Sektörleşemeyen sinema
"Sansürün görece azaldığından bahsetmek mümkün olsa da bakanlık desteği, eser işletme belgesi, TV satışı, dağıtım sorunu gibi meseleler sinemanın/sinemacının gündemini meşgul etmeye devam ediyor."
Fotoğraf: Pixabay
Soner SERT
Bugün, sinema ile organik ilişkisi olmayan insanların dahi bildiği, bu eskimiş veriyi paylaşmakta yarar var: Türkiye sinemasının kurucuları tiyatroculardır. Bir yanıyla bu “kardeş alan”ın emektar isimleri, sinemanın asli unsurları olma vazifesini üstlenmiş olsalar da sinemanın kurumsallaşmasının önünde de bu insanların ziyadesiyle payı bulunmaktadır. Gerek estetik açıdan, gerekse de yapım aşamaları açısından tiyatrocular, sinemanın kendini tekrar etmesine neden olurken, bu genç sanatın yeni bir sanat dalı olarak büyümesine de engel olmuşlardır.
SEKTÖRLEŞME YOLUNDA İLK ADIMLAR
’50’li yılların başında Lütfi Akad, Atıf Yılmaz ve Metin Erksan’ın film yapmaya başlamasıyla birlikte Türkiye sinemasının çehresi de değişmeye başlamıştır. Yalnızca estetik açıdan değil, finansal açıdan da durum değişir olmuştur. Bölgelere ayrılan dağıtım ağları genişlemiş, yapımcı kimliği taşıyan film finansörleri ortaya çıkmış, star figürleri yeni yeni oluşmaya başlamış, -‘60’larla birlikte- ulusal ve uluslararası festivallere film gönderilmeye başlanmıştır. Metin Erksan, henüz ’60’lı yılların başında Berlin Film Festivali’nde büyük ödül Altın Ayı’yı, Susuz Yaz (1963) filmiyle almıştır. Yine aynı dönemlerde Türkiye’nin ilk film festivallerinden Antalya Altın Portakal Film Festivali’nin temelleri atılmıştır. Böylece sektörleşme yolunda ilk adımlar atılmıştır.
Devletin, her alanda olduğu gibi, bu alana da ideolojik olarak hegemonik bir bağlamda yaklaşması, sinemanın kurumsallaşmasını sekteye uğratır. O tarihlerde, filmlerden alınan vergilerin artması, filmlerin periyodik aralıklarla sansüre uğraması yahut çekilmeden engellenmesi alanın bir kısır döngüye girmesine sebep olmuştur. Örneğin, yukarıda bahse konu olan Erksan’ın Susuz Yaz isimli eseri, filmdeki başakların boyunun kısalığından dolayı sansüre uğramıştır. Yetkililere göre, Türkiye’deki başak boyları filmde gösterildiği kadar kısa değildir! Bu sebepten dolayı Susuz Yaz’ın başına gelmeyen kalmaz. Ki tahmin edildiği gibi filmin engellenme niyeti bambaşkadır. Tartıştığı konular, doğal bir ihtiyaç olan suyun üzerindeki mülkiyet tartışması, kadının toplumdaki konumunun sorgulanması, egemenleri rahatsız etmiştir. Yine aynı dönemde Lütfi Akad’ın yönetmenliğini yaptığı Hudutların Kanunu (1967) filmi de denetime girdiği dönemde filmin içeriğine müdahale edilmesiyle-ancak- seyirciyle buluşur. Orada da en az Susuz Yaz’daki kadar trajikomik bir durum yaşanır. Filmde sınır ticareti yapan Hıdır karakterinin, bir mayına basması sonucu, -ölümünün yaklaşmasıyla- yanına gelen oğluna, “Sen oku, kaçakçı olma.” minvalinde gerçekçi olmayan bir söz söylemesi koşuluyla filmin gösterimine izin verilir.
DAĞITIM SORUNLARI VE GÖSTERİM ENGELLERİ
Bir on yıl sonra -’70’lerde- sansür baskısı, dağıtım sorunları ve filmlerin festivallerdeki gösterim engelleri, artarak çoğalır. Sinemacıların, meşhur Sansüre Karşı Ankara Yürüyüşü, bu on yılda yapılır. Yılmaz Güney’in Umut (1970), Ağıt (1971), Sürü (1978) gibi filmleri bu dönemde yasaklanır. Sinema salonları, politik filmler gösterdiği için bu yıllarda bombalanır. Yalnızca denetim kurulunun izin verdiği filmler çekilir. Dünyada ise o dönemlerde Stanley Kubrick, Barry London (1975) filmi için NASA’dan özel bir mercek yapmasını ister ve bu mercek için 180 bin dolar bütçe ayırır. F. F. Coppola, dünya sinema tarihine geçen Godfather (1972-1974) serisinin ilk iki filmini bu yıllarda çeker. Bahse konu olan her iki filmin de maliyeti milyon dolarları bulur. Türkiye’deki ve dünyadaki örnekleri karşılaştırırken nitelik yarışması yapmadığımı söylememe gerek yok sanırım. Tartışmaya çalıştığım durum, bir sektörün varlığı/yokluğu meselesidir.
Türkiye’de sinemanın ’70’li yılları, bir diğer yandan da şaşırtıcıdır. Zira o yıllarda bir seks filmleri furyası başlamış ve devlet, “Hakim olamadık bari onlar da sinemayı kullanamasın.” dermiş gibi seks filmlerine alan açmış ve görece nitelikli sinemayı alaşağı etmeye çalışmıştır.
’80’ler ise ilk yılında gerçekleşen faşist darbeden dolayı yaşam barındıran her alanı yerle yeksan etmiştir. Pek tabii sinema da bundan epeyce etkilenmiştir. Sektörleşemeyen sinemanın başına gelmeye kalmamıştır.
YAPIMCI YÖNETMENLER
’90’lar ise yönetmen-yapımcı kişiliğinin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Her ne kadar ’60’larda ve ’70’lerde örnekleri olsa da bu tanımlama ’90’larda kurumsallaşmıştır. Artık yönetmenler, filmlerinin finansörleri de olmak durumunda kalmışlardır. Öyle ki, özel televizyonların varlığı, festivallere ulaşımın kolaylaşması ve dağıtımın tekelleşmesi yapım olgusunu da başlı başına değiştirmiştir. Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz, Yeşim Ustaoğlu ve Reha Erdem gibi sinemacılar, yapımcılık yaparak film çekmeye başlamışlardır.
2000’lerle birlikte sansürün görece azaldığından bahsetmek mümkün olsa da bakanlık desteği, eser işletme belgesi, TV satışı, dağıtım sorunu gibi meseleler sinemanın/sinemacının gündemini meşgul etmeye devam ediyor. Bugün çeşitli internet mecralarının varlığı, festivallere “bir tık”la başvuruluyor oluşu, sinemaya para yatıran ve bu alandan ciddi dönüşler alan “güçlü” yapımcı figürünün varlığı, devletin sinemaya -her zamanki gibi ideolojik olmanın yanı sıra- ekonomik olarak da yaklaşmaya çalışması, sinemanın sektörleşme yolundaki adımlarında değişikliğe sebep oluyor. Bakalım, ilerleyen günler ne gösterecek?