06 Ekim 2021 08:08

Yargının son duası

Sömürü düzeninin “fıtratında” din istismarının olması, sömürü ve din istismarıyla mücadelenin birbirinden ayrılmaz bir parça olduğu ve bunlara karşı birlikte mücadele edilmesi gerektiğini gösteriyor.

Fotoğraf:publicdomain

Paylaş

Doğa SÜMER

Başak BELHAN

İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi

 

Türkiye’de laiklik ve şeriat meselesi geçmişten beri en öne çıkan tartışma konularından bir tanesi olmuştur. Biz de bu yazımızda adli yıl açılışının Diyanet İşleri Başkanı’nın duaları ile yapılması ile bir kez daha alevlenen laiklik meselesini toplumsal, siyasal ve hukuki açıdan ele alıp tartışacağız.

DİNCİ ANLAYIŞ HUKUK DEVLETİNİN ÖNÜNDE

Özgürlük ve eşitlik, dinin akla dayalı sistematik eleştirisi modernleşmenin yansımaları şeklinde karşımıza çıkıyor. Akıl, bir yandan din karşısında meşruiyetini kazanırken diğer yandan da din kamusal alandan silinme sürecini gösteriyor. Buradan hareketle de sekülerizm meşru iktidarın doğasını ve normlarını dünyevileştirmekte ve dini özel alanla sınırlamakta. Laiklik, devletin dinsel esaslara ve güce dayanmamasını, gücünü doğrudan doğruya halktan almasını öngören, bireylerin bir dine sahip olma ya da dini ihtiyaçlarını tatmin etmedeki tavır, davranış ve eylemlerinde mutlak anlamda özgür olduğunu kabul etmek, hiçbir dine ya da mezhebe ayrıcalık tanımamak zorunda olan bir kavramdır. Laik eğitim, özünde bilimsel eğitimi ifade eden bir kavram, akılcı ve bilimin kuşku duyan, sorgulayan ve eleştiren yüzünü ifade ediyor. Cumhuriyetin ilk yıllarından bu yana laiklik devletle din ve eğitim işlerinin birbirinden ayrılması şeklinde tanımlanmakta iken devletin dine müdahalesi şeklinde uygulamalar ile karşılaşmaktayız. Egemen burjuvazinin çıkarlarının İslami yorumla harmanlanmasıyla karakterize olan bir devlet kurumu olarak Diyanet İşleri Başkanlığı buna örnek verilebilir. Halbuki gerçekten laik bir devlette Diyanet İşleri Başkanlığı gibi bir kurum olamaz. Bir kurum olarak dini ve dinin laiklikle ilişkisini o dönemin tarihsel-toplumsal koşullarında değerlendirmeliyiz. Türkiye gibi ülkelerde, yani dinin toplumsal önemini koruduğu toplumlarda sekülerleşme süreci “tepeden inmeci       şekilde laikleşme biçimi olarak karşımıza çıkmaktadır. Laikleşme sürecine halkın dahil olmasının cılız olduğu ve halkla bağlarının kopuk olduğu bir şekilde gerçekleştiğini görüyoruz.

Ali Erbaş’ın adli yıl açılışından başka yer aldığı sahneler de olmakla beraber Erbaş, son günlerde, -kendi mevkiini ilgilendirsin ilgilendirmesin- yaptığı açıklamalar, yer aldığı programlar, Erdoğan tarafından siyasetin her alanında var edilme çabası ve adeta bir “ikinci adam” olarak yanında olması protokol sıralamasında hatırı sayılır bir yükseliş alması kendisini günlerdir manşet yapan nedenler arasındadır. Geçtiğimiz yıl Saray’da yapılan açılışı yargı bağımsızlığına aykırı bulan birçok baro açılışa katılmayı reddetmişti. Bu yıl da Yargıtay Başkanı Mehmet Akarca, Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın olduğu fotoğrafların servis edilmesi ile birlikte yargının tüm dini inançlara eşit olması ilkesinin çiğnendiği gözler önüne serildi. Tabii ki bu fotoğrafı güncel politik gelişmelerin dışında yorumlamak oldukça güç olsa gerek. Erbaş’ın Ayasofya’nın açılışı ile başlayan süreçte laiklik karşıtı söylemleri, dinin kişi ile Tanrı arasında kalmayıp hayatın bütün alanlarına yayılması gerektiğini ifadesi, sosyal medyaya getirilmesi planlanan sansür yasasını “Gençlere adeta kul olduğunu unutturan bir etkileşim var” diyerek savunması, 30 Ağustos’taki tutumu laik bir devlette kati suretle kabul edilemeyecek türden açıklamalardır. Dinci anlayışın hukuk devletinin önüne geçtiğinin bir diğer göstergesi ise Adalet Bakanlığının tutuklanan Boğaziçi öğrencilerinin AYM’ye yaptığı başvuruya verdiği yazılı savunmada yer alıyor. Bu yazılı savunmada yer alan ifadelerde “Eşcinselliğin haram olduğu, dolayısıyla tutuklanmaların bir hak ihlali teşkil etmediği” söylenmişti. Bu ve bunun gibi birçok örnek iktidarın devlet işlerini dinselleştirmeye dair attığı adımlar olarak değerlendirilebilir. Yukarıda da bahsettiğimiz üzere Yargıtay'ın adli yıl açılışının Diyanet Başkanı’nın duasıyla gerçekleşmesi, Diyanet’in İstanbul Sözleşmesi’ne yönelik açıklamaları, öğrencilerin imam hatiplere gitmesinin zorlanmasından pembe otobüs, kadın üniversiteleri uygulamaları ekseninde dönen tartışmalar, salgın bahanesiyle de getirilen alkol yasakları toplumun dini normlara göre düzenlenmesinin örneklerini gösterir. Bu örnekler de dinselleşmenin Anayasa’daki laiklik maddesinin zaten dar olan kapsamının fiilen daha da darlaştırıldığını göstermek bir yana diğer yandan da toplumun dinselleşmesini, dinin toplumsal alanda yaygınlaşmasını ve örgütlenmesini bizlere gösteriyor. Daha öncesinde yayınlanan İnsan Hakları Eylem Planı’nı açıklarken yıllar boyunca içi boşaltılan özgürlük, eşitlik, adalet, insan hakları gibi kavramları dilinden düşürmeyen iktidar şimdi ise adeta bunları “İslam Hukuku” zihniyeti ile yorumlayıp önümüze sunuyor. Diyanetin her açıklaması, her bir söylemi iktidarla suç ortaklığı oluşturuyor. Günümüzde devlet aygıtının kontrolüne verilmiş olan laikliğin tasfiye edilmesini siyasal İslam’ın/ İslamcılığın resmi dinden hareketle yapıldığını görüyoruz. İslamcılık devlet aygıtını kullanarak toplumsal yaşamı, meşru iktidarı ve kurallarını ve toplumsal ilişkileri dinsellikle yeniden inşa etmektedir. Burjuva gericilik, dinci gericiliği eski toplumdan devralarak yeniden üretmekte, kapitalizm öncesi toplumlardan devralınan gelenekleri, anlayış ve düşünüş tarzlarını tümüyle ortadan kaldırmamakta ve kendi çıkarlarının gerçekleştirilmesinde kullanmaktadır. Böylece din toplumsal işlevini, sermayenin gereksinimlerine bağlı olarak devam ettirmektedir. İhtiyaç duyulan dönemlerde de dinsel söylemlere başvurulmaktadır.

ADALETSİZLİĞE, EŞİTSİZLİĞE VE DİN İSTİSMARINA KARŞI BERABER MÜCADELE!

İş cinayetlerinden kadına karşı şiddete ve hatta çocuk istismarına kadar her toplumsal sorunun “kader” söylemi üzerinden tarif edildiği, fıtrata bağlandığı ve tevekkülle geçiştirildiği veya dindirilmeye çalışıldığı; eğitimin, sağlığın, barınmanın, ulaşımın, sosyalleşmenin dinsellikle yoğrulduğu; giderek artan yoksulluğa, ağırlaşan çalışma koşullarına, geçim derdine, işsizliğe, gelecek kaygısına, esnek ve güvencesiz istihdama yanıtın dinsellik olduğu bir düzende laiklik hayati önem taşımakta, hava ve su kadar öncelikli bir ihtiyaç olarak karşımıza çıkmaktadır. Ekonomik kriz, işsizlik geçim derdi derken ve ortalık yangın yeriyken faturanın tahsilinin öbür dünyaya havale edilmesine tanık oluyoruz. Eşitsizliğin, yoksulluğun ve sömürü düzeninin “fıtratında” din istismarının olması, sömürü ve din istismarıyla mücadelenin birbirinden ayrılmaz bir parça olduğu ve bunlara karşı birlikte mücadele edilmesi gerektiğini de gösteriyor.

ÖNCEKİ HABER

Muhalefetin vaatleri gençlere mi? Sermayeye mi?

SONRAKİ HABER

Gazeteci Fatoş Erdoğan polisler tarafından darbedildi

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa