Yönetmen Didem Şahin: Kadınlar Almanya’ya gittiklerinde uyum sağlamakta çok zorlanmadı
Türkiye’den Almanya’ya işçi göçünün 60’ıncı yılında Yönetmen ve Senarist Didem Şahin göç tarihinin görünmeyen yüzü kadınları beyaz perdeye taşıdı.
Ekran görüntüsü Acı ve Tatlı filmindehn alınmıştır.
Yücel ÖZDEMİR
Köln
Bu yıl Türkiye’den Almanya’ya işçi göçünün 60’ıncı yılı. Bu çerçevede Almanya’da pek çok etkinlik ve program yapılıyor. Yönetmen ve Senarist Didem Şahin ise göç tarihinin görünmeyen yüzü olan kadınları beyaz perdeye taşıdı. Şahin; “Acı ve Tatlı” isimli belgeselde anneannesi Nermin’in Sivas’tan Almanya’ya yolculuğuna ve hayat hikayesine odaklanıyor. Dünya prömiyerini XVII. Uluslararası Kazan Film Festivali’nde yapan “Acı ve Tatlı”, 58. Antalya Altın Portakal Film Festivalinde ilk kez Türkiyeli seyirciyle buluşacak. Didem Şahin ile göçü ve belgeseli konuştuk.
Anneanneniz Nermin’in hayat hikayesinden yola çıkarak göç eden kadınları beyaz perdeye taşıyorsunuz. 1960’lı yıllarda kadınların göç hikayeleri nasıl başladı?
‘Acı ve Tatlı’, anneannem Nermin’in hikayesi üzerinden aslında Almanya göçünün tarihsel sürecine içeriden bir bakış sunuyor. Ancak bu göç olgusu sanıldığının aksine çok katmanlı ve karmaşık bir yapıya sahip. Kronolojisinde kırılma noktaları ile şekillenen, kendi içinde ‘geçici’ olma halinden ‘yerleşik’ olma haline giden aşamaları çok daha kolay görebiliyorsunuz. Bugüne kadar yazılan, çekilen, söylenen eserler buna imkan sağlıyor. Ancak detaylı bir analize girdiğinizde ve meseleyi cinsiyet okumaları üzerinden yaptığınızda ortaya farklı bir tablo çıkıyor.
Nasıl bir tablo ortaya çıkıyor?
1960’ların başlarında Almanya’ya işçi olarak giden çoğunlukla erkekler, ancak çok kısa bir süre sonra Almanya özellikle kadın işçi talep ediyor. Bu talep doğrultusunda teşvik edici politikalar ile kadın işçi alımını kolaylaştırıyor. Kadınların resmi alım prosedürleri daha hızlı oluyor. Örneğin kendi gidecekleri yer konusunda seçme hakları olabiliyor. 1966-67 ekonomik kriz döneminde Almanya yabancı işçi alımını yavaşlatıyor ancak bu durum, kadın işçi alımını etkilemiyor. Kadınların maharetli elleri, zarif parmakları ince işçilik gerektiren üretim bantlarının başında önem arz ediyor. Bu alanda detaylı analizler sunan benim de ufkumu açan Lea Nocera’nın kitap başlığında olduğu gibi manikürlü eller bobin sarıyor.
Belgeselin başkarakteri anneanneniz Nermin… Ondan bahseder misiniz?
Anneannem Nermin, Sivas, Kangal’a bağlı bir Çeçen köyü olan Yukarı Höyük’te doğmuş, babası Osman Bey civarın nam salmış bir cerrahı. Maalesef dört kız kardeşten hiçbiri okula gönderilmemiş, dolayısıyla okuma-yazması dahi yok. Kendisi gibi Kafkasya göçmeni olan eşi Fikri Sivas’ta sanat okulundan mezun, bilgili, kültürlü, yetenekli bir adam. Genç yaşta evleniyorlar ve aslında anneannem eşinin yanında yetişiyor, kendini geliştiriyor. Zaten çok zeki bir kadın. Anneannem Nermin’i Almanya’ya ilk dönem giden diğer kadınlarla karşılaştırdığımda ve dönemin koşullarına baktığım zaman gerçekten müthiş bir cesaret ve öz güven görüyorum. Büyük şehirlerde yetişmiş, formal eğitimden geçmiş kadınların birçoğunun dahi yapmaya cesaret edemeyeceği bir şey; diline, kültürüne, yaşam pratiklerine tamamen yabancı olduğu bir ülkeye çalışmaya gitmek. Üstelik 3 kızı var, babalarına emanet ediyor ve söz verdiği gibi birkaç yıl çalışıp imkan yaratınca teker teker kızlarını yanına alıyor. Bence müthiş bir kadın.
Anneannenizin hayat hikayesinden yola çıkarak ilk gelen kadınların erkeklere göre Almanya’ya daha erken uyum sağladığını söyleyebilir miyiz?
Almanya’ya çalışmaya giden ilk jenerasyon kadınların hemen hepsi büyük şehirlerde yaşayan, dönemin Türkiye koşullarında eğitimli sayılabilecek kadınlardı. Anneannem de o dönem Ankara’da yaşıyordu. Dolayısıyla şehirli olmanın getirdiği kültürü taşıyorlardı ki o dönem şehirler şimdiki kadar çok göç almış, kozmopolit bir yapıya sahip değildi. Sadece fotoğraflara bile bakmanız yeterli. Kadınlar kendi diktikleri veya terzilere diktirdikleri elbiseleri, döpiyesleri, aynı kumaştan yaptırdıkları ayakkabıları ile şık hanımlardı. Sinemalarda, dergilerde gördükleri kadınların saçları, makyajları bizim şehirli kadınların takip edip, uyguladıkları bakımlardı. Anneannem mesela böyle bir kadındı.
Dolayısıyla bu kadınlar Almanya’ya gittiklerinde uyum sağlamakta çok zorlanmadılar. İşçi yurtlarında bir arada kaldıkları için öncelikle kendi aralarındaki arkadaşlıkları, muhabbetleri, birbirlerine yardımları dışarıdaki hayatın akışına uyum sağlamakta cesaret verici oldu, kolaylık sağladı. Farkı ülkelerden gelen kadınlarla da tanıştılar ve elbette Almanlarla arkadaşlık yaptılar. Zamanla kendi lokallerini oluşturdular, hafta sonları piknikler, gezmeler, akşamları dans ettikleri mekanlar oluştu. Buralarda sadece Almanlar değil yine başka ülkelerden insanlar da olurdu. Devletin, yerel yönetimlerin sağladığı kurs imkanlarından faydalandılar. Hızlı bir şekilde Almancayı öğrendiler.
Belgeselde özellikle yer verdiğim Pierburg grevi bence dayanışmanın en güzel örneklerinden biri. 1973’de 3 binin üzerinde Pierburg otomobil fabrikası çalışanından 1700’ü kadın, erkeklerle eşit ücret hakkı için greve gider. 300 erkek işçi destek verir. Bu örgütleme mevcut sendikaların bir organizasyonu değil tamamen işçi kadınların kendi inisiyatifiyle oluşturdukları bir eylemdir. Grev; Türk, Yunan, İtalyan, Yugoslav ve İspanyol göçmen işçilerle birlikte Alman işçilerin de katıldığı bir dayanışma örneği.
Peki erkekler nasıl bir süreç yaşadı?
1960’larda Türkiye’nin en büyük sorunlarından biri işsizlikti. Almanya ile yapılan anlaşma neticesinde Türkiye’nin en ücra köşelerine kadar duyuru yapıldı. İlk yıllar giden erkekler nitelikli iş gücünü temsil ediyor olsa da özellikle ’67’den sonra gidenler çoğunlukla Anadolu’dan gelen vasıfsız erkek işçi profiliydi. Yıllar sonra Almanya hükümeti aile birleşimine izin verince Türkiyeli göçmen profili de bu sebepten ciddi farklılık gösterecek, demografiler de ciddi oranda farklılaşacaktır.
Filmde kullandığım bir ses kaydı var. Almanya’nın entegrasyon programlarından biri de belli aralıklarla radyolarda yayımlanan Türkçe programlardı. Bu yayınlarda Türkçe şarkılar olduğu gibi Almanya’daki yaşamı kolaylaştıracak pratik ve yasal prosedürlere dair bilgiler verilirdi. Anneannem şarkıları kaydederdi. Bu kayıtlardan birinde sunucu Türk erkeklerine diyor ki “Kadınların erkeklere karşı böyle rahat ve serbest davranmasından böyle rahatsız olmamak gerek. Bu Almanya’daki hayat biçiminin bir sonucu ve çoğu Alman’da bunu sosyal bir hak olarak görüyor” İlk dönem Türkiyeli kadınlarla erkekleri karşılaştırırsak evet kadınlar çok daha kolay adapte oluyor.
‘İLK DÖNEM ÇEKİLEN FİLMLER TOPLUMCU GERÇEKÇİYDİ’
Hem belgeselci hem de göç hikayesi olan bir yönetmen olarak Türkiye kökenli göçmen işçilerin beyaz perdeye yansıtılışını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Elbette sinemacılar kendi dönemlerinin gerçeğini yazdılar, çektiler. Almanya göçünün sinemadaki ilk dönem örneklerine baktığınızda temalar göçle bağlantılı yaşanan sorunların, trajedilerin yansıdığı hikayeler. Türkan Şoray’ın 1972’de çektiği ve bu alandaki ilk filmlerden biri olan “Dönüş” filmi; Almanya’ya çalışmaya giden kocasının yolunu gözleyen Gülcan’ın hikayesini anlatır. İbrahim değişmiş, bir Alman’la evlenmiş, bir de çocuğu olmuştur…
Bana göre bu alandaki en başarılı örneklerden bir 1974’de Tunç Okan’ın yazıp yönettiği “Otobüs” filmidir. Tunç Okan’ın gazete haberinden yola çıkarak yazdığı film; işçi olacakları vaadiyle İsviçre’ye getirilen 9 köylünün trajik hikayesidir. Stockholm meydanında park eden otobüsün şoförü köylülerin pasaportlarını ve paralarını alır, gider. Hayatlarında köylerinden başka bir yer görmemiş bu insanlar çaresizlik içinde kalakalır.
İlk dönem çekilen filmler toplumcu gerçekçi bir sinema anlayışı içindeyken sonradan farklılık gösteriyor. “Misafir İşçi”den yerleşik olmaya geçiş beraberinde “ötekileştirme”, “yabancı düşmanlığı” başta olmak üzere birçok yeni sorunu beraberinde getiriyor bunlar da sinemaya yansıyor. “Alamancı”, “gurbetçi” ifadeleri de yerleşik bir tanım olarak hayatımızda olduğu gibi filmlerde de yer alıyor.
Kadınların temsilinde ise özellikle ’”80’lerde çekilen filmlerde mağdur, kurban, geleneklerin içinde sıkışmış, pasif profillere rastlıyoruz. Ama ’90’lara gelindiğinde yeni jenerasyon Türk-Alman sinemacılar iki kültürün senteziyle yepyeni bir perspektif sunuyor.
‘HEPİMİZ ÇOK HEYECANLIYIZ’
Dünya prömiyerini XVII. Uluslararası Kazan Film Festivali’nde yapan “Acı ve Tatlı”, Türkiye prömiyerini 58. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde yapacak. Peki hikayenin geçtiği Almanya’da prömiyeri olacak mı?
Acı ve Tatlı’nın festival yolculuğu yeni başladı. Filmimiz 7 Ekim saat 19.20’de Altın Portakal Film Festivali kapsamında ilk defa Türkiye’de izleyicisiyle buluşacak, hepimiz çok heyecanlıyız. Gösterimde ben ve film ekibinden katılımcılar olacak. Film sonrası izleyicinin sorularını cevaplayacağız. Almanya’da ne zaman ilk gösterimi yapacağız henüz belli değil. Ben orada olmayı çok arzu ediyorum. İzleyicilerin ilk tepkisini, duygusunu görmek istiyorum, muhabbet etmek istiyorum. Sanırım 2022’ye kalacak gösterim ama belli de olmaz. Sosyal medya hesaplarımızdan filme dair tüm gelişmeleri paylaşıyoruz. Gösterim tarihi belli olur olmaz duyurusunu bu mecralardan yapacağız.