Bu nikahta keramet var mı?
Eylem Buldu, Ferhat Uludere’yle "Nikâh Sarhoşluğu" kitabı üzerine konuştu.
Ferhat Uludere | Fotoğraf kişisel arşivinden alınmıştır.
Eylem BULDU
eylbuldu@gmail.com
Dönemin getirilerinden nasibini alan alkolü, bağıra bağıra yazan Ferhat Uludere’nin 8. kitabı Nikâh Sarhoşluğu Edisyon Yayınevinden çıktı. Yazarımızın edebiyata kazandırdığı Nikâh Sarhoşluğu’na da rakının ve biranın şerefimize kadeh kaldırışı imza atıyor. Uludere’nin okurları Borges hayranlığını ve kasaba geçmişini kitaplarından görmeye alışıktır ama bu roman bir başka... İster kadın olun, ister erkek, ister genç, ister yaşlı, ister kasabalı, ister şehirli fark etmez. Bu romanın herhangi bir satırında okurun kendisini görmesi çok olası…Sayfalar arasında aile bağlarını sorgulatacak Nikâh Sarhoşluğu için bir ipucu: Bugün dün yüzünden, yarın dünün eseri…
Kitaplarınızda karşıma çıkacak olanı artık tahmin edebiliyorum. Umutsuzluk, her şeye rağmen güzel düşünen adamlar, illaki bira ve günümüze ters köşe ağır ağır yaşanan hayatlar. Nikâh Sarhoşluğu da bu saptamalarımı karşılar nitelikte. Yeni romanınızda geçmişiyle hesapları olan ama yine de geleceğini şekillendiren bir adam var. Biraz sizden dinleyelim mi karakterimizi?
Tek kahramanından ziyade kitabın iki erkeğine odaklanmak isterim. Çünkü hepsi başka bir anlam taşıyor. Anlatıcımız ve damat adayımız her zaman başkasının hayatını yaşamak zorunda kalmış bir beyaz yakalı… Önce annesi, daha sonra da sevgilisi tarafından ele geçirilmiş ve onların varlığını bir özgürlük alanı olarak düşünmüş. Bu aslında hepimizi temsil ediyor. Çıkmaktan korktuğumuz gönüllü hapishanemiz, toplum tarafından kutsanan gelenekselimiz bir anlamda. Diğeri ise tüm kurum ve kuruluşlara karşı gelmiş; evliliğini, çocuğunu ve işini terk edebilmiş bir baba. İkisi birbirine karşı geliyor Nikâh Sarhoşluğu’nda. Toplum muhafaza etmeye çalıştığı değerleri yıkanları nasıl dışlıyorsa; onu da dışlayıp kötü gösteriyor. Müstakbel damadımız babası ve kendi hayatı hakkında karar vermek zorunda kalıyor ve bunu da hayatındaki en önemli dönemeçte yapıyor. Hatta sorgulamayı dedesine kadar götürüyor.
Toplumun muhafaza etmeye çalıştığı değerleri yıkanları dışladığını söylüyorsunuz. Toplumdan kastınız nedir? Kadın, erkek, politik algoritmalar… Hangi güç tarafından dışlanma politikası hüküm sürüyor?
Bunu bir politika ya da sisteme bağlamak gerekmiyor. Her toplumun geleneksel değerleri vardır. Bu değerler biri ya da bir kişi tarafından değil, bir yaşam biçimi olarak belirlenir ve kuşaktan kuşağa aktarılır. Bu değer yargıları bölgeden bölgeye değişiklik gösterse de genel geçer olanları da vardır. Bireye de toplumsal kurallarla yaşamak düşer. Toplum herkesin aynı davranmasını ister ve eğer aksi olursa onu kolayca ötekileştirir.
Romanda baba hayatına rakı döküp keyfine bakan biriyken, oğlu bira olmasa anlatacak bir hikayesi de olmayacak gibi...Yolları kadehlerde dahi ayrılan iki adam var karşımızda. Evlat hayatının eksik olan hikayesinin peşinde roman boyunca. Peki ya baba? Bu ilişkisizliği hep oğlun gözünden okuyoruz.
Roman yazmanın en güzel yanı bu aslında: Bazı soruların cevaplarını hiç bilemiyor olmanız, ama o soruların cevaplarını bulabilmek için yeni bir roman yazmanız gerekiyor. Bir romanın başka bir romana ulanması, ya da ilham olması… Son 11’i yazarken Vedat’ın babası Sedat’ın hikayesine odaklanamamıştım. Ona odaklanmak hikayenin akışını değiştirecekti. Bu kitapta da öyle; babanın bakış açısı hikayeyi bambaşka bir yere götürecekti. O yüzden o kısma hiç girmedim. Kısacası sorunuzu cevaplamak için bir roman yazmam gerekiyor; şu an cevabı ben de bilmiyorum.”
Babası gibi olmaktan korkan birini okurken, babaya duyulan gizli bir hayranlık da karşımıza çıkıyor. Günümüzde farklılıkların ötekileştirilmesine bir eleştiri olabilir mi bu gizli hayranlık?
Her çocuk babasına hayrandır; ama bizim gibi kültürlerde baba evin otoritesi olduğu için sevgisini gösteren biri değildir. Özellikle erkek çocuk için ‘baba’ sevgisizliğin bir karşılığı olur. Bu sebeple de çocuk ile babası arasında erken yaşta bir hesaplaşma başlıyor. Ona benzememe hali gittikçe arayı açıyor ve ne yazık ki babayla hesaplaşmamız çok uzun sürdüğü için babanın keyfini yaşayamıyor insan. Herkeste böyle mi bilmiyorum ama babamla kavgalarımız bitip birbirimizi kabul ettiğimizde o kalbine yenik düştü. İçimde uzun uzun konuşamamanın eksikliği kaldı hep…
Ebeveyn özrüyle büyüyen çocukların sayısı azımsanmayacak kadar çok. Yaşadığımız her sorunun arkasından kaybolan çocukluklarımız çıkabiliyor. Bu durumu duyuyor, görüyor, izliyor bazen de o özrün mağdur kişisi olabiliyoruz. Tıpkı sizin anlattığınızdaki gibi…
Bizim dönemin tüm çocukları benzer hayatlar yaşadı aslında. Babaları varken babasız büyüdüler. Kendim öyle bir çocuktum. Babam işi gereği pek evde olmaz, beraber akşam yemekleri yenmez, bir takım aile ritüelleri bizde gerçekleşmezdi. Birçok hayat böyle yaşanıyor ne yazık ki…
Gelelim romanın komedi kısmına. Evlendikten sonra bir nevi el-ense tokat olacağımız akrabaların karşısına iki dirhem bir çekirdek hazırlanışların iç sıkıntısına ve o absürt komedi kız isteme merasimine… Tanışma, kız isteme, akraba ilişkilerini “tam da böyle” denecek gibi yazmışsınız.
Kız isteme merasimini aslında uzatıp biraz daha vodvil havasına sokmak vardı aklımda. Romanın başındaki karakterler oraya da gelecek ve karakterimiz biraz daha zor durumda kalacaktı, ama bunu yapmadım. Çünkü o zaman yaratmak istediğim etkiyi kaybedeceğimi düşündüm. Bir de anlatmak istediğim şey bir vodvil sığlığında kaybolup gider diye korktum. Ben ailelerin ikiyüzlülüklerine vurgu yapıyordum. Böyle bir durumda birbirlerinden kendilerini nasıl saklıyorlar? Nasıl hiç olmadıkları gibi davranıyorlar? Aslında o insani zaafların bizi biz yapan etken olduğunu göstermek istiyordum.
Hüzünle başlayan komediyle devam eden, acının en üst seviyesinde final yapıyor Nikâh Sarhoşluğu. Bu duygu geçişlerinde ana karakter oğlu yetişkin ağzından, çocukluk bakışlarıyla takip ediyoruz; ta ki sona kadar. Kitabın sonunda çocuk büyüyor diyebilir miyiz?
İnsanlar böyle aniden büyüyorlar; çocuklar bir anda benziyorlar babalarına…
"BENİM KURDUĞUM SOFRALAR HAYATIN KENDİSİDİR"
Sizi erkek dünyasını -özellikle içki sofrasını- çok derin anlatan bir yazar olarak biliyoruz. Sizden ana karakterin kadın olduğu bir roman da çıkar mı? Özellikle son yıllarda yaşanan kadın cinayetlerini ele alırsak, edebiyatın bu yöndeki rolünü siz nasıl değerlendirmeyi düşünürsünüz?
Kadınlar hakkındaki her kararı erkeklerin aldığı bir ülkede bari kadınları anlatmayı onlara bırakalım istiyorum ve o yüzden kadın dünyasına odaklanmış hikayeler yazmıyorum. Ben erkekleri; yitik, kayıp, yenik ve ayyaşları yazmayı seviyorum. Her şeye rağmen içinde barındırdıkları umudu yansıtmayı, kaybetmese de bunun farkında olmadıklarını yansıtmayı istiyorum ve onu yapıyorum. Benim kurduğum sofralar teselli sofraları değildir yine de; benim kurduğum sofralar hayatın kendisidir. Tesellisi de acısı da umudu da oradadır… Ama ilk kadeh hep yenildiğimiz zaman içilir.