevremizdeki kızılçam ormanından ise geriye kül ve kömüre dönmüş yüz yıllık ağaçların gövdeleri kalmıştı.
Fotoğraf çekmekten başka yapacak bir şey kalmadığı için Kalemler köyündeki Fahri’leri aramaya karar verdik. Kuzeydeki orman yolu üzerinden Kalemler’e giderken içinde üç genç ormancının olduğu bir araçla karşılaştık. Bize Kalemler’e nasıl gidebileceklerini sorduklarında, şaşırdık ve sorduk, nasıl olur da ormancılar en yakındaki köyün yolunu bilmez? İşe yeni girdiklerini, henüz mevkiye hakim olmadıklarını söylediler. Deneyimli ormancıların, genç (ucuz) iş gücüne yer açmak için işten çıkarıldıklarını duyardık ama bunun sonuçlarının ne olacağına tanık olmak başka bir şey! Dibindeki köyün bile yolunu bulamayan ormancılarla bir yangının söndürülebilmesi mümkün olabilir miydi?
Kalemler’e vardığımızda tamamen kül olmuş bir köy ve Fahri’nin alevler içinde yanan eviyle karşılaştık. Dört tekerli atv’si yanmış, sağlam motosikleti ise köy yönünde yerde yatıyordu. Elli metre ilerde ormana doğru yönelmiş biçimde duran otomobilini gördük. Yanına gittiğimizde, aracın kapısını açık, anahtarının ise üzerinde olduğunu fark ettik. Küle dönmüş çevrede adlarını haykırarak Fahri ve Andrea’yı bulmaya çalıştık. Cevap alamadık. İki gün sonra jandarma, otomobillerinden yüz metre ilerde yanmış bir çalılığın içinde Fahri ve eşi Andrea’nın kömürleşmiş cesetlerini buldu. Ormana doğru kaçan köpeklerini kurtarmak için peşinden koşup, yangının içinde kalmışlar. Köpekleri yaşıyordu.
Seki’ye dönüp köyün diğer evlerindeki hasarı görmek istedik. Yukarı Seki’deki 30 evden 26’sı tamamen yanmıştı. Ev deyip de hepsinin aynı kefeye koymayalım. Bunlardan yaklaşık on tanesi en az yüz yıllıktı. Nerden mi biliyorum? Yirmi beş sene önce, 1995 yılında köye geldiğimde o günlerde 95 yaşında olan Ali amca evinin ahşap balkonunda anlatmıştı. Babası, evini kendisi yirmi yaşındayken yaptırmış. Mübadeleden önce. Evin ahşap işçiliği, köydeki tarihi diğer dokuz ev gibi Sideli Yorgo Usta’nın elinden çıkmaymış. Bakmaya kıyamayacağınız el oyması tavanlar, yüklükler, nakış gibi işlenmiş kapılarla birlikte ülkenin belleğinden, tarihinden önemli bir kesit de kül oldu. Yorgo Usta’nın anavatanındaki son parmak izleri de, hamdolsun, silindi. Ne yazık ki yangın üzerine yazılıp çizilenlerde bu noktaya hiç değinilmedi. Yanan evler istatistiklere sadece birer sayı olarak kayıt edildikleri ile kaldılar. TOKİ yananların yerine bizi borçlandırarak ‘bir örnek’ köy evi yapacakmış.
Peki, biz Sideli Yorgo Usta’ya olan borcumuzu nasıl ödeyeceğiz?