10 Ekim 2021 00:45
/
Güncelleme: 10 Ekim 2021 04:05

Yönetmen Ferit Karahan: ’90’larda korku temel dürtümüz haline gelmişti

Okul Traşı, 58. Antalya Altın Portakal Film Festivali'nde En İyi Film, En İyi Senaryo ve En İyi Kurgu ödüllerini kazandı. Yönetmen Ferit Karahan ve Senarist Gülistan Acet ile Okul Tıraşı’nı konuştuk.

Yönetmen Ferit Karahan: ’90’larda korku temel dürtümüz haline gelmişti

Fotoğraf: Brigitte Dummer

İsmail AFACAN
Antalya

Ferit Karahan’ın yeni filmi “Okul Tıraşı”, 58. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde Türkiye prömiyerini yaptı. Film, yatılı okulda hastalanan arkadaşını doktora götürmeye çalışan; bürokratik ilişkileri ve zor coğrafi koşulları aşmak zorunda olan Yusuf’un hikayesini anlatıyor. Van’ın Bahçesaray ilçesinde çekilen filmin başrollerini Ekin Koç, Mahir İpek, Cansu Fırıncı, Melih Selçuk ile birlikte Çocuk Oyuncu Samet Yıldız paylaşıyor.

Uluslararası birçok festivalden ödüllerle dönen Okul Traşı, son olarak Altın Portakal Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması'nda "En İyi Film", "En İyi Senaryo" ve "En İyi Kurgu" ödüllerini kazandı.  Yönetmen Ferit Karahan ve Senarist Gülistan Acet ile Okul Tıraşı’nı konuştuk. Karahan “Kendimi örümcek ağına takılmış bir sinek gibi görüyorum. Biraz debelenip, o ağdan kurtulmaya çalışsam kanatlarım kopacak ve uçamayacağım. Debelenmesem örümceğe yem olacağım. Yatılı okul Kürt çocukları için böyle bir şey” diyor. Acet ise “Yatılı okul bir ömür boyu mu sürer…” diye soruyor ve ekliyor: “Gerçekten de öyle.”

Fotoğraf: Basın bülteni 

Filmin hikayesiyle başlayalım. Yatılı okuldaki çocukların ve öğretmenlerin hikayesini anlatma fikri nasıl ortaya çıktı?

Ferit Karahan: Ben ’90’ların başından sonuna kadar yatılı okulda okumuştum. 2009’da yatılı okulda geçen bir hikaye yazmaya karar verdim. İstediğim ölçüde bir senaryo ortaya çıkmadı. Bende travmatik etkisi vardı. 2014’te Gülistan beni ‘Sen tek başına çalış’ diyerek biraz yalnız bıraktı. Tek başıma çalışırken kendi depresif geçmişim biraz etkiledi. Gülistan’a bıraktım ve o yazdı. Biraz komedi tadı vardı senaryoda. O zamana kadar yazdığımız en iyi versiyondu. Ama ikimiz de bir şeylerin eksik olduğunu hissediyorduk. Ondan sonra şöyle bir durum oldu: 2015 ile birlikte IŞİD’in Ortadoğu’yu istila etmesi -özellikle Kürtlere yönelik baskı ve şiddeti- beni çok etkiledi. Türkiye’deki görece demokratik sistem bir anda bozulmaya başladı. ’90’larda yatılı okul okuduğum dönemde hissettiğim şeyleri hissetmeye başladım. Gülistan ile bir gün oturduk, 48-50 tane sahne yazdık. 6 günde senaryoyu tamamladık.

Gülistan Acet: Aslında senaryo yazım süreci bizim hayatımızın özeti gibi. İkimizden birinin vazgeçtiği yerde birimiz devralıp, ya tek başına ya da onu motive ederek birlikte çalışmaya devam etti. Bizim zaman zaman vazgeçtiğimizde, olmayacak galiba dediğimizde elimizi bazı şeylerden çektiğimiz durumlar oldu. Ferit kendi başına çalıştıktan sonra “Ben yapamayacağım bunu” dedi. Ben devam ettim. Ve aslında bu yapıya çok aykırı bir şey değildi. İlk başta korkunun insanları nasıl yanlışa sevk edeceği ve küçücük bir hatada o korkunun yarattığı baskıyla birlikte nasıl daha büyük hatalar silsilesi ortaya çıktığına dair daha komik bir hikayeydi. Bunu Ferit’in en etkilendiği anılarından yola çıkarak hikayeyi komple değiştirdik. Ama fon hiç değişmedi.

Travmalar daha belirleyici oldu o zaman…

G.A: Evet. En zihinde kalan banyo sahnesiydi, bizim peşinden gittiğimiz fotoğrafa dönüştü. Yazım sürecinde, “1 haftada çıktı” diyoruz ama aslında çok uzun yıllara yayılan bir çalışmanın ürünü. Oturup sahneleri cümle cümle yazdık. Dönüşümlü olarak yazdık ama üslubun tutarlılığı için diyalogları, gidişatını düzenledik. Dillerimiz birbirine bu kadar uymayabilirdi.

F.K: Şöyle bir şey yaptık aslında… Gece ben sabaha kadar çalışıyordum, sabah Gülistan devralıyordu. Benim yazdıklarıma bakıp düzeltiyordu ve devam ediyorduk. 6-7 gün boyunca günde 18 saat çalıştık.

90’lara gidelim. Yatılı günlerine… O günler sizi nasıl etkiledi?

F.K: Benim üstümden atamadığım bir süreç. Yatılı okul günlerinde çatışma ve şiddet artmıştı. Devletten, polisten, askerden ve hocalardan yani herkesten korkuyorduk. Korku bizim temel dürtümüz haline gelmişti. Yemek yemek gibi bir şeydi bizim için. Hâlâ daha izlerini siz görmüyorsunuz ama Gülistan eşim olması hasebiyle görüyor. Bazı davranışlarımın kökü oradadır. Yani korkuyla davranmam. Bireyden değil, sistemden. Belki de benim güvenimi de etkilemiştir.

G.A: Yemek yeme alışkanlığından, uyku alışkanlığına, banyo alışkanlığına, insanlarla kurduğu ilişkilerdeki güvene ya da güvensizliğe kadar o kadar çok şeyi etkilemiş ki yatılı okul. Ve hâlâ daha değiştiremiyoruz. “Yatılı okul bir ömür boyu mu sürer”… Gerçekten de öyle.

Fotoğraf: Basın bülteni 

Yatılı okul günlerindeki yaşantınız filme nasıl yansıdı?

F.K: Ekmek çalma, banyo, dayak yeme, arkadaşının kötü duruma düşmesi sahneleri vs… Bunların hepsi 6 yıl içindeki deneyimlerimin birbirini sıkıştırmış hali.

Yatılı bölge ilköğretim okulları (YİBO) 90’larda asimilasyon merkezi gibiydi…

F.K: Öyleydi. Ben kendimi örümcek ağına takılmış bir sinek gibi görüyorum. Biraz debelenip, o ağdan kurtulmaya çalışsam kanatlarım kopacak ve uçamayacağım. Debelenmesem örümceğe yem olacağım. Yatılı okul Kürt çocukları için böyle bir şey. Gitmedikleri zaman, çoban olacaklar, çiftçi olacaklar. Köylerinde kalacaklar. Gittikleri zaman asimile olacaklar. Kendi benliklerinden kopacaklar. Birini kendi dilinden, kültüründen, kimliğinden koparıyorsun. Ama bir taraftan ona bir iş olanağı tanıyorsun. O yüzden tümden kötüdür diyemem. Tümden iyidir diyemem. Bizim dikkat çekmek istediklerimizden bir tanesi en azından buydu.

Baş karakter Yusuf. Filmi onun gözünden izliyoruz…

G.A: O en başından bu yana vardı. Ferit’in o dönemki yaşı Yusuf ile aynıydı.

Performansı da etkileyiciydi…

F.K: Ben de Yusuf’un performansından memnunum. Başlarda şüphelerimiz olsa da, bazı durumlarda yönetmen olarak inandıklarınızın peşinden koşmanız gerekiyor. İlk versiyonlarda çok beğenmiyorduk. Kurgunun ilk versiyonlarında… Bir saniyenin bile hesabını veremiyorsam onu koymam. Onun hesabını tarihsel, politik ve duygusal olarak vermem gerekir.

Hangi karakter size daha yakındı?

F.K: Hiçbiri uzak da yakın da değil. Ben karaktere öyle bakmıyorum. Bizim Gülistan ile yaptığımız en iyi şeylerden biri; iyi karakter çalışıyoruz.

Karakterlere nasıl çalıştınız?

G.A: Mekanın insan üzerindeki etkisini, insanı nasıl şekillendireceğini de, aslında mekanı da karakter gibi çalışıp, bu mekanda bulunan öğrenciler ve öğretmenler nasıl şekil alır, karakterleri nasıl değişir durumu üzerinden de bir çalışma yaptık. Ve şunu fark ettim: Öğretmenler de öğrenciler de benzer kişilik özelliklerini edinmeye başlıyorlar. Öğretmenler evet baskıcı, şiddet gösteren, tahammülsüz ve muhtemelen ‘Bu dağ başında ne işim var’ hesabı yapan kişiler. Ve muhtemelen Kürtler sırtında bir kambur gibi duruyor. ‘Onlar olmasaydı ben de burada olmayacaktım, bu işkencehaneye düşmeyecektim’. Ve Kürtlüğü bir etnik mesele değil, politik mesele olarak görmeye başlıyor. Ve bir savaş sebebine dönüşüyor. Çocuklar için de benzer bir meseleye dönüşüyor. Orada olmak istemeyen, onun için bir ödül sayılabilecek bir şeyi ceza mekanına dönüştürmüş bir sistemden bahsediyoruz. Oraya en başarılı öğrenciler seçiliyor. Onların da acımasızlığı, birbirinin yaşamında bir bulut gibi ‘Bir var bir yok’ hale gelmesine sebep oluyor.

F.K: Diyaloğu olan neredeyse bütün karakterleri çalıştık. Aynı zamanda biz doğayı da kendi karakterimiz yapmaya çalıştık. Karın yolları kapatması, yolların sonradan açılması… Bizim için çok önemliydi.

Bürokrasi eleştirisi devreye giriyor burada. Önce okul müdürüne ulaşmanın zorluğu, sonra hastaneye ulaşmak… Film Kürt coğrafyasında geçince salt bir bürokratik işleyişten bahsedemeyiz…

F.K: Aynı şey değil ama, buradan giden öğretmenler, müdür, hademeler vs. bile davranış biçimleri Avrupa’dan dünyanın kendi sömürgeleştirdikleri yerlere gönderdikleri memurlara da benziyor. Biraz postkolonyal bakış açısı var. Bizim en rahatsız olduğumuz şeylerden biri bu. Biz birlikte inşa ettik bu ülkeyi. Bu kadar ayrım yapılması sağ-milliyetçi arkaik ideolojinin bizim üzerimizde bıraktığı zararlardan. Bu durum daha çok Türklere zarar veriyor. Çünkü orada şiddet uygulayan öğretmen burada da şiddet uyguluyor. Şiddet bir bağımlılık. Kendi kuyruğunu ısıran yılan gibi sürekli şiddeti üreten ve kendine yönelten bir biçim görüyoruz. Aradaki bürokratik fark böyle bir şey.

G.A: Bunun yanı sıra, canının kıymetli olup olmaması meselesine göre de tavır alma durumu var. Örneğin bir mahallede bir araba park edilmiş olsun, son model, çiziği bile olmayan bir araba… Kimse ona elini bile sürmeye cesaret edemiyorken, camının kırık olduğunu düşünün; biri gelir diğer camını kırar, lastiğini patlatır. Şunu bilir; bu değersiz ve sahipsiz. Zarar verirsem beni sorgulayan olmaz. Biraz Kürtlerin durumu da öyle gibi geliyor. Oraya gelen öğretmenler biraz daha aşırıya kaçmayı kendinde hak görüyor. Bir asker doğuda görev yaparken 60 yaşında bir adamı sorgularken, dövebilir, küfredebilir. Bunu İzmir’de yapamayabilir. Aileler biraz da buna mecbur.

Dram ve mizah iç içeydi filmde. Bu dengeyi nasıl sağladınız?

G.A: Bir önceki versiyon komedi versiyonuydu. O tat kalmış diye düşünüyorum. Dalga geçtiğin bir şeyin, insanları öğütmek için kurulan bu sistemin eleştirisini yapıyoruz. Komedi de bizim için bir savunma aracıydı.

F.K: Dramdan polisiyeye geçişte bunun çok doğal bir şekilde yapmak gerekiyor. Bizce senaryonun iyi tarafı bu diye görüyorum. Onu yaparken komedi unsurları polisiyeye geçiş, bürokrasinin zayıflıklarını, sürrealistliğini ortaya çıkarmamıza yaradı.

Film birçok uluslararası festivalde ödüller aldı. Filmin bu kadar ilgi görmesinin, insanları etkilemesinin temelinde ne yatıyor? Film birçok ülkede ortak duyguyu yakaladı…

F.K: Herkes okula gidiyor. Ortak bir dert. Babadan, fabrikadan, işten, devletten, dünyadan… Herkes birilerinin baskısı altında. Ama en temelinde her şeyin üstünde bir derdi samimice anlatmanız lazım.

G.A: İnsanlara evet çok samimi geldi. Formül olan tarafı tabii ki var ama dramatik çatışma için gerekli ögelerin bir araya gelmesiyle oluştu. Bu gerekiyordu bence. Ve karakterlerine saygı duymak. İnsan olarak sevginin altında kızgınlıklar da olur. Ama en nihayetinde sevdiğin zaman saygıyla yaklaşırsın belki de. Karakterlerimizin zekasıyla dalga geçmedik.

Evrensel'i Takip Et