06 Ekim 2021 05:49

Tıbbın evrimi, Hipokrat ve hekimlik

Hipokrat, hekimliğin sadece biyolojik ve teknik boyutu değil, değersel yönü de olduğunu belirterek hekimliğe etik anlayışı getirmiştir.

Hipokrat büstü | Fotoğraf: ESM/Wikimedia Commons CC BY-SA 4.0

Cemal Hüseyin Güvercin
Cemal Hüseyin Güvercin

İlkel yaşam dönemlerinde, ormanda, duyduğu acı nedeniyle ilk çığlık atan kişiye yardıma gidip acısını dindirmeye çalışan gizemli kişi, yeni bir mesleğin temellerini atığını bilmiyordur. İsimsiz hastaya, hekim olmuş isimsiz kişi! Muhtemelen yeryüzündeki bu ilk hekim, önce çığlık atanın acısını anlayarak, empati kurarak onun yanına gelmiş, sonra, ne yapmalıyım, nasıl yardım edebilirim diye kendi deneyim ve sezgisi ile iyileştirme çabalarına girişmiştir. İyileştirme, acıyı dindirme bir insana yapılabilecek en büyük yarar ve iyilik kabul edilmiştir. Dolayısıyla iyileştiricilik hem dünyevi hem de manevi bir nitelik olarak hekimlere ayrıcalık kazandırmıştır.

Hekimlikte en kolay ve mantıklı iyileştirme yöntemi, hastalık nedeninin ortadan kaldırılmasıdır. İlk insan için hastalıkların nedeni, önceleri kötü ruhun bedeni ele geçirmesi olarak görülmüştür. O halde kötü ruhları vücuttan uzaklaştırmak, iyileştirme yöntemi olacaktır. Anadolu’da “hastalığı göçürmek” diye bilinen uygulamadır. Kötü ruhun vücudu terk etmesi için kafa tasından kemik parçası çıkarıp, kötü ruha çıkış yolu dahi verilmiştir. Dönemin iyileştiricileri/hekimleri bu ruhlar dünyasıyla ilişki kurup onlara hükmedecek durumda olmalılar ki, kötü ruhları alt edebilsinler.

Erkeklerin avcılık yaptığı bu dönemlerde, kadınlar toprağı işlemeye başlamış ve bitkileri tanımaya ve deneme-yanılma yoluyla etkisini öğrenmeye başlamıştır. Bir süre sonra afyon, koka, kenevir, sarımsak, kürar keşfedilen şifalı bitkilerden olmuş ve farklı bileşimlerle Anadolu’da “koca karı ilaçları” denilen ilk eczacılık ürünleri elde edilmiştir.

Kötü ruhlar döneminden sonra, bugün bile bazı kesimlerin inandığı, hastalığın günah işleyenlere karşı verilen tanrısal bir ceza olduğu yaklaşımı hakim olmaya başlamıştır. Sadece hastalıklar değil, kuraklık, kıtlık, deprem gibi felaketler de tanrısal bir uyarı ve ceza anlamına geliyordu. O halde tanrılara mutlak bir inanç ve itaat, tedavide; onların gönlünün alınması, kızdırılmaması, hediyeler, kurbanlar, adaklar verilmesi yoluyla hastalıktan korunmak, felaketlerden sakınmak mümkün olabilecekti.

Tarihle mitolojinin iç içe olduğu dönemlerde, Yunan-Roma mitolojisindeki bütün tanrıların ortak niteliklerinden biri “hastalanmamalarıdır.” Tanrı hasta olmaz! Hatta, Asklepios adında sağlığın da bir tanrısı vardır. Her ne kadar tanrı olsa da tipik bir hekim özelliği ile insanları ölümden kurtarması onun sonunu da getirmiştir. İnsanlar ölmediği için gücünü yitiren ölüm tanrısı Hades’in, baş tanrı Zeus’a şikayeti ile Asklepios’un ölüm fermanı yazılır. Çünkü Asklepios, Zeus’un ölüm cezası verdiği insanları da yaşatmakta ve onun otoritesini sarsmaktadır. Asklepios, Zeus’un yıldırımlarıyla ölürken bile insanlara son iyiliğini yapar ve bütün tıbbi bilgilerini bir bitkiye aktarır. Halen kokusuna rağmen ilaç niyetine yemeklere katılan bu tanrısal bitki, “sarımsak”tır. İnsanlar da Asklepios’a saygıda kusur etmezler ve ona adanmış, “Asklepion” adı verilen tapınak-hastaneler yaparlar. Özellikle Batı Anadolu, Ege adaları ve Yunanistan coğrafyasında yaygınlaşmış bu kurumlarda tıp, din ve büyü birlikte ele alınmış ve sadece fiziksel hastalıklar değil, ruhsal sorunlar da tedavi edilmeye çalışılmıştır. Bu kurumların en ünlüleri Yunanistan’daki merkez Asklepion olan Epidauros, İstanköy’deki Kos, Bergama ve Datça’daki Knidos Asklepionlarıdır.

Asklepionlar, din, büyü ve tıbbın iç içe olduğu, dönemin “özel hastaneleri” gibidir. Buralarda, hastalar seçilerek kabul edilir ve onlardan ücret alınır. Kapitalizmden bahsetmek için erken olsa da bu özellikleriyle tanrısal ve mistik boyutlarına ters düştükleri ileri sürülebilir. Virankapı denilen giriş kapısına gelen hastalar incelenir, ağır olduğuna karar verilenler içeri alınmaz, geri çevrilirdi. Sadece ağır hastalar değil, gebe veya doğum yapmakta olan kadınlar da yüksek ölüm riski nedeniyle içeri alınmazdı. Asklepionlar’dan hasta cenazesi çıkmaz ve bu “kurnaz strateji” sayesinde ölüme meydan okurlar ve giriş kapısında o çarpıcı slogan bulunurdu “… Asklepion’a ölümün girmesi yasaktır!” Oysa sağlık tanrısı Asklepios, baş tanrı Zeus’un ölüm ile cezalandırdıkları da dahil olmak üzere, insanları ayırt etmeden ölümden kurtarmış ve bu hekim tutumunu yaşamı ile ödemişken, ona adanmış kurumlarda ağır hastalar, gebe kadınlar geri çevrilmiş, adeta ölüme terk edilmiştir. Ağır hastalar için son şans “devlet hastanesi” zihniyeti ile çalışan ve her gelen hastayı alan kurum Pamukkale (Hierapolis)’dir. Bu hastaların ölüm hızı yüksek olduğu için, ölüm tanrısı Hades de bu mekanın müdavimi olmuş ve kendi adına atfedilen bir kapı ile ayrılmış yeraltında, yeni ölümleri kabul etmiştir.

Asklepionlar sadece bir tapınak ve hasta bakımevi değil, aynı zamanda tıp eğitimi de veren kurumlardı ve buralarda çok sayıda hekim yetişmişti. Bunlardan özellikle iki hekim sağlık alanına damgasını vurmuştur. Tıbbın babası olarak bilinen Hipokrat İstanköy, eczacılığın babası olarak bilinen Galen ise Bergama Asklepionu’nda yetişmiştir. Galen, Hipokrat tıbbının takipçisi olmuş ve daha da geliştirmiştir. 

Bir Asklepion hekimi olarak yetişen Hipokrat’ın belki de en temel özelliği “asi” oluşudur. İçinden geldiği Asklepion tıp anlayışına başkaldırması, geleneksel din ve sihir tabanlı mistik tıbbın yerine, gözlem ve deneyime dayalı rasyonel tıbbı getirmesi “tıpta devrim” niteliğindedir. “Hastalıkların doğal sebepleri vardır!” diyerek tıbbı gökyüzünden yeryüzüne indirmiş ve hastalıkların tanrısal bağlarını koparmıştır. Örneğin tanrıların ve cinlerin eseri olduğuna inanılan sara hastalığının (epilepsi), bir beyin hastalığı olduğunu, başka hastalıklar ne kadar kutsalsa epilepsinin de ancak o kadar kutsal olabileceğini söylemiştir. Dini söylemler yerine, akılcı tıbbı getiren Hipokrat, tek tek hastaları gözlemleyip takip ederek, hastanın kendisinden yola çıkıp teşhisini koymuştur. Tek tek hastaların bilgisinden genel hastalık bilgisine ulaşması, yani akıl yürütme ile tümevarım yöntemini kullanması tıbba büyük katkı sağlamıştır.

Hipokrat, hekimliğin sadece biyolojik ve teknik boyutu değil, değersel yönü de olduğunu belirterek hekimliğe etik anlayışı getirmiştir. Halen günümüzde bile geçerli olan “yarar sağla, ama önce zarar verme” söylemi, hekimliğin etik sınırlarını çizmiştir. Hipokrat başarıları yanında başarısızlıklarını da yazmış ve hem tıbbın olanakları hem de insan yaşamının sınırlı olduğuna ve hekimliğin zorluklarına dikkat çekmiştir ve “Sanat uzun, hayat kısa, fırsat kaçıcı, deneyim aldatıcı, karar zor!” demiştir. Hipokrat akılcı olmanın yanında, insancıl tıbbı da savunmuştur; “Hekimin görevi hastayı nadiren iyileştirmek, çok kere ağrısını gidermek, fakat her zaman için teselli etmektir!” Hekimin, ahlak kuralları içinde yaşaması ve hayatını insanlığa adaması gerektiğini söyleyen Hipokrat, bu nedenle “Hekimlik Andını” ortaya koymuştur. Yüzyıllardır Hipokrat Andı hekimlere mesleklerinde etik bir çerçeve çizerken, sorumlulukları ve mesleki dayanışmayı vurgulaması ve hastalara güven duygusu vermesi nedeniyle hekimlerin yolunu aydınlatmaktadır. Yaklaşık 2500 yıl önce bir hekimin kurulu düzene başkaldırmasıyla, değiştirip dönüştürmesiyle tıp büyük bir sıçrama yapmış; yine “İnsan sevgisinin olduğu yerde, tıp sanatına sevgi de vardır!” sözleriyle bu asi hekim, tıbbın insanla ontolojik ilişkisini koparmaya çalışan tanrı Zeus’a da meydan okumuştur.

Reklam
YAZARIN DİĞER YAZILARI