Futbol sahasının bitmeyen maçı: Ezilenler egemenlere karşı
Sermaye-iktidar ortaklığı futbolda tesisleşmeyi üstlenerek bir yandan rant sağlamakta iken öte yandan kulüp yönetimlerine de dahil olarak kurmak istediği kültürel hegemonyayı sağlamaktadır.
Fotoğraf: XoMEoX/Wikimedia Commons (CC BY 4.0)
İbrahim KOÇ
YTÜ
“Futbol asla sadece futbol değildir” diyor ünlü spor yazarı Simon Kuper. Kapitalizm geliştikçe sermayeyle daha da iç içe geçen bir spor dalına dönüşen futbol, belli takımların bütün dünya ülkelerinde taraftara sahip olmasına sebep olan bir durum yaratsa da futbol takımları sadece armalarından ve renklerinden ibaret değildir, bulunduğu bölgelerdeki işçilere, oranın kültüre dair özellikler taşır.
Din, kültür, sanat gibi spor da toplumda ideolojik bir rol de oynayan bir üst yapı kurumudur. Bu sebeple, burjuva iktidarlar, toplumun diğer üst yapı kurumlarında kurmak istedikleri hegemonyayı geçmişten bugüne kadar en kitlesel spor olan futbolun üzerinde de kurmaya çabalamışlardır. Dolayısıyla futbolun kimi zaman; milliyetçiliği, ulus rekabetlerini, yabancı düşmanlığını, kadın düşmanlığını körükleyen bir role büründüğünü geçmişte ve günümüzde görebiliriz.
Kendisini gösterebileceği en büyük ulus-devlet arenası olarak Dünya Kupası’nı gösteren Mussolini, oyuncuları maçları kazanmaları için ölümle tehdit etmiş, milli takım zaferlerini oyunculara askeri üniforma giydirerek bir askeri şova çevirmişti. “Futbol olmasaydı Portekiz’i yönetemezdim” diyen bir başka faşist lider de Portekiz’i baskı ve şiddetle yönetmiş Salazar’dı. Tribün içlerinde klikler kuran Salazar, ülkede oldukça popüler olan futbolun her alanında kendi şoven, milliyetçi propagandasını yürütmüştü. Futbolun yetenek beşiği olarak adlandırılan Latin Amerika’daysa, halkın hayatının önemli bir parçasını oluşturan bu spor iktidara gelen darbe ve dikta rejimlerinin ellerinde kendilerini meşrulaştırmak için bir araç olarak kullanılmıştı.
BASİT BİR OYUN DEĞİL İDEOLOJİK-POLİTİK BİR BÜTÜNLÜK
Bu örneklerden yola çıkarak şunu diyebiliriz ki, kitleler üzerinde böylesine güçlü bir etkisi olan futbol, basit bir oyundan çok gerçek bir ideolojik-politik bütünlüğe bürünebildiğinden dolayı burjuva iktidarlar futbolun toplumsal etkilerini kendi çıkarlarına kullanmak için kulüp yönetimlerinden federasyon yönetimlerine kadar, futbol yönetim mekanizmalarını yönetmişlerdir. Bu yanıyla, sadece bir oyun olmaktan çıkan futbol, kitleleri bir araya getiren ve tutabilen bu oyunun burjuva iktidarların her zaman etki kurma çabalarının alanı olmuştur.
Türkiye’de de futbol kulüpleri geçmişten bugüne dek hiçbir zaman siyasetten bağımsız hareket etmemişlerdir. Kurulan ilk kulüpler Osmanlı’nın egemen kliklerinin yönetiminde olduğu bir yapıya sahip iken, cumhuriyetle beraber kulüpler her dönemin iktidarının ve sivil-asker bürokrasinin yönetimlerinde olduğu, hatta kulüp başkanlıklarına başbakanların ve milletvekillerinin geldiği bir yapıya sahipti.
AKP’NİN SPOR POLİTİKALARI VE FUTBOL
2000’li yıllara geldiğimizde ise futbola olan ilgisi ile bilinen siyaset arenasının baş aktörü Erdoğan ve iktidarı, futbola yönelik ilgisinin büyüklüğüyle diğer iktidarlardan ayrılmakta. Bu noktada AKP iktidarının spora olan bakışı, kurmak istediği ideolojik kültür inşasıyla birlikte ele alınmalıdır. Nitekim, AKP, milliyetçi-muhafazakarlığın güçlendirilmesini, toplumsal hareketlerin baskılanmasını ve idare edilebilmesini hayatın her alanında kurmak isterken ülkenin haftalık gündemini belirleyebilen futbolu bu noktada kullanmanın öneminin farkında olarak sporun tüm mekanizmalarını bir ağ gibi sarmaladı. Öte yandan futbol, AKP ve çevresinde kümelenen sermaye kesimleri açısından inşaat-rant politikalarının da önemli bir alanıydı.
Öyleyse AKP’li yıllarda sporu ve özellikle futbolu iki üst başlık üzerinden ele almak gerekir;
1-AKP’nin, bütün baskıcı iktidarların yaptığı gibi, sporun ve özellikle futbolun kültürel hegemonyayı kurmak adına kilit bir rol oynadığının deneyiminin farkına varması ve o alanların tümünü kontrol altına almak istemesi.
2-Rant politikalarını stadyum modernizasyonuyla beraber gerçekleştirmesi, futbolun ve sporun yönetimini etrafındaki rantçılara teslim edip onlarla iş birliğini de meşru kılması.
Ülkenin dört bir yanında yapılan yeni tesisler ve statların modernizasyonu adı altında dönen rantla beraber bu ihalelerin iktidarın yakınındaki sermaye gruplarına verilmesi işin rant kısmı. Öte yandan ekonomik ve politik gücünü kullanarak kulüp yönetimlerine, TFF yönetimine gelen patronların ve siyasetçilerin kendi ticari kaygılarını ve politik saiklerini futbolun yönetimi işinin ana odağı haline getirdiği de bir gerçek. Nitekim olayın ekonomik boyutu da küçümsenmeyecek kadar ciddidir ancak bu iki ana gayenin iç içe geçtiğini de söyleyebiliriz. Çünkü, sermaye-iktidar ortaklığı futbolda tesisleşme ve statların modernizasyonunu üstlenerek bir yandan rant sağlamakta iken bunu yaparak kulüp yönetimlerine de dahil olarak kurmak istediği kültürel hegemonyanın camialara kabul ettirilmesini meşrulaştırmakta.
Bu durumun en somut örneğinin 2014 yılında pek çok usulsüzlükle beraber kurulan Başakşehir FK olduğu malum. 7 milyon liralı ve 8 ortaklı bu şirketin ortaklarının hepsinin Erdoğan ve AKP iktidarı ile gerek dolaylı gerek ise doğrudan olarak bağlantıları vardır. Meydanlarda AKP gençliğini tribünlere davet eden Erdoğan, takım henüz şampiyon olmamışken ülkenin cumhurbaşkanı olarak şampiyonluk söyleminde bulunup halkı yeniden statlara davet etmiştir. Nitekim bu söylemler karşılık bulmuş olmalı ki, tribünlerde dönemin askeri operasyonlarına dair koreografiler oluşturulmuş ve ana akım medyada günlerce manşetlerde tutulmuştur. İktidarın çizgisine yakın sloganlar ve pankartlar da her hafta düzenli olarak doldurulmaya çalışılan tribünlerde yerini almıştır. Bu yanıyla kulüp, Erdoğan ve AKP rejiminin kültürel hegemonya mücadelesinin ciddi bir parçası.
Bu çabanın, özel olarak Gezi’de kulüp taraftarlarının doğal örgütlülüğünden dolayı sokaklarda iktidara karşı yer alması ve tribünlerde iktidar karşıtı sloganların haykırılmasının ardından arttığını görebiliyoruz. Özerk olması gerekirken iktidar tarafından adeta atandığı herkesin malumu olan TFF yönetimi, 2013-14 sezonunda Passolig uygulamasını devreye soktu ve böylelikle tribün denetimini güvence altına aldı. Bu arada kendilerine iktidar tarafından özel alanlar yaratılan ve fonlanan eski istihbaratçılar ve mafya babalarının tribünlerdeki faaliyetleri ciddi artmaya başladı. Bu noktada Amedspor takımı ve taraftarlarının uğradığı baskı ve zaman zaman saldırılar madalyonun bir başka yüzüydü.
Bakanların, milletvekillerinin, iktidar temsilcilerinin destek verdikleri takımların bir anda gerçekleşen yükselişlerini ve sonrasında politik ve sosyolojik olarak oynadıkları rollerini, futbolun kendine has dinamikleriyle açıklayamayız. Ülke futbolunun yönetici kurumlarında görev alabilmek için ise iktidarın değirmenine su taşımak gerektiğini de biliyoruz. Elbette ki, böyle bir ortamda adil bir rekabetten bahsetmek söz konusu olamaz.
Yukarıda da bahsettiğim gibi futbol-siyaset ilişkisi ne bugüne ait ne de sadece Türkiye’ye ait bir sorun. Dünyadaki en popüler spor dalı olan bu oyun sadece bir oyundan ibaret olmayıp hayatın her alanında canlı bir biçimde gelişmekte ve aramızda yerini korumakta. Bu yüzdendir ki, toplumsal yaşamın her alanını koşullandıran sınıf mücadelesi futbolun tarihini de şekillendirmiştir. Ancak egemen sınıflar ve iktidarlarının bu spor dalı üzerinde kendi hegemonyalarını kurmak istemelerinin karşısında özgürlükçü ve demokrat-sol tribünlerin mücadelesi de daim olmuştur. Hangi kulübün taraftarı olursa olsun, bu kulüpleri var eden taraftarlar eşit ve adil bir spor mücadelesinde birleşmediği sürece bu oyun daha da kirlenecek ve egemen sınıfın çıkarlarına hizmet etmeye devam edecektir.