40 yıllık ekonomi politik bir devridaim: 12 Eylül
“Büyük sermayenin de önünü açtığı sürece... ‘Laik sermaye’, AKP’nin kültürel hegemonya kurabilmek için seküler ve Batılı hayat kültürüne savaş açmasında bir sorun görmedi.”
Fotoğraf: Selahattin Yılmaz/AA
Bülent FALAKAOĞLU
12 Eylül darbesinin üzerinden tam 41 yıl geçti.
Zaman geçti geçmesine de darbenin kendisi geçip gitmiş bir şey mi? Yoksa birçok ekonomik-politik devamlılık içeren 40 yıllık bir bütünlüğün alt yapısı olarak dimdik ayakta mı?
Sadece darbeci generallerin yargılanmasıyla hesabı kapatılabilecek bir şey miydi ki 12 Eylül? Yoksa, generaller kameriyelerinde rahat çay içebilmek darbe yapmadıklarına göre, çok daha derin hesaplaşmayı gerektiren bir olay mıydı?
Onca gözaltı, tutuklama, işkence, idam generallerin diktatörlük hevesinden mi kaynaklandı? Yoksa generaller, egemen bir sınıf adına mı hareket etti?
Gerçekten niyet generallerin iddia ettikleri gibi, ‘Kaybolan devlet otoritesini yeniden tesis etmek...’ miydi? Yoksa egemenlerinin ihtiyacına uygun, 12 Eylül Anayasa’sına ruhunu veren topyekün yeniden yapılandırmaya yönelik güç kullanma işi miydi?
Kuşkusuz ki bu sorulara verilecek gerçekçi cevaplar bugünümüzü bütünlüklü anlamamızı sağlayacak.
SAĞ SOL ÇATIŞMASI MI, SİSTEMİN AÇMAZI MI?
12 Eylül darbesinin meşrulaştırıcı anlatısı ‘sağ-sol’ çatışması. ‘Devlet el koydu’ denilip ulvi bir hizmet gibi sunuluyor darbe.
Bu anlatı karşısında çelişkiyi ortaya koyan şu soruları hadi es geçelim: 12 Eylül öncesinde toplumsal muhalefete ve sol-sosyalist örgütlenmelere dönük faşist saldırıların çoğunun devlet destekli olmasına ne demeli? Devlet hem çatışmanın tarafı hem de taraflar üstü mü?
Es geçtiğimiz bu soruların ardından, generaller bildirisinde hiç değinilmeyen bir çatışmaya odaklanalım: Burjuvazinin örgütü TÜSİAD’ın basına verdiği (1979 yılında Ecevit Hükümetinin devrilmesine kısmen etkisi olan) ilanlarına; ekonomik hamlelerle hükümete savaş açmasına…
Neydi büyük sermayenin derdi, niye çatışıyordu hükümetle?
İlanları veren TÜSİAD’ın Kurucu Başkanı Feyyaz Berker, ‘Amaç hükümeti devirmek değildi’ diyor*.
İlanların hükümeti devirmekten öte kendileri için elzem bir sonuç doğurduğunu sarih bir şekilde ortaya koyuyor Berker, “Turgut Özal’ın mimarlığında Türkiye’de serbest piyasa ekonomisinin devreye girmesinin yolunu açan 24 Ocak 1980 kararlarına temel oluşturdu”.
Hükümeti sıkıştırmaya yönelik hamlelerin tümü de ‘serbest piyasaya ekonomisi’ dedikleri dönüşümün sağlanmasına yönelikti.
Patronlar kulübü, hükümetin IMF’nin önerdiği istikrar politikasını uygulama konusunda yetersiz davrandığını düşünüyordu. Sermaye malı ithalatı için özel kesimin kullandığı kredilerde kur garantisinin kaldırılmasına öfke duyuyordu.
Serbest piyasa özlemi niyeydi ki?..
1970’lerin sonuna gelindiğinde iki koşul ülke sermaye sınıfını buna mecbur kılmıştı. Birincisi uluslararası kriz koşullarının etkisi. İkincisi ise yerel iktisadi dinamiklerin yol açtığı sorunlar.
Dünya kapitalist sistemi, yaşadığı ekonomik krizi aşmanın bir yolu olarak neoliberal modeli benimsemişti. Ülkelere de bu ekonomik sistemi (IMF ve Dünya Bankasının aracılığıyla) dayatıyordu.
Hem uygulanan ithal ikameci sanayi modelinin tıkanmış olması… Hem de uluslararası sisteme entegrasyon isteği… Başta sanayi burjuvazisi olmak üzere çeşitli burjuva fraksiyonları için yeni bir yapılanmayı elzem kılıyordu.
Üstelik hem krizin erittiği kârları telafi etmek hem de ihracata dayalı bir model için emeğin ucuzlatılması gerekiyordu.
Gel gör ki…
Serbest ekonomiye geçiş ve ihracat ağırlıklı bir ekonomi anlayışının benimsenmesi konusunda yetersiz gördüğü Ecevit Hükümeti devrilse de… TÜSİAD istediğini elde edemiyordu.
Modelin çerçevesi (24 Ocak kararları) vardı ama hayata geç(e)miyordu. Zira hem işçi sınıfının hem de onunla dayanışma halindeki toplumsal muhalefetin güçlü bir direnci vardı.
Ne tıkanmış birikim rejimine ait krizin yükü emekçilerin üstüne yıkılabiliyordu… Ne de kemer sıkma politikalarıyla neoliberal dönüşüm sağlanabiliyordu.
Burjuva partilerin dönüşümü sağlayamadığı bu koşullar iktisadi krizin yanında Türkiye yönetici sınıfları için siyasi bir buhrana da işaret ediyordu.
Tam da bu noktada 12 Eylül, Türkiye burjuvazisinin ve giderek daha sıkı eklemlendiği uluslararası sermayenin ihtiyaç duyduğu dönüşümü cebren sağlayan bir hamleydi.
Askerlerin eseri gözüken hamlenin iki ana aktöründen biri ABD öncülüğündeki emperyalizm, ikincisi ise burjuvazinin ta kendisiydi. ABD’li diplomat darbeyi, ‘Başardılar’ diye muştularken… Sermaye temsilcisi, dönemin TİSK Başkanı Halit Narin, “20 yıl işçiler güldü biz ağladık, şimdi gülme sırası bizde” sevinciyle karşılamıştı.
TIKANIKLAR AŞILDI, İNŞA YÜKSELDİ
12 Eylül’ün sağladığı dönüşüme ve de… Ekonomiyi, siyaseti ve toplumu yeniden inşa çabasının sonuçlarına değinmeden önce… Türkiye kapitalizminin 12 Eylül’de girdiği rotasında dönem dönem uğradığı restorasyon duraklarının bir kopuşa değil sürekliliğe denk düştüğünü vurgulayalım.
Böylesi siyasi uğraklardan ilki..
‘Postmodern darbe’ diye tanımlanan, Erbakan’ın istifasına ve hükümetin dağılmasına yol açan 28 Şubat 1997 tarihli MGK bildirisi.
Şeriat-laik mücadelesi çatışması gibi yansıtılsa da… Tıpkı 12 Eylül’deki gibi sermaye birikim rejiminin restorasyon sancısının bir sonucudur. Ekonomik politik ilişki ve çatışmaların, sınıfsal ve siyasal gerilimlerin ürünüdür.
Ordunun…
Neoliberal ilkelerle uyumu problemli…
Küresel kapitalizme entegrasyon konusunda (Gelişmiş ülkeler kulübü G7’lerin karşısında Müslüman ülkelerin birliği D-8 kurmak vb.) şüphe uyandırıcı…
RP-Erbakan çizgisinin önünü kesmesi esasen İslamcılığa karşı değildir; Türkiye kapitalizmine biçilen yöne engel ‘geri kapitalist’ tutuma karşı sermaye sınıfının geniş bir kesiminin çıkarları için yapılmış bir hamledir.
Merkez burjuva partilerinin restorasyon ihtiyacına cevap veremediği koşullarda… Ordu bir kez daha siyasi güç olarak devreye girmesidir.
Ordu aynı zaman da iktisadi bir güçtür de; OYAK üzerinden sınai, ticari ve finansal yatırımlarıyla ülkelerinin en büyük sermaye grupları arasında yer almasının getirdiği sermaye refleksiyle hareket etmektedir.
Sermaye adına hareketin de gösterilen sermaye refleksin örtüsü ise ‘şeriata karşı laiklik’ mücadelesi oldu. Geniş bir toplumsal destek için ‘laiklik’ endişesi araçsallaştırıldı.
Türkiye kapitalizminin uzun vadeli çıkarları doğrultusunda gerçekleştirilen 28 Şubat’ın ‘laik’ restorasyonunun sonuçlarından biri de şu oldu: Neoislamcılık ve onun bir temsilcisi olarak AKP doğdu.
Lakin…
Yerli büyük sermaye ve eklemlendiği yabancı sermayenin beklediği, aynı zamanda 28 Şubat’ın da hedefi olan…
Bankacılıktan tarıma, kamu yönetiminden özelleştirmeye geniş reformların…
Hayata geçmesindeki hantallık…
Ordunun artan siyasi gücünün burjuvazi için ‘gereğinden fazla’ gelmeye başlaması…
Mevcut iktidar ortaklarının (DSP, MHP, ANAP) ‘gereğini’ yerine getirecek yapıda olmaması…
Ekonominin yaşadığı yeni krizler ve büyük 99 depremi…
Hepsi üst üste geldi! Ve aktörlerinin, ‘Bin yıl sürecek’ dediği 28 Şubat, geçici bir siyasi uğrağa dönüşerek, yerini yeni bir hegemonyaya bıraktı.
Yeninin inşası için…
2001 krizine sermayenin ilacı olan ‘Derviş programı’ ekseninde sürecek kapitalist tadilatla uyumlu… Üstelik de 28 Şubat restorasyonu tarafından şekillendirilmiş… İslamcı siyasal parti AKP ile burjuvazi uzlaştı!
AKP’nin 18 yıllık iktidar döneminde söz konusu uzlaşıda arada gerilimler yaşansa da, o gerilimler ilk temasta eriyen buzlar olmanın ötesine geçmedi.
İktisadi olarak neoliberal ilkelerle uyumlu İslamcılıkla uzlaşının defalarca gösterdiği gibi; ‘laik’ sermayenin önceliği sermaye birikimi.
Zira 1980 sonrası devletin muhafazakar-neoliberal yapılandırılması da bu laik sermayenin tercihiydi; AKP bu oyunu koyulaştırdı ama bozmadı.
Kurulan çark, büyük sermayenin geliştiği güçlendiği zemini oluşturdu.
AKP’nin içli dışlı olduğu, hatta yapışık olduğu sermaye grubu da bu neoliberal model içinde geliştirildi. Yapışık sermaye grubunun emeği ezme kapasitesi bu model ile güçlendirildi.
Büyük sermayenin de önünü açtığı sürece... ‘Laik sermaye’, AKP’nin kültürel hegemonya kurabilmek için seküler ve Batılı hayat kültürüne savaş açmasında bir sorun görmedi.
* Gazeteci-Yazar Güngör Uras’ın, “Fikir Üreten Fabrika TÜSİAD’ın İlk On Yılı 1970-1980” başlıklı kitabı.
HEDEF TAM MERKEZDEN VURULDU
12 EYLÜL ile birlikte en ağır darbe emeğe vuruldu. Çalışma yaşamı ve işçi hakları konusunda sermaye örgütlerinin talepleri tek tek uygulanmaya başlandı. Kazanılmış işçi hakları adeta kuşa çevrildi.
Darbenin hemen ardından sendikal faaliyetler durduruldu. Grevler yasaklandı. Toplu iş sözleşmesi hakkı askıya alındı. Mücadeleci konfederasyon DİSK kapatıldı.
Nisan 1981’den eylül 1983’e kadar 148 toplu iş sözleşmesi, Yüksek Hakem Kurulu tarafından bağıtlandı. 1980-1987 arasında reel ücretler yüzde 40 geriledi.
Emekçilerin önce örgütlerini, sonra özlük haklarını, giderek iş güvenliklerini kaybettikleri; emeğin sürekli baskılandığı kalıcı bir ağır sömürü rejimi hedefti.
Anayasa ile sendikal haklara kapsamlı sınırlamalar getirildi; lokavt ve grev yasakları Anayasa’ya girdi, hak grevi yasaklandı, sendikalara siyaset yasağı getirildi, sendika kurmak ve sendikal faaliyet zorlaştırıldı.
Hedef tam merkezden vuruldu!
Darbeden bugüne… Sigortalı işçi sayısı yaklaşık 7 kat artmasına, büyük bir işçileşme süreci yaşanmasına rağmen işçi sınıfına dayatılan örgütsüzlük rakamlara yansıdı; 1980’de yüzde 40 olan sendikalaşma oranı yüzde 10’lara kadar geriledi.
Ücretler 40 yıldır eriyor. Sömürü 40 yıldır artıyor. Emeğin milli gelirden aldığı pay düşüyor.
24 Ocak ve 12 Eylül ile temelleri atılan ve Özal döneminde başlayan özelleştirme politikası kesintisiz sürüyor.
Uluslararası finans sermayesine tam olarak açılmaya; özelleştirmelere ve toplumsal zenginlik ile doğal kaynaklara daha çok el koymaya dayalı ekonomik model 40 yıldır tam gaz sürüyor.
HEDEFİ ZİRVEYE TAŞIYANBİR KÂR MUHAFIZI: AKP
AKP’nin yabancı sermaye girişine, ranta ve ucuz emeğe dayalı muhafazakar soslu neoliberalizmi, 12 Eylül’ün sermaye için ektiği tohumları yeşerttikçe yeşertti.
Esnek çalışmaya, taşeronluğa dayalı öylesine bir sömürü cenneti inşa edildi ki… Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, ‘Türkiye bir büyürken siz üç büyüdünüz’ sözüyle kastettiği büyük sermaye semirdikçe semirdi.
Ülkeye hayrına gelmeyen yabancı sıcak paraya faiz ödenebilsin diye… Akarsuyu, ormanı, kenti, kıyıyı, para eden ne varsa ranta çeviren çark beslenebilsin diye… Daha çok artı değer gerekti daha çok sömürü kaçınılmaz oldu.
İşçiler ve emekçiler için öyle bir cehennem kuruldu ki… AKP iktidarında evine ekmek götürme derdinde toplam 25 bin insan, adına ‘iş kazası’ denilen cinayete kurban gitti!
Türkiye iş kazalarında ve gelir adaletsizliğinde dünyanın en kötü üç ülkesi arasında!
AKP döneminde 2003 yılından bu yana 17 grev erteleme kararnamesi yayımlandı.
Reis’inin, OHAL uygulamasını, “Grevdir, boykottur, ıvır zıvır bir şey var mı? Yok” diyerek savunacak kadar sermayenin sözcüsü olduğu…
İktidarının ise… Pandemide çarklar dönsün diye emekçilerin hayatını hiçe sayıp, devletin mali olanaklarını sermaye birikiminin devamlılığı lehine kullanmada beis görmeyecek açık bir sınıfsal pozisyon aldığı AKP…
Kâr muhafızlığındaki tereddütsüzlüğü ile… 12 Eylül projesinin iktisadi ve siyasi sürekliliğini sağlayan önemli bir aktör olarak tarihe kazınmıştır.