Peki ya sınıf?
Janet Barış, sınıfsal çelişkilerin 2010'lar sinemasına yansımalarını yazdı.
Görsel: Zerre filminden bir kare
Janet BARIŞ
Sinemada sınıf temsilleri dediğimizde çok somut, belirgin sınıflar akla gelir ama günümüzde o çizgilerin daha belirsizleştiğini, orta sınıf derken alt sınıfla ya da orta üst sınıfla benzeşen ya da ayrışan noktaların neler olduğu daha görünmez olabilir. En temelde ise işçi sınıfı ve küçük burjuvazinin görünümü yine daha belirgin bir yapıya işaret eder. Genel olarak baktığımızda ise anlatılan hikaye karakterin varoluşu, çevresi ve ilişkileriyle şekillenir.
2010’lardan önce yeni Türkiye sineması şekillenirken sınıf görünmezdi. Burada karakterlerin varoluşsal sıkıntılarının etkisi vardı kuşkusuz. Ev içleri, kıyafetler, konuşmalar her yerde dolanıyor olsa da karakterin kendi sıkıntısı ya da o varoluşsal dünyasından çıkıp sınıfsal bir alanı yaratamıyordu imge. Burada kent-taşra ayrımı sınıfın görünmezliğini etkileyen bir başka unsurdu muhtemelen. ’70’lerden önce sınıfsal temsiller çok fazla odak olmamışken Türkiye sineması da bu kentli-köylü ayrımından besleniyordu en çok. Belki de bir geleneğin modern anlamda bir devamıydı bu bakış açısı...
ANLATI DEĞİŞİRKEN
2010 sonrası ‘70’ler ve yeni Türkiye sinemasını oluşturan dinamikler biraz daha farklılaştı. Burada yönetmenlerin sınıfsal gözlemleri ve dertleriyle hem anlatı farklılaştı hem de seyirciye sınıfsal meseleleri düşündüren alanlar açıldı birden. Toz Bezi’nde sabah kalkıp işe giden gündelikçi kadınlar Nesrin ile Hatun’un hikayeleri vardı ama görünür olan sınıflarıydı aslında. Zerre’de iş arayan, bulmak için direnen Zeynep’in kapı kapı dolaşmasını iş bulmak için çırpınışını gördük ama orada bütün bu süreç yine sınıfın temelleri üzerinden ilerliyor, diyaloglar, ev içleri, kurulan masalar her şey sürekli sınıfı tınlıyordu.
Saf ve Hayaletler filminde ise hem göçmen meselesi, hem de kentsel dönüşümün yoksul mahalleler için ne ifade ettiğini, kendi derdine düşen insanın yanı başında olup bitenleri görmezden gelerek ya da bundan kendine paye yaratarak nasıl çıkabildiğini ve böylelikle kötücül de olabileceğini gördük. Diğer yandan aynı topraktan da olsan göçmen de olsan aynı yoksullukta birleşiliyordu.
Anlatının modernleşmesiyle daha dinamik ve gerçekçi bir kamera dolanmaya başladı satır aralarında. Zaman zaman seyirciyi de dahil eden, salt pasifize etmeyen bu kamera daha görünür kılmaya başladı bazı şeyleri. Gündelik hayat içerisinde sadece ayrıntı gibi duran ‘an’lar burada daha da büyüdü ve güçlü gözlemlerle birleşerek beslendi. İşçinin emeğine yabancılaşması salt bir fabrika sahnesiyle değil aynı zamanda gündelik hayatını sarıp sarmalayan ve koca bir yumak gibi büyüyen bir mesele olduğunu gösterdi seyirciye. Bunu da göze sokmadan, doğal, kendi akışında ve kendiliğinden ilerleyen zamanların bir parçası olarak gördük.
ORTA HALLİ DERTLER
Gerek orta sınıf, gerekse de beyaz yakalının durduğu nokta biraz farklılaşıyor ister istemez. Burada nispeten bir nebze de olsa konfor alanları giriyor devreye. Bu kez de o konfor alanlarını korumak bir dert ve bu da başka türden bir mücadeleyi gerektiriyor. Çalıştığın iş aynı zamanda hayatın anlamı haline geliyor ve gerek Küçük Şeyler gerekse de Son Çıkış filmlerinde ana karakterlerin sistem dışına çıktıklarında farklı biçimlerde nasıl boşluğa düştüklerini açıkça görüyoruz. Sistemin sana söylediği, dayattığı şeyin dışına çıkmak çok zor çünkü; orada ana karakter de tıpkı gündelik hayatta benzer çelişkileri yaşayan beyaz yakalılar gibi sendeliyor. İşçi emeğine yabancılaşırken beyaz yakalı hayatının anlamını kaybediyor.
Hem Çoğunluk hem de Rüzgarda Salınan Nilüfer filmlerinde ise orta ya da orta üst sınfın bakışını belirleyen şeylerin ne kadar sınıfsal olduğunu ve o sınıfı çevreleyen faktörlerin kırılgan olmayacak kadar kendini yeniden üretebildiğine şahit olduk. Bu filmler salt sınıfsal gözlemleri ile değil aynı zamanda toplumsal çıkarımlara dair de önemliydi.
Burjuvazinin görünümleri ise karakterin kendisiyle ilgili daha çok, çevresiyle de ilgili ama birebir vaatlerini, yaşayışını etkileyen ve belki de çevresini de belirleyen şey karakteri oluyor. Bunu en çok Kış Uykusu’nda hissedebiliyoruz. Aydın’ın çevresiyle olan ilişkilerini önceleyen şey kendisi, öte yandan kendisini tarif eden şey ise sınıfı. Korkaklığını da da cüretini de sınıfından alıyor.
ESKİSİNDEN ÇOK DAHA FAZLA
Yeni Türkiye sineması özellikle son yirmi yılda karakterini, hikayesini dünyasını eskisinden çok daha fazla, eskisinden çok daha görünür bir biçimde sınıfı merkeze alarak yapıyor. Kentli-köylü ayrımından ziyade karakterini sınıfının içinde, sınıfıyla birlikte varedebilen bu filmler seyirciye de bildiğinden daha farklı bir alan açıyor. Sadece Türkiye sinemasında değil genel olarak sinemada görünmez kılınan sınıf böylelikle çatlaklardan sızarak, hem usul usul hem de güçlü bir biçimde yolunu buluyor.