Çocuklar hayata aydınlık bir pencereden baksın diye…
Şair Tuğrul Keskin ile son kitabı ‘Karanlığa Kalma’ üzerine konuştuk.
Fotoğraf: Ramis Sağlam
Ramis SAĞLAM
İzmir
Karanlığa Kalma, bir anne sözü gibi içinde sevgiyi, şefkati belki de en çok endişeyi taşıyor. Karanlığın içinden gelecek tehlikelerin endişesidir: Karanlığa Kalma. Böyle endişelerin yaşanmaması adına bir çabadır; Şair, Yazar Tuğrul Keskin’in çabası. “Şiiri boşlayarak” yazıya yönelmenin sorgulamasını yaptığını itiraf eden Keskin “Yazı yazmak, bizim gibi ‘asıl işi yazı’ olmayanları, asli işinden alıkoyuyor çoğu zaman.” diyor. Keskin ile son kitabı Karanlığa Kalma üzerine konuştuk.
Karanlıkta Kalma, merkezinde dönemin acılarına tanıklık yazıları olduğu kadar, kitapta edebiyatın geçmişi ve geleceğine ilişkin yazılar da var. Yazılarınızdan hareketle Karanlığa Kalma’yı tanıtır mısınız?
Kuşkusuz mücadelenin, baskıların ve acının içine doğmuş bir kuşağın insanıyım ben. Doğal olarak kuşağımın acıları ve mücadelesi, yalnızlığı ve yiğitliği hem şiirlerimde hem de yazılarımda çok önde durur. O büyük mücadele kuşağından geldiğim için; bizden yüzlerce yıl önceki insanların eylemleri ve direniş öyküleri, ölüm karşısındaki metanetleri ve yiğitliklerini de öncelerim. Çünkü insan boyun eğmedikçe insandır, örgütlü mücadele içinde dikleştikçe bireydir; ben buna inandım ömrümce. Böyle olunca da ta ’90’lardan günümüze kadar süre gelen yaşamlar, şiir ve yazı serüvenimin en değerli bölümünü oluşturdu. Bu bağlamda denebilir ki bu kitapta; çocuklar hayata aydınlık bir pencereden baksın diye savaşan bir şair/yazarın yazıları ve yaşamdan öğrendikleri var.
Hep söylene gelir ‘Yazar tarihin tanığıdır’ diye. Sadece tarihe tanıklık etmek yeterli mi, başka bir duruş başka bir irade de gerekmez mi?
Karl Marks; ‘Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumlamışlardır; oysa sorun onu değiştirmektir’ diyor ya, tam da bu. Yazılar, şiirler kuşkusuz dünyayı değiştirmeye yetmez; değiştirmek için eylemlilik gerekir. Öyleyse yalnızca çağının tanığı olmak da çağının çağdaşı bir yazar, bir şair olmak için yetmez; kuşkusuz onu değiştirmek mücadelesi içinde olmak gerekir.
Bir de ‘karşı cephenin’ aydına, sanatçıya bir bakışı var elbette. Kitaptaki ‘Anti Entelektüel’ adlı yazıda çok güzel ifade ediyorsunuz bu durumu, buradan hareketle açabilir misiniz?
Entelektüel sözcüğü, dilimize Fransızcadan girmiş. Bizdeki ‘aydın’, ‘münevver’ sözcükleri entelektüeli tam olarak karşılamasa da şimdilik bu sözcüklerde karşılık buluyor. Entelektüel insan; profesyonel ya da kişisel olarak eleştirel düşünce ve mantık sahibi olandır; ‘karşı cephenin’ cahilleri bunun için, entelektüellerden hiç ‘hazzetmezler’ bir haylice de tırsarlar. Çünkü entelektüelin temsil ettiğinin tam tersini onlar temsil eder. Yani işin özeti şu; bizim cephedeki entelektüel bilgide derinleşir, karşı cephedeki bilgisiz, cehalette!
Sizin tanıklığınız içinde kitaba da yansıyan 12 Eylül faşizmi de var. 12 Eylül ve sonrasındaki AKP iktidarında, aydın ve sanatçılar sadece tanıklık dışında, örgütlü bir muhalefet oluşturabildiler mi?
Ciddi, sarsıcı, yol gösterici bir örgüt ve o örgüt içinde kümelenmiş on binlerce örgütlü insan olsa, yüzlerce yıldır aydınlanma mücadelesi veren bu halk böylesi bir zulüm altında kalır mıydı hiç? Elbette güçlü bir örgütsel yapı olmayınca, her disiplinden devrimci sanatçılar da ortaya atılmış maytaplar gibi savrulup duruyorlar… Fakat gücümüz ne olursa olsun, son insana, sanatçıya, şaire değin, bir örgüt içinde gelecek mücadelesinin ve aydınlığın neferleri olmak zorundayız; çünkü ‘Örgütlü bir halkı hiçbir kuvvet yenemez’ bizler bunun bilincinde olmalıyız her zaman.
Kitapta ‘Nâzım Kime Seslendi’ adıyla ilginç bir yazı var; ilginç diyorum çünkü sizin 2014’te yayımladığınız ve Anadolu’da silah bırakan ve İzmir’de, İnciraltı’da kurşuna dizilerek katledilen 200 Yunan komünisti ile ilgili aslında bilinen ama dikkatlerden kaçmış bir paragraf o, biraz söz eder misiniz?
Bu konu çok tartışıldı biliyorsun. Karşı çıkanlar böyle bir olay vardıysa niçin o dönemin sanatçıları hiç değinmediler bu konuya diye söylendiler. Oysa Nâzım 1925 yılında yani o olaydan dört yıl sonra, Karantina’dan İnciraltı’ya doğru yürürken şöyle yazmıştı ‘Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim’ adlı romanının 9. sayfasında: “…Ya Yunan Komünistleri? Yunan ordusunu isyana çağırdıkları için kurşuna dizilenler değil; onlar Anadolu toprağında yatıyor, Mehmetçiklerle yan yana, ötekiler, hapse atılanlar? Hâlâ bir Yunan adasında, demirlerin arkasındalar mı?”.
"DİL HERKESİN YURDUDUR"
‘Dil, yurdudur insanın’ diyorsun bir yazında; gerçekten öyle midir?
Değil midir? Yalınızca şairlerin yahut yazı insanlarının değil, bir ana dilin içine doğmuş herkesin dili, yurdudur. Hiç kimsenin ana dilinden daha şefkatli bir dostu da olmaz yaşamı boyunca… Siz ana dilinizi ne kadar severseniz, ana diliniz de tıpkı bir anne gibi sizi korur ve istemediğiniz kadar ürünler verir yaşamınız boyunca. Bu ürünler bazen bir aşkın peşine düşürür, rüyalar kurdurur size; bazen de büyülü şiirler, romanlar, yazılar olarak kalır elinizde… Belki de bu kavrayıştan ötürü Yahya Kemal, daha 1900’lerin başında “Bu dil ağzımda anne” demedi mi?