Gazeteci Kemal Can: Türk-İslam ideolojisi, devlet otoritesine dönüştürülüyor
Seçim sistemiyle ilgili yapılanların iktidarın avantajlarını büyütmeyle ilgili bir tarafı var. Ama asıl olarak karşı tarafın kullanabileceği imkanları ortadan kaldırmaya daha çok yöneliyor.
Gazeteci Kemal Can | Fotoğraf: Kişisel arşiv
Serpil İLGÜN
İstanbul
Son olarak okul öncesi çocuklara zorunlu Kur’an eğitimi getirmeye hazırlanan, günaydın ve tünaydın ifadelerini cahiliye döneminin selamlaşması ilan eden, gençlere kul olmayı telkin eden Diyanet İşleri ve Başkanı Ali Erbaş, tartışmaların odağında olmayı sürdürüyor.
Bir süredir seçim sathımailine girildiğinden, iktidar cephesinden yapılan her hamle ağırlıkla seçimi kazanma hamleleri olarak değerlendiriliyor. Diyanet tartışmalarının yanı sıra, anketler, matematik hesapları, seçim mühendisliklerinin yol verdiği tartışmalar da siyaset gündeminin başlıkları arasında giriyor.
Yakın zamanda “Türkiye tarihinin en kritik seçimi” ifadeleriyle konuşup, tartışılmaya başlanacak seçim gündeminde, özellikle Millet İttifakı adayının belirlenmesine dönük iktidar baskısı, barajın yüzde 7’ye çekilmesi, Seçim Yasası’nda değişiklik planları, iktidar ortakları arasında bir ayrışma olup olmadığı, iktidarın içine oynadığı Saadet Partisi’nin durumu ve önemi köşe yazılarının ve yayınların temel başlıkları arasında.
Bu hafta Cumartesi Söyleşisi’nde Gazeteci-Yazar Kemal Can’la bu başlıkları ele aldık.
İktidarın dini gündelik yaşama daha fazla yerleştirmekle ne hesaplıyor? Baraj neden yüzde 7’ye düşürüldü? Bahçeli’nin din ve laiklik çıkışının arka planında ne var? İktidar HDP’siz bir seçim mi hazırlamak istiyor? AKP’nin oy desteğinin radikal bir düşüş içermemesinin sebebi ne?...
Kemal Can yanıtladı.
Diyanet’in ve dinin daha fazla siyasallaştırılması girişimleriyle başlayalım. Ali Erbaş’ın sahnenin önüne alınıyor olmasının sebebi ne?
Sadece Diyanet değil, bu aslında iki üç senedir sistematik biçimde daha dini hassasiyetleri öne çıkan, işte Ayasofya’nın açılmasından İstanbul Sözleşmesi’ne kadar taşınabilecek, bazı mahkeme kararlarında dini referansların kullanılmasından, Boğaziçi meselesinin Kâbe fotoğrafına bağlanmasına kadar genişletilebilecek, Ayasofya’nın açılmasından sonra oraya atanan baş imamın bir takım sosyal medya paylaşımları, kılıçla minbere çıkmak gibi bir sürü versiyonu var. Yine daha önce Diyanet İşleri Başkanının temel siyasi, toplumsal meseleler hakkında bir tür fetva diye yorumlanabilecek açıklamalarının olması, bütçesinin büyütülmesi, Diyanet İşleri Başkanının protokolde yerinin büyütülmesi filan. Bunun hepsi aslında bir paket. Diğer milliyetçilik hassasiyetleri açısından da bir paket. Ben bunların çok yaygın olan yorumla kendi tabanını tatmin etmek, ya da kendi tabanındaki memnuniyetsizliği yatıştırmak, ya da o tabanı biraz daha “konsolide” etmek için yapılmış hamleler olarak düşünmüyorum. Böyle bir yan faydası da tabii ki vardır. Ama asıl motivasyonun bu olduğu kanaatinde değilim. Asıl motivasyon iki temel meseleye dayanıyor. Bir tanesi çok daha belirgin, bu iktidarın sadece aldığı toplumsal destekten başka bir meşruiyet dayanağına da ihtiyaç duyması.
Nasıl?
Bu iktidar, sürekli milli iradeyi kendisine verilen oyu arkasına aldığı bir meşruiyet zemini olarak kullanıyordu ve sürekli kendi karşısında olan herkese de içerde ve dışarda onu gösteriyordu. Diyordu ki, “toplumun büyük ağırlığı benim arkamda, milli irade beni meşru iktidar olarak tarif ediyor. Dolayısıyla bunu kabul etmek zorundasınız!” Ama referandumdan itibaren hem geliştirilen yeni iktidar stratejisi, hem iktidarın artık mutlak çoğunluğa dayalı bir desteği devam ettirmesi konusundaki zorluklar, hem de bu iktidarın yeni terkibi, koalisyonun biçimi, çünkü bu iktidara artık MHP de dahil oldu, devlet de dahil oldu, iş dünyasının bir kısmı, ekonomik elitlerin bir kısmı artık bu iktidarın doğrudan bir parçası. AKP iktidarı her zaman koalisyonlarla yürüdü ama son ittifak daha özel bir ittifak. Beka davası üzerine kurulmuş yeni bir meşruiyet tanzimi var. Bu meşruiyet tanziminin içerisinde devlet gibi, din gibi kavram ve kurullar bu iktidarın yeni meşruiyet kaynağının dayanakları haline dönüştürülmek isteniyor. Dolayısıyla bunun bir parçası Diyanet’le ilgili yapılanlar. Yani desteğini büyütmek için değil, bunları kendisine bir destek elemanı olarak eklemekle ilgili bir mesele. İşin bir böyle tarafı var.
İkinci tarafı ise, bu tür bir kabuk yaratarak karşı karşıya gelinmesi, tartışılması, eleştirilmesi sıkıntılı kurum ve kavramları kendisiyle özdeş hale getirerek, karşısındaki güçleri zayıflatmak, zaafa uğratmak, onların faaliyet alanını kısıtlamak. Yani kendi tabanının daha kemik çekirdeğini memnun etme arayışı da vardır ama asıl mesele oy desteğinden başka meşruiyet alanlarına ve odaklarına ihtiyaç duymasıyla daha çok ilgili. Bir de kendi karşısında yer alanların ve kendisine dönük olarak yükselebilecek memnuniyetsizlik deltasının önüne bir takım aşılması zor barajlar yaratıp onların imkanlarını ve dillerini biraz zayıflatma arayışının daha belirleyici olduğu kanaatindeyim.
Diyanet işleri ile ilgili temel stratejisinin böyle oluştuğunu, bunun yanı sıra muhafazakarlaştırma, devletin genel olarak ideolojik bir aygıt olarak din temasını öne çıkartması bir tür dinselleştirmesi çabası da var, ama bu çok AKP’nin keşfettiği bir şey değil, bu 12 Eylül’ün keşfettiği bir şey. Hani o Türk-İslam sentezi üzerinden kurgulanan aslında temel iktisadi tercihlerin yönetsel karşılığını ya da onun siyasi mimarisini daha ideolojik formda ve tartışılmaz bir devlet otoritesi haline dönüştürme projesinin yeni bir versiyonu. Bunu tabii yenileyerek ve daha çok sivrilterek yapıyor. Bu tarafını da dikkate almak lazım.
LAİKLİK SİYASAL BİR MESELE
Din temasının öne çıkarılması karşısında laiklikle özdeşleştirilen CHP’nin pasif tavrı eleştiri konusu. Zaten Kılıçdaroğlu’nun Yargıtay açılışındaki varlığı, Diyanet’e yönelik tutumu zayıflatmış oldu. Başka temel meseleler için de eleştirilere konu olan bu tutum için, CHP yıkıma karşı çıkmak yerine şahitlik ediyor/kolaylaştırıyor değerlendirmesi yapılabilir mi?
Bu kadar sert bir yorum yapmam ama şunu söyleyebiliriz, bir tür “siyasi gerçekçilik”e dayandırılarak bazı alanlara girmemek, oralara dokunmamak, iktidarın her zaman işine yarayacak kimlik siyaseti ve kutuplaştırmadan uzak olmak adına bir takım çok temel meselelerde, ki laiklik böyle bir mesele, laiklik aslında siyasal bir mesele, sadece bir hayat tarzı meselesi değil, çok temel siyasi taleplerle bağlantılı bir şey ve bu ülkenin nasıl yönetileceği ile ilgili çok temel bir tercih meselesi ama iktidar kutuplaştırma siyaseti sayesinde hızla orayı bir takım hassasiyetler, kimlik blokları etrafındaki bir tartışmaya dönüştürebiliyor. Muhalefetin bunun aleyhine olacağını varsayıp, bundan kaçınma arzusu da bu konuları siyaset dışında tutan, bir tür dilsizleştiren bir durum yaratıyor açıkçası. Pek çok meselede bunu görüyoruz. Bu konularda muhalefet bir tür politik gerçekçilik adına bu alanlardan biraz bilinçli olarak dışarda durmak, uzakta durmak tavrını tercih ediyor ve bunun işe yaradığı düşüncesinde olan çok sayıda yorumcu, taktiksyen hatta akademisyen bulunuyor.
Burada iki türlü zarar var. Bir, iktidara kolay alanlar açılıyor, o alanlarda daha fütursuz hareket edebiliyor, çok net baskılar kurabiliyor, biçimlendirebiliyor. Bu otoriterleşmeyi daha da kanıksanan, kabullenilen bir şey haline dönüştürüyor. Ama daha uzun vadeli ve yıkıcı etkisi, bu alanların siyasetin dışına çıkması, toplumun dahil olabildiği bir tartışma zemininden uzaklaşması gibi daha sorunlu daha uzun vadeli bir etki de yaratıyor. Çünkü bugün iktidarın sorunlu çıkışlarına karşılık üretmeyen ya da ona karşı bir direnci örgütlemeyen muhalefet yarın bu alanların tanzimi için geleceğe dair bir politika üretmekten de vazgeçmiş oluyor, ya da geciktirmiş oluyor, kaçınmış oluyor. Zaten iktidar siyaset alanını mümkün olduğu kadar çok daraltmaya çalışırken pek çok alanı siyaset dışı kabul etmek ya da buralara girmekten imtina etmek, siyasi alanın daralmasını besleyen bir sonuç doğuruyor.
BAHÇELİ, İDEOLOJİK KABUĞUN GÜVENCESİ
Diyanet tartışmalarına MHP lideri Bahçeli de dahil oldu ve “Bilinmelidir ki ne dinimize laf söyleriz, ne de laiklik sütununu kaldırırız” dedi. Bu açıklamayla Bahçeli iktidara nasıl bir destek sunmuş oldu?
Aslında bu yeni değil, yani Bahçeli üç yıl önceki bir açıklamasında da “Eğer dini hassasiyetlerle ilgili tartışma söz konusuysa ve buysa karşı durulan şey, biz de o zaman gericiyiz” demişti. Bu ittifakın kuruluş çimentosunda bu çok net biçimde var, Devlet Bahçeli ve MHP bu ittifakın devletin de dahil olduğu, biraz önce söylediğim 12 Eylül’ün çerçevesini çizdiği otoriter formun ideolojik referansların bir tür müfettişi gibi devrede. Gerek dış politika meselelerinde gerek güvenlik politikalarında zaman zaman çatlak gibi tartışılan, öyle yorumlanan ama aslında bir iş bölümünün ifadesi olan bir pozisyonu temsil ediyor Devlet Bahçeli. Klasik sağ tanımlamasıyla milliyetçi-mukaddesatçı büyük çoğunluğa, Türk Sünni çoğunluğa dayalı o ideolojik kabuğun bir tür güvencesi olarak kendisini iktidarda konumluyor. Devletin gücü ve bu ideolojik kalkanın imkanlarını AKP’nin, Erdoğan’ın hizmetine sunmuş oluyor.
MUHALEFETİN BİRLİKTE HAREKET ETMESİNİ ZORLAŞTIRACAK FORMÜLLER ARANIYOR
Seçim barajının yüzde 7’ye düşürülmesi konusundaki varılan mutabakata dair yapılan yorumlardaki ağırlıklı görüş, AKP ve MHP’nin seçime ayrı girmesi durumunda MHP’yi koruma altına alma şeklinde oldu. Siz bunu ikna edici bulmuyorsunuz. Peki baraj hangi saikle yüzde 7’ye çekildi?
Seçim yasası değişiklikleriyle ilgili bütün taktik meselenin, aslında bu daha önceki ittifaklı seçim sistemi korunurken de aynı şekildeydi, bugün de bence aynı şekilde, asıl olarak bu iktidarı zorlayabilecek diğer dinamikleri en dezavantajlı hale itmeye dönük olduğunu düşünüyorum. Seçim sistemiyle ilgili daha önce yapılanların da şimdi yapılanların da iktidarın avantajlarını büyütmeyle ilgili bir tarafı var tabii ama asıl olarak karşı tarafın kullanabileceği avantajları, imkanları ortadan kaldırmaya daha çok yöneldiğini düşünüyorum. Hâlâ ne olacağını tam olarak bilmiyoruz, çünkü onlar da bu anlamdaki taktik durumu sürekli yeniliyorlar. Asıl olarak şu anda iktidar için büyük risk oluşturan, muhalefetin birlikte hareket etmesini zorlaştıracak formüller arandığını düşünüyorum.
“MHP yüzde 7’ye düştü, o yüzden barajı yüzde 7’ye düşürdüler” açıklamasını çok ikna edici bulmamamın nedeni zaten mevcut ittifak sisteminde barajın bir önemi olmamasından. Yani ittifak devam edecekse onu yüzde 7 yapmanın anlamı ne? Ya da bunu niye bu kadar erken ilan etsinler? İkincisi, MHP’nin kendi başına baraj derdini halletmesi üzerine bir seçim yasası değişikliğini bu kadar kamuya açık olarak yapmasının mesneti ne kısmını anlamış değilim. O yüzden bunla ilgili olacağını söylenen şeylerin de, olması düşünülen şeylerin de biraz muhalefetin alacağı pozisyona ilişkin yoklamalar ve onların netleşmesine göre değişecek şeyler olduğunu düşünüyorum. Şu anda büyük motivasyonunun da bu olduğu kanaatindeyim.
HDP’NİN SEÇİM GÜVENLİĞİ MESELESİNDE YALNIZ BIRAKILMASI ÇOK DAHA ÖNEMLİ
Barajın yüzde 7’ye düşürülmesinin HDP’ye zarar vermeyi de kapsadığı yorumları yapılıyor. Kapatma davasını da anımsarsak, HDP’siz bir seçim arzulanıyor olabilir mi?
Mümkün tabi. Zaten HDP ile ilgili strateji epeydir işlemekte. HDP’yi muhalefet ortaklığını bozucu bir unsur olarak kullanma, onu kriminalize etmek, ittifaktaki diğer aktörleri HDP bağlamında birbiri aleyhinde sıkıntıya sokmak, işte kimi İYİ Partililere doğrudan açık saldırı, Meral Akşener’e de “daha bunlar iyi günleriniz” denilerek teşvik edilen tepkilerin, Kılıçdaroğlu’nun aynı şekilde HDP’yle denkleştirilerek kriminalize edilmeye çalışılması; Bahçeli’nin HDP’nin bir daha yerine parti kurulmamak üzere kapatılması talebinin hepsi birkaç yıldır sürmekte olan sistemli bir politika. Ama yerel seçimde görüldü ki bu fiilen bazı sonuçlar üretse bile seçmen nezdinde ve şu andaki ana akım politik muhalefet parti liderlerinin tavrı itibariyle kısmen geri püskürtülmüş durumda. Yani iktidarın bu tacizleri istediği sonucu tam olarak almış değil. Hem Akşener bir tür muhalefette kalma kararlılığından vazgeçmedi, hem Kılıçdaroğlu bu tutumdan vazgeçmedi. Tabii ki HDP’yi dahil etmeyle ilgili sorun devam etmekle birlikte, HDP’nin varlığından dolayı en azından muhalefet bloku dağılmış değil. Kapatma davası büyük ölçüde bu meselenin bir parçasına önümüzdeki günlerde dönüşecek.
HDP ile ilgili meselede baraj oynatması nedeniyle stratejik oylarını kaybedecek HDP’nin gerilemesi olasılığını hesaplayanlar olabilir ama gerçekçi olduğunu düşünmüyorum. HDP’nin seçim alanında seçim güvenliği açısından yalnız bırakılmasının çok daha önemli olacağını düşünüyorum.
Yalnız bırakılması nasıl sonuçlar doğurur?
İki türlü, birincisi bu tür bir yalnızlaşma hissi seçmenin motivasyonunu düşürebilir. Buna küskünlük de diyebiliriz ama daha önemlisi alanda doğrudan seçim güvenliğini riske sokabilir çünkü bölgede HDP’nin sandıkları tek başına koruyamaması, diğer muhalefet partilerinin orada HDP’nin yanında yer almaması, devlet gücünü büyük ölçüde ve çok daha fütursuz biçimde kullanmaya hazırlanan iktidarın gerçek oy tablosundan farklı sonuçlar üretebilmesini mümkün kılar. Bu azımsanmayacak bir risk diye düşünüyorum. Dolayısıyla ittifak içinde olup olmamasından bağımsız olarak muhalefet partilerinin seçim güvenliği konusunda amasız fakatsız bir ortaklık oluşturması ve her yerde bu ortaklığı mümkün kılabilmesi gerekir.
Kapatma davasının da ben önümüzdeki dönemde bu çerçevede hem demin dediğim stratejinin devamı anlamında, hem de HDP’nin seçime dönük siyasi performasını daha da boğma anlamında aktive edilebileceği kanaatindeyim. Buna karşılık HDP son hem Demirtaş’ın açıklamaları, hem bir tutum belgesi tavrıyla birlikte muhalefet partilerini daha somut ilkesel çerçeveye çağırmasının sonuç verebileceğini düşünüyorum. Burada HDP’nin öncü bir rol alması tabii ki zor ama hızlandırıcı bir etki yaratması mümkün.
YEREL SEÇİMDE İNŞA EDİLEN MUĞLAK ZEMİN KORUNMAK İSTENİYOR
Seçim yasasıyla oynamak da dahil elindeki her aracı HDP’yi boğma yönünde kullanması iktidar için de risk oluşturmaz mı?
Evet, yol açar tabii ki, ama şöyle bir faktörü orada devreye sokmaya çalıştığını düşünüyorum. Son olarak Diyanet İşlerini de bu konuda devreye soktuğunu anlıyoruz, Diyanet İşleri Başkanı laikle ilgili çıkışlar yanında Diyarbakır’a gidip sivil toplum kuruluşlarıyla toplantı yapıyor vs. Yani dinsellik temasını alanda yeniden aktive edecek bir tutum içine giriyor ve burada aslında HDP’nin muhalefet nezdinde yalnızlaşmasını, bir çare odağı olmaktan ya da bir kimliği ve talebi gösterecek ana odak olmaktan çıkarmanın kısmi olarak pragmatik ya da başka kimlik aidiyetleriyle davranan seçmen üzerinde bir karşılığı olabileceğini, bunun getirisi götürüsünün kendi avantajına dönebileceği varsayımıyla hareket ettiğini düşünüyorum. Evet bunun bir artısı eksisi var ama şöyle bir mantıkla bakıyor; aslında ilginç bir biçimde muhalefet kanadında da bunu düşünenler var, HDP olmasa, devreden çıksa bir boşluk oluşacağını, o boşlukta o andaki enstrümanları güçlü olanın ya parça kopararak, ya da bazı potansiyeli yeterince etkili kullanmayacak bir alana iterek avantaj sağlayabileceği hesabı yapılıyor diye düşünüyorum.
Millet İttifakı, HDP’nin ittifaka dahil edilmesi konusunda geçiştirme siyasetini sürdürüyor. Bunun gerçekleşebileceğini söylediniz. İYİ Parti’nin buna reaksiyonu ne olur?
Şöyle düşünebiliriz, bunu söylemek zorunda bırakılmadığı takdirde İYİ Parti’nin buna çok yüksek bir itiraz yapmayacağını en azından yerel seçim sırasında gördük. En azından Akşener’in tarzı açısından bunu söyleyebiliriz, buna mecbur bırakılmadığı, bu zorlamanın içerisinde görülmediği ve bu resmi vermek durumunda bırakılmadığı takdirde bir itiraz etmemenin yeterli sayılmasını istediğini ya da beklediğini düşünebiliriz. Kısmen, bazı açıklamalarında HDP de aslında “gurur kırıcı” biçimde bunun yapılmaması durumunda böyle bir zeminin mümkün olabileceğinin kapılarını tamamen kapatmış değil. Ama bir yandan son açıklamalar itibariyle da bunun bir tür HDP’yi hesap dışı saymak, yok saymak sınırında da görünmemesi konusunda bir hassasiyet var. Şu anda Millet İttifakı’nın temel refleksi büyük ölçüde yerel seçimde inşa edilen muğlak zemini en az hasarla bir sonraki seçime de taşımak gibi görünüyor.
GENEL REFLEKS HEMEN SONUCA GİTME ACİLİYETİ TAŞIYOR
HDP’nin Millet İttifakı’na kapıyı tam kapatmama tutumunun yanı sıra en geniş demokrasi ittifakını oluşturma çağrıları da var. Yine iki kutup dayatmasından çıkılarak, halka bir üçüncü seçenek sunma yönünde sol, sosyalist partilerin girişimleri söz konusu. Bu çağrı ve çalışmaları nasıl izliyorsunuz?
Tabii ki şu anda teorik olarak bunların bir karşılığı var, daha toplumsal dinamikleri içine dahil eden ve siyasi alanı genişletmeye hamle eden bir politik müdahalenin çok daha anlamlı olduğu kanaatindeyim. Fakat bir de işin bir pratik yönü var, o da şu; şu anda büyük ölçüde seçmen refleksi ve genel kamuoyunun tazyiki çok da siyasi derinleşmeden yana değil açıkçası. Yani şu anda herkesin hem siyasi aktörlerin, hem de genel olarak kamuoyunun ve parti tabanlarının genel refleksi hızla sonuca gitmeye dönük bir aciliyet içeriyor. Dolayısıyla daha taktik formüller, hızlı modeller, kestirme yollar, çabuk sonuç alabilecek şeyler daha çok ilgi görüyor ve bunların oluşturduğu baskı zaman zaman sorunlu popülist çıkışları da besliyor aslında. Burada çözülmesi gereken mesele genel ihtiyaçla acil beklentileri bir zeminde birbirinin aleyhine olmaz biçimde ilişkilendirme beceresi. Buna kafa yoran, bunla ilgili politika üreten fazla odak yok. Bir tarafta tamamen “tamam olacak, bunlar gidiyor, bir an önce kazaya uğramadan menzile varmalıyız” aciliyeti, seçmen desteği de var bunun, aktörleri de var, yorumcuları da var; bu tarafta da yeniden bir kamuoyu inşa edecek, yeniden bir toplumsal dinamiklerle ilişki kurabilecek bir siyaset tasarımı yaratma tartışmaları var. Bunlar şu anda birbirinden epey uzakta duruyor. Ama aslında bunların bu kadar ayrı şeyler olmaması lazım.
20 yıldır, aslında 40 yıldır Türkiye’de 12 Eylül ve neoliberal sistemin ürettiği siyasetsizleştirmenin mahsulü bu aslında. Siyaseti tamamen teknik bir alana iten ve mümkün olan bütün siyasi alanı besleyecek kaynakları kesen siyasetsizleştirmenin mahsülleri bunlar. Çünkü sadece siyasi aktörleri değil, siyasetin kendisini de hadım eden bir süreç yaşadı Türkiye, aslında bütün dünya. Bütün o merkez siyasetin çöküşü de bunun mahsulüydü zaten.
AKP KARŞISINDA OLMAK, OTORİTERLİĞİN KARŞISINDA OLMAK ANLAMINA GELMİYOR
Siyasetsizleştirme daha da yoğunlaşmışken, meseleler politika alanının dışına itilmişken seçim siyaseti nereye kurulacak?
Görünen o ki, iktidar bir süredir derinleştirdiği stratejisini çok da değiştirme niyetinde değil. Yani yine kimlik siyasetinin araçlarını kullanacak, popülizmin dilini kullanacak, ama ekstra olarak özellikle son 4-5 yılda, yani sistem değişikliği ile sağladığı ve devleti de içine aldığı parti devletine dönüşme yanında seçime bir siyasi aktör olarak değil, devlet olarak girme niyetinde. Bahçeli’nin “Ülke bunlara bırakılamaz” cümlesinin arkasında biz her şeyiyle devletiz! Bunun ideolojik kabuğu, milliyetçilik, mufazakarlık, Türk Sünniliği çoğunluk ve onun güvelik öncelikleri, onun hassasiyetleri ve onu destekleyen Sünni Türk kalabalıktan oluşan ve millet olmayı hak eden parçası. Bu toplamı koyup, bunu değiştirmeye, yıkmaya çalışan herkesi kimi düşman, kimi hain, kimi lüzumsuz unsurlardan oluşan diğerleri tablosunu büyük ölçüde devam ettirecek. Bunu görüyoruz.
Buna karşılık, tıpkı 2010’larda çok popülerleşmiş biçimde buna karşı çıkan dinamikleri kendiliğinden anti otoriter, demokratik filan olduğu iddiasındaki başka bir dalga var. Bu da karşı popülizm üretme derdinde ve şu iddiayı taşıyor, bugünkü iktidarın karşısında yer almak, kendiliğinden demokrasiyi istemek, anti otoriterlik, hatta kimilerine göre antiemperyalistlik gibi bir iddiayı karşılık olarak üretmeye çalışıyor. Bu da çok doğru değil. Bugün AKP karşısında olmak kendiliğinden otoriterliğin karşısında olmak anlamına gelmiyor. Böyle bir sıkıntılı denklik içinde seçime gidiyoruz.
‘BİZ DAHA DOĞRU YAPARIZ’IN SEÇMENDE BİR KARŞILIĞI OLMUYOR
Seçime giderken iktidar yanlısı yazar yorumcuların “en büyük muhalefet yoksulluk, zamlar” uyarıları dikkat çekiyor. Özellikle ekonomik saikler oy tercihlerini daha hızlı dönüştürebiliyor ama şu günlerde rekorlar kıran enflasyon, yoksulluk ve işsizlik AKP’deki erimeye beklendiği kadar yansımış değil. İktidar desteği bünyesinde hâlâ nasıl tutuyor ve Erdoğan seçime giderken yoksulluğu, hayat pahalılığını, işsizliği nasıl yönetecek?
Bir süredir bir yönetememe krizinden bahsetmemizin nedeni bu zaten. Kendisi için de sorun üretmeye başlayan temel meselelerle ilgili bir çözüm cümlesi kurmuyor, ya da buna ilişkin bir cevap kapasitesi artık kalmış değil. Bu ister ekonomik krizle ilgili olsun, ister eğitim meselesinde, çevre sorununda, pandemide olsun değişmiyor, bir çözüm perspektifi sunmuyor. Sadece onlara başka alternatifin olmadığını anlatıyor. Ülkeyi bir tür seçeneksizliğe iterken, kendisini destekleyen seçmeni de bir tür tutsaklığa mahkum ediyor. Başka bir seçenekleri olmadığı için böyle devam etmeleri gerektiğine ikna etmeye çalışıyor.
Bunu kıracak olan şey başka bir seçeneğin mümkün olabileceğini yeniden anlatabilmek. Yani muhalefetin sürekli yapısal bir sorunu tarif edip onun üzerine konuşmak yerine “biz daha doğru yaparız”’ı söyleyince hiçbir karşılığı olmuyor. Yani aslında yapılanlarda bir mesele yok, yapanlarda bir sorun var biz daha önce iyi yapıyorduk, tekrar bizi getirirseniz tekrar iyi yapmaya başlarız. Kötü yapanlar, liyakatsız, beceriksiz yöneticiler. Bunun seçmende çok kabul görmediğini anlıyoruz. Dolayısıyla aynı hatayı muhalefet yaptığında bir radikal değişiklik tablosu oluşturmuyor.