Siyaset Bilimci Prof. Dr. Murat Somer: HDP uzlaşma için alan açıyor
Sadece Kürtler için değil, anayasanın kendisini kapsamadığı duygusuna sahip herkesin ihtiyacını karşılayacak bir tanınmanın karşılanması sadece Kürtler için talep edilecek bir tanınmadan daha kolay.
Fotoğraf: Evrensel
HDP’nin açıkladığı 11 maddelik adalete, demokrasiye, barışa çağrı belgesi siyaset gündemindeki yerini koruyor. HDP’nin Cumhur İttifakının yanı sıra Millet İttifakıyla da köprüleri attığı yorumları yapılsa da ağırlıklı görüş, Millet İttifakına birliktelik davetiyesi yollandığı ve HDP’nin Türkiye partisi olma yolunda önemli bir adım attığı şeklinde. Nitekim CHP, “Bu ilkeler bizim ikinci yüzyıla çağrı belgemizle uyumlu” açıklamasını yaptı. İYİ Parti, Gelecek, Deva ve Saaddet cephelerinde de tutum belgesinin içeriği olumlu bulundu.
Tutum belgesinin açıklanması öncesinde Kürt sorununda muhataplık meselesi tartışılmış, CHP Lideri Kılıçdaroğlu’nun “Kürt sorununda muhatap HDP, çözüm yeri Meclis” ifadesine yine Millet İttifakı içinde itiraz gelmemişti. Bu tutumun, Kürt oylarına duyulan ihtiyaç yüzünden değerlendirmesi sürerken, Kürt sorununu reddeden Erdoğan tartışmaya henüz dahil olmadı.
Kürt sorunu, çatışma çözümleri üzerine yaptığı çalışmalarıyla da tanıdığımız Siyaset Bilimci, Prof. Dr. Murat Somer de, tutum belgesinde HDP’nin uzlaşmaya imkan sağlayan bir dil kullandığı görüşünde. Bu imkanın Millet İttifakınca kullanılması durumunda bunun demokrasi açısından ümit verici olacağını ifade eden Somer, demokrasi problemlerinin bir çoğunun üniter yapı içinde de çözülebileceğini söylüyor.
HDP’nin tutum belgesinde sizin için en dikkat çekici noktalar neler oldu?
Belgede hem PKK’ya hem Kürt hareketine bence mesaj vardı.
Neydi o mesaj?
Tutum belgesindeki silahlı mücadelenin tarihsel döneminin geride kaldığı vurgusu önemli. Şöyle deniyor; “Sorunlarımızı şiddet aracılığıyla değil; konuşarak, müzakere ederek, diyalog yoluyla çözmek temel düsturumuzdur.” Sol terminoloji kullanarak, tarihsel bir analiz yapıyor. Silahlı mücadelenin artık geride bırakılması gerektiği düşüncesi var burada.
Ayrıca belgede iki şey dikkatimi çekti. Birincisi, Kürt meselesiyle ilgili talep edilen her şey, simetrik olarak Türkiye’nin genelinde uygulanacak politikalar olarak talep edilmiş. Ve adalet gibi ortak sorunlara ağırlık verilmiş. Örneğin Türkiye’deki bütün evrensel kimlik haklarının anayasal olarak tanımlanması. Anayasal tanınma konusu, Kürt meselesinde Türklerle Kürtler arasında en çok anlaşmazlık çıkmış konulardan bir tanesi. Burada bence uzlaşmaya imkan bırakan bir söylem kullanılıyor. Sadece Kürtler için değil, Anayasa’nın kendisini kapsamadığı duygusuna sahip herkesin ihtiyacını karşılayacak bir tanınma biçiminden söz ediliyor. Bunun karşılanması sadece Kürtler için talep edilecek bir tanınmadan çok daha kolay. Bu önemli. Yerel yönetimlerle ilgili de aynı söylem kullanılmış. Yerel yönetimlerle ilgili reformlar zaten benim görüşüme göre de uzun vadede Türkiye’de gerek Kürtler olsun, gerek Türkler olsun herkesin birçok ihtiyacını karşılayabilecek bir reform yöntemi. Birçok sorun üniter devleti de sıkıntıya sokmadan, yerinde çözülebilir. Yerel yönetimlerin simetrik olarak güçlendirilmesi hem Kürtlerin, hem Türklerin talebi farklı nedenlerle. Sadece kültür ve kimlik nedeniyle değil, çevre, ekonomi gibi başka nedenlerle de. İnsanlar sorunların yerinde çözülmesini bekliyorlar, farklı yerel bölgelerin ihtiyaçlarına yönelik, yapım süreçlerine bilfiil katılabilecekleri politikalar istiyorlar. Günlük hayatında büyük fark yaratabilecek yetki ve kaynağa sahip yerel yöneticileri seçebilmek, yönetimine katılabilmek de bir tür tanınmadır.
Belgede demokratik özerklik, ana dil gibi taleplerin dillendirilmemesi de bu uzlaşmaya daha fazla alan açmak olarak okunabilir mi? Zira, tutum belgesi ağırlıklı olarak CHP başta olmak üzere Millet İttifakıyla köprü kurma içinde değerlendirildi.
Ben öyle yorumluyorum, uzlaşma, konuşma için alan açıyor. Bu alanın kullanılıp kullanılmayacağı sonuçta siyasal aktörlerin iradesine bağlı olan bir şey. Ama muhataplık meselesiyle ilgili Sayın Kılıçdaroğlu’nun açıklaması, arkasından Sayın Akşener’in açıklaması, akabinde Sayın Sancar ve Demirtaş’ın açıklamaları bu yönde bir çaba olduğunu gösteriyor. Bu Türkiye için çok olumlu bir şey. Demokratikleşme açısından ümit verici. Zaten benim uzun zamandır düşündüğüm ve akademik çalışmalarımda da çözüm önerileri getirmeye çalıştığım konu, tarihsel bagajlar nedeniyle uzlaşmanın zor olduğu konularda, farklı dil ve formülasyonlarla bir asgari müştereğin oluşturulabilmesi. Burada büyük ölçüde çözümün ayrıntıda ve söylemde yattığını düşünüyorum. Çünkü her iki tarafın da kaygılarını, korkularını giderecek ve beklentilerini karşılayacak çözümler aslında mümkün. Dünyada örnekleri var. Ama bu bir tepside sunulan bir şey değil, yani “A ülkesinde böyle bir şey var, bunu aynen alalım, bu olursa sorun kalmaz!” Hayır böyle değil, siyasal ve toplumsal aktörlerin kendi koşullarına uygun kendilerinin üretmesi gereken bir şey. Örneğin anayasal tanınma genel bir sorun, sadece Türkiye’de yaşanan bir sorun değil. İmparatorluk geçmişine sahip olan, sonra ulus devlet modeline geçmiş tek ülke Türkiye değil, bu geçmişe sahip tüm ülkeler benzer kimlik, temsiliyet ve tanınma sorunları yaşamış, yaşıyor. İyi haber üniter devlet içerisinde çoğunluğun da kaygılarını giderebilecek şekilde bu ihtiyaçları gideren reform örnekleri var. Dünyadaki örnekler bunun mümkün olduğunu gösterir ama bu reformları aynen alamazsınız. Yerel formülasyon, sunum, dil her ülkede ayrı pişmesi gereken bir çorba. HDP’nin geçmişteki söylemlerine göre burada kullanılan söylem Türklerle Kürtlerin, Millet İttifakı ile HDP’nin uzlaşma noktası bulması açısından daha fazla alan açan, esnek bir dil. Burada Selahattin Demirtaş’ın, Kılıçdaroğlu’nun muhataplık meselesiyle ilgili açıklamasına aradan çok zaman geçmeden karşılık vermesi de önemli. Bu da samimiyet duygusunu güçlendirdi. Bunlar uzlaşma imkanını arttırıyor zannediyorum.
ÜNİTER DEVLET İÇİNDE EŞİT VATANDAŞLIĞI SAĞLAMAK MÜMKÜN
Kılıçdaroğlu, “Kürt sorununda HDP muhataptır, çözüm yeri Meclistir” dedi ancak şunu da ifade etti: “Çerçeve, Anayasa’nın ilk dört maddesidir. Vatanın bölünmezliği, üniter yapısı, bayrağı, Türkiye Cumhuriyeti’nin nitelikleri çerçeveyi oluşturur. Bütün sorunlar gibi bu sorun da bu çerçeve içinde çözülecektir” diyor. Çerçeve böyle kurulunca, yeni bir siyasal ve toplumsal mutabakat üretmek ne kadar mümkün?
Süreci zorlaştırdıkça gerçekleşmesi daha zor hale geliyor. Dünyadaki reform süreçleri ne zaman başarılı olmuş diye düşündüğümüz zaman, var olanın üzerine inşa edilen modellerin daha başarılı olduğunu görüyoruz. Çünkü sonuçta ortada bir model var, bu modeli benimsemiş çok büyük kitleler var, yerleşmiş birtakım değerler ve kabuller var, bunun hepsini elinizin tersiyle silip “Yepyeni bir şey yazacağız” dediğiniz zaman bu çok daha fazla direnç yaratıyor. Yepyeni bir şey daha çok belirsizlik ve korku demek çünkü. Ama var olanın üzerine inşa ettiğiniz zaman bunun toplum tarafından kabul edilmesi, aktörler arasında asgari bir müşterek oluşturulması daha kolay oluyor.
Açar mısınız?
Türkiye’de en çok yanlış anlaşılan kavramlardan biri üniter devlet. Üniter devletten Kürtler de Türkler de çok farklı ama ikisi de tekil bir şey anlıyorlar. Türkler aşağı yukarı merkeziyetçi devleti, Kürtler ortak bir kimlik dışında farklılıkları tanımayan devleti anlıyor. Oysa ikisi de değil. Yine özerklik dediğiniz zaman farklı şeyler anlaşılıyor. Üniter devlet ne? Ulusun kaderini belirleyen tek bir egemen organın olduğu devlet; Türkiye’de de bu organ halk adına TBMM, zaten bu yüzden çözüm yeri Meclis. Kürtleri de Türkleri de temsil etmek ve dinlemek sorumluluğu var. Bu organ ülke için doğrusu neyse egemenlik hakkını ona göre kullanır, yerel yönetimlere az veya çok yetki tanıyabilir, geri de alabilir. Üniter devletler bu açıdan içlerinde oldukça esneklik taşıyor.
Yani üniter devlet yapısı içinde de örneğin kimlik talebi karşılanabilir mi?
Uzun zamandır bunu anlatmaya çalışıyorum. Üniter olup da yerel yönetimler yoluyla Türk ve Kürtlerin bugün talep ettiği bütün öz yönetim ve kimlik ihtiyaçlarını karşılayan modeller var. Bütün mesele aktörlerin bunu doğru bir dille birbirlerine ve topluma anlatabilmeleri. Ama siz “Üniter devletten vazgeçtik” dediğiniz zaman bu toplumda çok direnç yaratan bir şey. Sadece alışkanlıklar nedeniyle değil, haklı argümanlar da var. Türkiye zor bir coğrafyada, sadece Kürt meselesi değil, başka nedenlerle sonuç olarak bu model ile ayakta kalabilmiş. Elbet üniter devleti merkezi devlet olarak anlamanın bir bedeli de olmuş. Sadece Kürt sorunu da değil. Sağ siyasetin sürekli ve haksızca CHP’ye yüklediği, taşranın “İhmal edilmişlik” duygusu da bunun bir sonucu. Ama geleceğe bakarsak eğer: Güçlü, demokratik ve barışçı bir Türkiye hem Türklerin, hem Kürtlerin hem de komşularının ortak çıkarı. Türkiye’nin coğrafi ve demografik yapısı üniter bir devleti gerektiriyor olabilir ama merkeziyetçi ve otoriter bir devlet yapısı tersine zarar veriyor. Demokratikleşme ve eşit vatandaşlık Kürtlerin en önemli talepleri. Bunlar cumhuriyet ve üniter devletle çelişmiyor ki. Cumhuriyet, üniter devlet içinde Kürtlerin eşit vatandaş olmalarını sağlamak mümkün. Bagajlı kavramlar yerine bunun üzerinden ilerleyelim. Misal Türkiye’de ana dili Kürtçe, Türkçe veya başka bir dil olan bütün çocuklara eşit eğitim hakkını nasıl sağlayacağız? “Türkiye’de herkes kendini eşit hissetsin, herkes kalkınabilsin, herkesin önü açılsın.” Böyle dersek önümüzde bir alan açılıyor.
“Partiler bu meseleyi çözmek için hangi idari, hukuki, siyasal, sosyal, ekonomik ve kültürel reformları yapacaklarını konuşmalı” diyorsunuz. Bugün böyle bir zemin var mı?
Hayır yok, çünkü zaten Türkiye’de şu anda ifade özgürlüğü yok, ayrıca normal bir siyasal sistem yok. Türkiye, Kürt meselesinde hiç normal bir siyasal sisteme sahip oldu mu? Belki ona da hayır demek lazım. Ama bugün siyasal sistem bir bütün olarak her türlü normalliğini kaybetmiş durumda. Çünkü bazı şeyleri açıkça konuşabilmek için insanlar arasında bir güven olabilmesi, asgari düzeyde bir ifade özgürlüğünün olması lazım. Medyanın, sivil toplumun özgür olması lazım. Ama aynı zamanda daha sorumlu bir ortama da geçmemiz lazım. Herkes, sivil toplumda, medyada, siyasette bir sorumlulukla hareket etmeli. Çünkü karşı tarafı yenerek açığını yakalayarak aslında kazanmıyoruz, sonuçta ülke olarak kaybediyoruz. Ülke olarak ne zaman kazanabiliriz? Aralarında bagajlar, çatışmalar, güvensizlikler olan kesimlerin asgari müştereklerini bularak.
OTOKRATİKLEŞMEYLE MÜCADELE DE KADEME KADEME OLACAK
Aday kim olacak, ittifaklar nasıl şekillenecek tartışmaları içinde talepleri/asgari müşterekleri güvenceye alacak yeni anayasa, kurucu meclis gereksinimin yer almamasına yorumunuz ne?
Bir kesim bunları beklerken başka kesimler de “Biz ekmek bulamazken neyle uğraşıyorlar” diyebilir. Sivil toplum kimseden oy istemiyor. Ama siyasal partiler bambaşka dünyalardan insanlardan oy almak zorunda. Ve tabii anayasa tartışmalarını iktidar ve medyası istismar etmeye hazır bekliyor.
O eşiğin geçildiği, iktidar ve medyasının yıpratma, şeytanlaştırma, kutuplaştırma propagandasının eskisi gibi işe yaramadığını muhataplık tartışmasının da ortaya çıkardığı söyleniyor. Diğer yandan adaletten ekonomiye, Türkiye’nin temel sorunlarının çözümü için işaret edilen güçlendirilmiş parlamenter sistemden söz edilirken “parlamenter sisteme geçeceğiz, her şey çözülecek” algısı yaratılması doğru mu? Propagandanın böyle kurulması nasıl sakıncalar doğuruyor?
Türkiye’nin otoriterleşmesi, dünyada başka ülkelerde de gördüğümüz kademeli otoriterleşme şeklinde oldu. Yani aşama aşama oldu. Dolayısıyla bu sürecin geri çevrilmesi ve demokratikleşmeyle ikame edilmesi aynı şekilde kademe kademe olacak. Bunu anlamamız önemli. Dünyadaki otoriterleşme 20. yüzyıldaki gibi olmuyor, farklı şekilde oluyor, buna demokratik geri kayma diyoruz, erozyon diyoruz, kademeli otokratikleşme diyoruz. Ama bizim otoriterleşmeyle mücadele modellerimiz biraz 20. yüzyıldan kalma. Direnç şeklinde ve bir hamlede gerçekleşecek bir demokrasiye geçiş beklentisindeyiz ama bu tür otokratikleşmeyle mücadele de yine kademe kademe olacak. Oluyor da zaten. Örneğin belirttiğiniz gibi muhalefet şu anda inisiyatifi ele almış durumda ve daha bir oyun kurucu hale geldi. Bu nasıl oldu? İki ayağı var bunun. Ayaklardan birisi, muhalefet bir öğrenme sürecinden geçti ve şu anda çok daha fazla doğru hamleler yapıyor. Ama işin bir başka boyutu da iktidarın zeminini kaybetmesi, zayıflaması ve toplumun buna daha açık hale gelmesi. Örneğin Kılıçdaroğlu son ses getiren ve olumlu karşılanan Kürt sorunun meclis çatısı altında çözülmesi açıklamasını ilk defa yapmıyor, uzun zamandır benzer şeyler söylüyordu ama aynı etkiyi yapmıyordu. Bence aynı açıklamanın bugün çok daha fazla etki yaratması toplumun buna daha açık hale gelmesiyle ilgili. Elbette eleştirilebilir ama ben baktığım zaman CHP’nin güçlendirilmiş parlamenter sistem ile ilgili hazırladığı raporlara baktığım zaman, İYİ Parti’ye, HDP’ye, Deva, Gelecek Partisi’ne baktığım zaman aslında düşündüğümüzden daha detaylı olduğu kanaatindeyim. İçinde yargı bağımsızlığı var, hatta siyasal partiler yasasıyla ilgili ki, bunlar siyasal partiler için en zor olandır, bu konuda bile çalışmalar var, kuvvetler ayrılığı ile ilgili, parlamentonun iç tüzüğü ile ilgili, vatandaşların yasa yapım süreçlerine katılması gibi. Bunların arasında örtüşme de var. Bu zaten vardı geçmiş dönemlerde de, bunun çok daha genişletildiğini görüyorum ve anlaşmanın çok da zor olacağını düşünmüyorum.
DÖNÜŞÜM ZAMAN ALACAK
Zorlukla asıl başka yerlerde çıkacak. Mesela yargının daha bağımsız olacağı bir modelde anlaşabilirsiniz, fakat geçiş adaleti diye bir sorun var, esas sorun orada çıkacak. Son on sene içinde daha da uzun süredir yargıda müthiş bir kadrolaşma olmuş durumda, bu düzeltilmeden model tam işleyemez. Yeni adaletsizlikler yaratmadan bu dönüşüm nasıl gerçekleştirilecek? Zaman alacak. Akademide liyakatsızlıklar, haksızlıklar nasıl giderilecek? Aynı zamanda bir adalet beklentisi de var. Bu kadar haksızlık yapmış yargı mensubu var, bu kadar yolsuzluk yapmış siyasetçi var, bunların hepsi onların yanına mı kalacak? Elbette bunların bir bedeli olması gerekiyor ama bunu yeni adaletsizlikler yaratmadan ve hukuk içinde ancak zaman içinde yapabilirsiniz.
Bu konuda “devri sabık yaratmayacağız, rövanşist olmayacağız” gibi söylemler de var. Vurguladığınız gibi bu kadar suç, tahribat, yıkım varken bunların hesabı sorulmayacak mı?
Mutlaka sorulacak ama hukuk ve hakkaniyet çerçevesinde ve zaman içerisinde. Yoksa, demokrasiye geçeceğiz, bir sene sonra tüm bunlar hallolacak, bu realist değil.
DEMOKRATİK DÜNYADA OTOKRATİKLEŞMEYİ AŞAN ÖRNEK ARAYIŞI VAR
Ancak öyle propaganda ediliyor. Yoksulluğu altı ayda bitireceğiz, işsizliği bir yılda çözeceğiz vs.
Bazı söylemlerde popülizm var ama hayatımızı en zorlaştıran sorunların bazılarında kısa sürede ilerleme gerçekten mümkün. Müthiş bir karadelik söz konusu ekonomide. Bu karadelikleri kapatınca hakikaten büyük bir kaynak ortaya çıkacak. Kaynaklar yararına yöneltildiği zaman hakikaten büyük imkan ortaya çıkacak. İkincisi, bunu muhalefet partilerinin de düşünmesi lazım, Türkiye’nin demokratik dünyadan çok büyük bir destek alması mümkün. Şöyle bir örnek vereyim, 2002 yılında AKP’nin yararlandığı ama kötüye kullandığı desteğin benzerinden bugün muhalefet yararlanabilir. 11 Eylül saldırılarından sonra demokratik dünyada büyük bir demokratik İslami aktör, hükümet ihtiyacı vardı. AKP de kendisini bu şekilde sundu. Bunun sonucunda hem büyük bir siyasal destek gördü, hem de korkunç ekonomik kaynak geldi Türkiye’ye. Bugün farklı koşullar var. Bugünkü koşullarda bütün dünyada otokratikleşme dalgası var. Hatta biz dördüncü otokratikleşme dalgasından söz ediyoruz dünyada. Dolayısıyla şu anda otokratikleşmeyi aşan örnek arayışı var. Türkiye’nin yaşadığı gibi. Öte yandan da Afganistan’da İslamcılığın öldüğü düşünülen bir dönemde Taliban iktidarı büyük şok yarattı. Burada da şimdi demokratik laik bir hükümet arayışı var. Dolayısıyla muhalefet bunu yaratabilir ve bunu dünyaya anlatabilirse, büyük bir destek sağlayabilir. Kısa zamanda birçok konuda dişe dokunur iyileşme sağlanabilir.
Fakat bu sefer böyle bir kaynak elde edersek 2002’deki gibi tüketime değil üretime ve üretkenliğe yönlendirebilecek miyiz? Sürdürülebilir ve emek ve çevre odaklı bir kalkınma modeli oluşturabilecek miyiz? Bu konuda da muhalefetin asgari müştereklerde buluşması lazım ama sanırım yeni bir modelin oluşması demokrasiye geçişten sonraya kalacak. Bu konu en az Kürt meselesi kadar önemli.
TÜRKİYE HALKININ GÜVENEBİLECEĞİMİZ BİR DEMOKRATİK REFLEKSİ VAR
Erdoğan’ın Kürt sorunu reddiyesi karşısında Kürt seçmenlerin desteğini daha da kaybettiği belirtilerek, Erdoğan’ın buna önlem olarak yeni bir açılım siyasetine gidebileceği; parlamenter sisteme dönüşü AKP’nin dillendirebileceği ve cumhurbaşkanlığı seçimi için gereken yüzde 50+1 oranını, yüzde 40’a çekeceği yönünde kulisler söz konusu. Erdoğan Rusya dönüşünde, parlamenter sisteme dönüleceği söylentilerini yalanladı ancak bugünün olguları içinde zaman zaman gündeme getirilen yeni bir açılım fikrini ihtimal dahilinde görür müsünüz?
Erdoğan şapkasından yeni tavşanlar çıkarmaya çalışıyor ama toplumun beklentisi ve güveni çok değişti. Artık elinde etkili olabilecek kartı kalmadı. İstanbul seçimlerini iptal ettiler, ne oldu? Vatandaş daha çok oy verdi. Aslında bizim bütün eksiklerimiz yanında en güvenebileceğimiz Türkiye halkının bir demokrasi refleksinin olması. Biz halk olarak maalesef hukuk devleti, özgürlükler, bireyin hakları konusunda yeterince hassas bir halk değiliz. Ama şöyle bir demokratik refleks var, seçimlerde çok bariz haksızlık yapılırsa halkın damarına basmak gibi oluyor ve demokratik refleks gösterebiliyor. Siz o kadar propaganda yaparak yüzde 51’in ne kadar şahane olduğunu söylediniz, şimdi bunu yüzde 40’a indirdiğinizde halk, “Kazanamayacağını anladı, kuralları değiştiriyor” diyecek ve o zaman muhalefete daha da büyük bir kayma olacaktır. Dolayısıyla yapabilecekleri çok daha kısıtlanmış durumda.
LİDERLER ÜLKENİN ORTAK ÇIKARLARI İÇİN HIRSLARINA GEM VURABİLECEKLER Mİ?
Meral Akşener’in “Ben cumhurbaşkanlığına değil, başbakanlığa, ülkeyi yönetmeye adayım” açıklaması tartışılan bir diğer başlık. Akşener’in cumhurbaşkanlığına aday olmamasının bir fedakarlık değil, aksine ince düşünülmüş bir hamle olduğu değerlendirmeleri var. Sizin okumanız nasıl?
Türkiye’de parti siyaseti bir tür Bizans oyunlarının zeminidir. Yani Türkiye’de belli konularda uzlaşan ve Türkiye’nin önünü açan ittifaklar maalesef kısa sürede sen-ben kavgasına dönüşmüştür, bu nedenle parçalanmıştır. Şunu kendimize sormamız lazım, bu siyaset tarzı bizi nereye getirdi? Akşener’in açıklaması elbetteki meşru bir şey. Elbetteki onların da siyasal hedefleri var ama ülkenin ortak çıkarları için hırslarına gem vurabilecekler mi, bunu zamana yayabilecekler mi, zaman içinde bunlara ulaşmaya çalışacaklar mı, yoksa kısa vadeli kişisel çıkar için bu ülkenin ortak çıkarlarını kurban edecekler mi? Bütün mesele burada aslında. Bizim şu anda ülke çıkarı için, ortak çıkar için kişisel hedeflerine gem vurabilecek siyasetçilere ihtiyacımız var. Yani demokrasiye geçiş ancak bir kadro hareketiyle, bir ittifak hareketiyle olabilir. Bu ittifakın Türkiye’de taşlar yerine oturuncaya, demokrasi sağlamlaşıncaya kadar devam etmesi lazım. Ayrıca demokrasiye geçersek ülkeyi ilelebet aynı lider yönetmeyecek. Yani herkesin sırası gelecek ve oynayacak rolü olacak. Bu şekilde yorumlamak istiyorum. Bu şekilde yorumlamak da aynı zamanda bu yeni siyasete katkıdır. Çünkü farklı şekilde yorumlayarak bu siyaset tarzını normalleştiriyoruz, hatta bunu teşvik etmiş oluyoruz.