Yeşil Kart, küçük Amerika
Amerika, Yeşil Kart başvurularıyla gururlanırken, Türk Yeşil Kartı günde 3 doların altında kazancı olanların alabildiği, devlet onaylı bir yoksulluk vesikası olmuştur.

Esenyurt'ta PTT önünde bekleyen yurttaşlar | Fotoğraf: DHA
İLGİLİ HABERLER

Havuz problemi

12 Eylül, iki çocuk, bir doktor…

Aşı karşıtlığı ya da mayın tarlasında yürümek…
Yeşil Kart, Amerika’nın göçmenler için çekilişle verdiği ve çoğu insanın almak için bin bir türlü zorluğa katlandığı, yeni bir yaşam vaat eden sihirli bir belge. Artık Amerikan vatandaşlığının kapısı aralanmış ve zenginlik, refah, sağlık, eğitim, itibar kısaca Amerikan rüyası, birkaç sene sonra cepte sayılırdı. Sıradan bir insanken, özgürlükler ülkesinde sunulan fırsatlarla, başarılı, güçlü, mutlu insan olmak, kendini gerçekleştirmek içten bile değildi. Buna Amerikan rüyası denilirdi. Gidebilen refahtan payını alır, gidemeyen rüyasına yatardı.
Ancak bizim kurnaz politikacıların söylemleri Amerikan rüyasından daha gerçekçiydi: (Amerika’ya gitmeye ne gerek var?) “Türkiye küçük Amerika olacak!” iddia bu. Bu sözü Demirel, Özal ya da Menderes söyledi sanmayın, başkaları tekrarlamış olsa bile, bu sözü ta 1949 Eylül’ünde memleketi İzmit’te söyleyen, tek parti döneminde yüksek görevlerde bulunmuş Nihat Erim’di. Muhtemelen dönemin “uzaya çıkacağız” söylemine denk düşüyordu. Nihat Erim, tek parti döneminden gelip, Turhan Feyzioğlu’nun Cumhuriyetçi Güven Partisi’ne geçmiş ve geldiği siyasal anlayışa muhalefet etmiş biriydi.
Onun asıl kötü şöhreti 12 Mart 1971 darbesinde askerlerin çağırısı ile başbakan olması ve başlattığı “Balyoz Harekatı” ile ülkenin sol, aydın, ilericilerinin kendi deyimi ile “kafalarına balyoz gibi inecek” dediği, korkunç bir şiddet dalgasının mimarı olmasıydı. “Balyoz” lakabını tam da hak etmişken, “bu dönem her şey mübah” anlamına gelen “Gerekirse demokrasilerin üstüne şal örtülmeli” diyerek, Aziz Nesin ustanın diline düşmüş ve “Şalcı Nihat” oluvermişti. “Türkiye Cumhuriyeti insan haklarına dayanan, demokratik, laik, sosyal bir hukuk devletidir” yazan 1961 Anayasası’nın, halkımıza göre fazla lüks olduğu için, bol geldiği ve daraltılması gerektiğini söyleyenlerden biriydi, tabi ki bu daraltma toplumun “ümüğünü sıkma” anlamına geliyordu, bu haliyle dönemin bütün kötülüklerini temsil eden vesayetçi başbakana, Aşık Mahsuni halkın duygularına tercüman olduğu o türküyü yakmıştı “Erim, erim, eriyesin!”
Nihat Erim, solu, hak ve özgürlükleri ve anayasayı küçültmeye çalışsa da yaptıklarıyla halkın gözünde eriyip kendisi küçülmüş ama ülkede hâlâ “küçük Amerika olma hali” gerçekleşememişti. Üstelik birkaç yıl içinde sol yeşerip yeniden canlanacak ve yeni bir darbe ihtiyacı doğacaktı.
Ne gariptir ki, Nihat Erim, 12 Mart’ın başbakanı iken, partisine transfer olduğu Turhan Feyzioğlu da gelecek darbenin, 12 Eylül’ün sadece 5 saat kadar başbakanı olacaktı. Özal, Feyzioğlu’ndan daha şanslıydı. Darbeden önceki hükümetin başbakanlık müsteşarıyken 24 Ocak 1980 kararlarının mimarı olmuş, 12 Eylül darbesinden sonra da ekonominin sorumluluğunu alarak, askerlerle kol kola görevine devam etmişti. 24 Ocak Kararları, Amerika’nın başını çektiği “yeni dünya düzeni” denilen, sermayenin hakimiyetini getirecek düzene, “uyum” kararlarıydı ve solun “uyumsuzluk” göstereceği kesindi, bu durumda uyum askerin postalı, dipçiği ile, ülkenin bölünmez bütünlüğü adına sağlanacaktı.
Ülkede Amerikan destekli iki darbeden sonra, 80’li yıllarda başlayan ve özellikle Amerikan ideolojisi olan küreselleşme rüzgarları, ekonomide ve sosyal alanlarda liberalleşme ile kendini göstermiştir. Kamusal kurum ve hizmetler kötülenmeye başlanmış, “niteliksiz, hantal ve verimsiz” olan bu hizmetleri savunmak da gericilik sayılmıştı. Devlet kumaş üretmez, tarıma karışmaz, hayvancılık yapmaz, et satmaz, ilaç üretmez sözleri ile başlayan “yapmazlar listesi” devletin el kadar küçülmesine kadar giderdi. Devlet memurluğu, çalışmadan maaş alınan “On dönüm bostan, yan gel yat Osman” düzeniydi. Özellikle de kamudaki “çaycılar” hedeflerden biri olmuştu, sırf müdürlere, çalışanlara çay versin diye işe alınmışlar, bir işe yaramadıkları gibi ödediğimiz vergilerle onca maaş alırlar, çaylarını da bedavaya getirirlerdi. Oysa büyük Amerika’da başkan bile, kalkar kahvesini kendi alır, yanındakilere de ikram ederdi. Bu çaycılarla küçük Amerika olunabilir miydi?
Ülke ekonomisinin teslim edildiği IMF ve Dünya Bankası politikalarının gereği olarak, kemer sıkma önlemleri sağlık, eğitim gibi sosyal alanda derinden hissedilir olmuştu. Kamu sağlık kuruluşlarına yıllarca yatırım yapılmamış, sunulan hizmet geliştirilmek yerine bilinçli olarak bozulmuş ve bu durum, kamunun doğru dürüst sağlık hizmeti veremeyeceği retoriğine dönüşmüştür. TGRT gibi özel hastanesi de bulunan medya kurumları haberlerinde, devlet hastanelerinde rehin kalma hikayelerini, SSK Hastanelerindeki kuyrukları dizi film gibi vermeye başlamışlar, araya da kendi hastanelerinde mucize tedavi haberleri sıkıştırmışlardı. Peki çözüm ne? Daha fazla özelleşme, daha fazla özel sektör, daha küçük devlet.
Peki biz ne zaman küçük Amerika olacağız? Biraz daha bekleyelim, iyi yoldayız! Çünkü uygulanan ekonomik politikalar zengin bir azınlık yaratmış, bunun yanında da “yeteneksiz, tembel, sorumluluk almayan, bedava yaşamak isteyen” -dönemin yoksulluk tarifi bu- bir çoğunluk yaratmıştır. Amerika’daki gibi sınıf farkları derinleşmeye başlamış, bu ülke için saçını süpürge eden, refah üreten, aş ve iş veren zengin bir zümre ile, “bunun kıymetini yeterince anlamayan, çalışmadan, asalak yaşamak isteyen” bu nedenle de yoksul olan büyük bir kitle oluşmuştu. Dönemin başbakanı Özal, bu iki sınıf arasında beklenen seçimini yapmış: “Ben zengini severim” diyerek, aslında 24 Ocak ve darbenin nedenlerine de ışık tutmuş, bundan sonra da kamu kaynakları ile kimlerin destekleneceğini işaret etmiştir.
Ancak başbakanın görmezden geldiği bu yoksullar ordusu, kurulu düzen için bir tehlike oluşturabilirdi. Ülkedeki ekonomik reformların sahibi ve bu yolla tatlı para kazanan IMF ve Dünya Bankası bu riski göze alamazdı. Reform yaptıkları bazı ülkelerde gördükleri şey; en zengin zümre ile en fakir kesim arasında gelir farkı 15-16 katı bulduğunda, korku duvarları yıkılıyor ve iç karışıklıklar başlıyordu. Ekonomideki köklü değişikliklere “yapısal uyum politikası” demişlerdi, bu politikaların yoksullaştırdığı kesimlerin gönlünü/gazını almak, itirazları susturmak için “yapısal uyumun sosyal boyutu” deyip azıcık kesenin ağzını açmaya başladılar.
Sağlık, eğitim gibi sosyal alanlara biraz destek ve işsizlere, yoksullara düşük de olsa parasal yardım yapılması öngörülmüştü. Bunun ülkede ilk yansıması 1986’da Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Fonu’nun kurulmasıydı. Kuş kadar olan asgari ücretin, yarısı da değil, üçte birinden az geliri olan, yani ölmeyecek kadar geliri olanlara bu fondan belli sürelerde yardım yapılabilecekti. Halkımızın yaratıcılığı ile fonun süslü ve fiyakalı adı, Fakir Fukara Fonu yani Fak-Fuk-Fon olmuş ve gerçek kimliğine kavuşmuştur. Darbelerin dayattığı siyasal ve ekonomik kararlarla yoksullaşmış halka, sadaka benzeri yardımlarla; isyan etmemesi, kurulu düzene karşı olmaması mesajı verilirken, uluslararası finans çevrelerine de sistemin devam garantisi veriliyordu. Böylece darbeden önce, cebinde parası ile çay, şeker, tüp gaz alabilmek için kuyruklarda bekleyenler; darbeden sonra Fak-Fuk-Fon’dan üç kuruş para alabilmek için devlet kapısındaki kuyrukların müdavimleri olmuştur.
Biz ne zaman küçük Amerika olacağız? derken, bombayı Demirel patlattı. 1991’de Demirel tarafından en önemli seçim vaadi olarak “Yeşil Kart” evet tam anlamıyla “Green Card” açıklandı. Biz küçük Amerika olduk da ülkeye gelmek isteyenlere mi bu kartı vereceğiz? Amerikan rüyası mı? Maalesef “aç tavuk rüyası” idi.
Bu Yeşil Kart, sosyal güvencesi ve geliri olmayan yoksulların sağlık giderlerini karşılamak üzere tasarlanan, bir yapısal uyumun sosyal boyutu uygulamasıydı. Amerikan orijinali ile sadece isim benzerliği vardı. Sağlık ocakları eliyle verilen temel sağlık hizmetleri ücretsiz olduğundan, ülkede sağlık güvencesi olmayanlar için asıl sorun, hastane yatışlarında ortaya çıkıyordu. Yeşil kart, acil durumlarda, bıçak kemiğe dayandığında yoksula bir nefes olmuştu. Kısa sürede 9-10 milyonluk “Yeşil kart toplumu” oluştu ve ülkenin resmi rakamları ile belgelenen yoksulluk, gün yüzüne çıkmıştı. Yeşil kart, darbeler eliyle oluşturulan adaletsiz düzenin fotoğrafıydı.
Amerika, Yeşil Kart başvurularıyla gururlanır, ne kadar çok insanın ülkesine gelmek istediğini dünyaya gösterir, övünür, kendi saygınlığını tazelerken;
Türk Yeşil Kartı günde 3 doların altında kazancı olanların alabildiği, devlet onaylı bir yoksulluk vesikası olmuştur.
1992’de başlayan Yeşil Kart uygulaması, 20 yıl sonra “60/c-1” adıyla sosyal güvenlik sistemi içine alınarak ortadan kaldırılmıştır.
Nihat Erim’in öngörüsü “uzun erim”de tersine döndü, Türkiye küçük Amerika olamadı, ama yerleşen 500 bin Türk ile Amerika içinde “küçük bir Türkiye” oluştu.
Evrensel'i Takip Et