14 Eylül 2021 23:19

12 Eylül, iki çocuk, bir doktor…

Çizgisiz bir defterden özenle yırtılmış sayfanın üstüne “Erdal Eren Ölmesin” yazıp altına sırayla ismimizi belirtip imzalamaya başladık, ancak bu imzaları nereye göndereceğimizi de bilmiyorduk.

Fotoğraf: AA

Cemal Hüseyin Güvercin
Cemal Hüseyin Güvercin

12 Eylül 1980 askeri darbesinin demir yumruğu ülkedeki hak ve özgürlükleri ezerken, yurtta ve dünyada neler olup bittiğine dair, bağımsız haber alabilme kanalları da tıkanmıştı. Siyah beyaz yayın yapan ülkenin tek televizyon kanalı TRT’de, darbenin şanlı kurtuluş ve başarı hikayeleri dışında haber yoktu, hatta program aralarında darbe lideri Kenan Evren’in “mühim” sözleri kamu spotu olarak verilmekteydi. Örneğin bir orman fotoğrafının üzerinde “Ormanlarımız, yurdumuzun en değerli varlıklarıdır. Kenan Evren, Milli Güvenlik Konseyi Başkanı” yazan “özlü” cümleyi spiker büyük bir ciddiyetle okur, devamında arka fonda, birkaç dakikalık zafer marşları dinletilirdi. Onca ölüm cezasına imza atan Kenan Evren’in orman konusundaki duyarlılığı, ağaç sevgisi de aslında şaşırtıcı bir durumdu.

Evet Türkiye’de ve dünyada neler oluyordu? Dış dünyada darbeciler için neler söyleniyordu? Ülkedeki sansürlü gazeteler ve TRT’den öğrenme şansı yoktu. Sol geleneğe sahip henüz tutuklanmamış olanlar, bunun üzerine kısa dalga radyo istasyonlarından dış ülkelerin Türkçe yayınlarını izlemeye yönelmişti. BBC Türkçe, Almanya’nın Sesi gibi batılı radyolar yanında, Moskova Radyosu, Sofya Radyosu gibi dönemin sosyalist ülke yayınları dinlenip haber alınmaya çalışılırdı. Yasaklı sanatçıları örneğin Aşık Mahsuni’yi, Selda’yı, Zülfü Livaneli’yi dinlemek, hatta Budapeşte Radyosu örneğinde olduğu gibi istek mektubu gönderip birkaç hafta sonra istek yaptığınız yasaklı sanatçıyı dinlemek mümkündü. Doğu Almanya’dan yayın yapan Bizim Radyo, Türkiye Komünist Partisi’nin Sesi ise “mektup yazarsanız Türkiye’deki adresinizi belirtmeyin, rumuz kullanın” diye uyarırlardı.

Liseye, babamın memuriyet görevi (sürgünü) nedeniyle Elazığ Karakoçan’da başladığım yıl, evdeki küçük radyoda kısa dalga istasyonları aramak bende de hem merak, hem de gerçeği aramanın bir yolu olmuştu. Bir gün bu radyoların birinin haberinde, henüz 17 yaşında olan sol görüşlü Erdal Eren’in idam cezasının onandığını ve pek çok ülkede bu idama karşı kampanyaların sürdüğünü öğrendim. Hiç tanımadıkları bu genç için, yurt dışında, onca insan ayağa kalkmışken bizler neden bir şeyler yapmayalım? Güvendiğim sınıf arkadaşlarımla konuşup bizden 3 yaş büyük Erdal Eren için bir imza kampanyası başlatmaya karar verdik. Çizgisiz bir defterden özenle yırtılmış sayfanın üstüne “Erdal Eren Ölmesin” yazıp altına sırayla ismimizi belirtip imzalamaya başladık, ancak bu imzaları nereye göndereceğimizi de bilmiyorduk. Sayımızın 15’leri bulmasının özgüveni ile bize destek vereceğine inandığımız bir öğretmenimize gidip gururla kampanyamızı anlatarak imzasını istedik. Öğretmenin gözleri faltaşı gibi açılmıştı, bizleri hemen boş bir sınıfa aldı ve bu işten kimlerin haberi var diye sorduğunda: “Kendi aramızda konuştuk, başka kimseye söylemedik ve imzalamaya yeni başladık!” İmzaladığımız kağıdı hızla katlayıp cebine koydu ve “Çocuklar kendinizi, ailenizi hatta bu okulu nasıl bir tehlikeye attığınızın farkında mısınız? Hepinizi toplayıp götürürler, tüm ailenizi hatta bizi mahvederler!!! Çocuklar, bu ortamda hak, hukuk yok, derdinizi kimseye anlatamazsınız! Bizler üzülmüyor muyuz, istemez miyiz Erdal Eren kurtulsun, ama yolu bu değil. Sakın ha sakın!” Suskun, biraz kırgın ve çaresizdik. Bir süre sessizlikten sonra: “Bakın arkadaşlar, unutmayın, bu gibi zor zamanlarda varlığını sürdürmek, ayakta kalmak da devrimci bir mücadeledir!” sözü tesellimiz olmuştu. Ancak, birkaç hafta sonra TRT radyosunda “Yasadışı sol örgüt üyesi Erdal Eren’in ölüm cezası Ankara Ulucanlar Kapalı Cezaevi’nde bu gece yarısı infaz edildi…” Yenilmiştik!

Darbenin lideri Kenan Evren’in, Erdal Eren için “Asmayalım da besleyelim mi?” dediğini duyduğumda “17 yaşında bir çocuk neden asılır? Nasıl kıyılır?” diye düşünüp, kötülüğün boyutlarını tahmin etmeye çalışırdım. Naziler döneminde, Alman Ari ırkını engelliler ve psikiyatrik hastalardan “temizlemek” için “zorunlu ötanazi” programı başlatılmıştı. Naziler, halka amaçlarını daha iyi anlatabilmek için de yürüttükleri kampanyada; bir engellinin aylık, yıllık maliyetini açıklayarak, bu paranın “hiçbir üretimi ve yararı olmayan engelliye mi, yoksa cephede Almanya için savaşan askere mi gitmesini istersiniz?” diye sorarak Kenan Evren’e fikir babalığı da yapmışlardır.

Tıp fakültesini bitirdikten sonra Erdal Eren’le ilgili insani sorum, teknik bir soruya dönmüştü: 17 yaşındaki çocuk, doktor onayıyla 18 olmuş ve “Asılmaya Elverişli” hale getirilmişti. “Bir doktor, 17 yaşındaki çocuğu idama götürecek gerçeğe aykırı raporu olarak nasıl verebilir?” Bu raporu veren doktoru gerçekten tanımak ve sormak isterdim, ama ne mümkün!

İnegöl SSK Hastanesi’nde 1996’da göreve başladığımda, Bursa’da ikamet ediyordum. Her gün Bursa’dan gelen dört meslektaşıma ben de katılmıştım ve tek araçla gidiş dönüş düzeni kurmuştuk. Pazartesi beyin cerrahisi uzmanı Dr. Oktay Çetinsoy, salı ben, çarşamba diğeri vs her birimiz sırayla haftada bir gün şoförlük yapıp, keyifli yolculuklar yapıyorduk. Aramızda en ciddi olanımız bu beyin cerrahıydı, yaşça da büyük olduğundan herkes “abi” derdi. Kısa boylu, orta kilolu, düz ve taralı saçlı, bıyıklı, günlük traşlı ve şık giyimliydi. Az konuşan, kısık sesli, sürekli bir dalgınlık hali olan ve göz göze geldiğinizde yüzünde sahte gülümsemesi eksik olmayan biriydi. Soru sormazsanız, hiç konuşmaz, sohbeti sizin başlatmanız gerekirdi. Bursa’da muayenehanesi vardı ve İnegöl’de çalıştığı için hasta sayısının azaldığından, aslında kadrosu Bursa SSK Hastanesinde iken, bir soruşturma geçirip -haksız yere- buraya gönderildiğinden dem vururdu.

Bir gün kendisine “Beyin cerrahısınız, muayenehanenize ateşli bir bebek getirseler bakar mısınız, yoksa benim alanım değil deyip sevk mi edersiniz?” diye öylesine sormuştum. “Ne demek bakar mısın? Tabi ki de bakarım, o hasta bana gelmiş artık, alanım veya değil, muayenemi yapar ücretimi alırım, hasta bana çorba yap derse çorba yaparım, ücretimi alırım, orası dükkan!” O sakin adamdan böyle bir cevap beklemiyordum, Cumhuriyet okuyan birinin parayı bu kadar önemsemesi beni şaşırtmıştı. “Vay be bu adam her şeyi yapar!”  Cumhuriyet gazetesini, okuduğu sayfadan katlar cebine koyar, sonra kaldığı yerden devam eder reklamlarına kadar okurdu. Bazen odasına uğrardım, kapıyı biraz hızlı açtığımda irkilir, sarsılır, belli belirsiz bir şaşkınlık sesi çıkarırdı. Onu ya Cumhuriyet okurken ya da boş boş masasına veya duvara bakarken buluyordum. Cumhuriyet’i, hep elinde tutardı, onu eski tüfek solcu sanırdınız. Herkesi dinler, asla yorumlara itiraz etmezdi. Gizemli, donuk ve sabit bir yüz ifadesiyle pek ortalıkta dolaşmaz, muayene odasından hastalarını bitirse bile çıkmazdı. 9 ay sonra uzmanlık sınavını kazanıp oradan ayrıldığımda vedalaşmak üzere görüşememiştim bir daha da görmedim.

Yıllar sonra, internette bir arama yaparken Bursa Haber gazetesinden bir köşe yazısı okuyup şok oldum. Dr. Oktay Çetinsoy, Erdal Eren’i ölüme götüren raporu veren doktormuş!!! Kendisi de itiraf etmiş, “zor şartlarda okudum… onlardan çok korkmuştum… ben yapmasam başkası yapacaktı” ve Erdal’ı astıkları gün olan, bir 13 Aralık günü ölmüş.

Nefesim tutuldu, başım dönüyor!!!

Anılarım depreşti, o kaçak yüzü, yıllarca kendini gizlemesi, solcu görünmesi, her gün Cumhuriyet’te deşifre olup olmadığını araması… Aklımdan bile geçmemişti.

Bu gözle, Kenan Evren’in kamu spotunu tekrar düşündüm;
Kenan Evren ağacı çok seviyordu, en çok da darağacını…

Reklam
YAZARIN DİĞER YAZILARI