Sağlığım sermayemdir
Sağlığın, sermaye olması, sermayenin taşıdığı tüm özellikleri de (alınıp satılabilir ve devredilebilir olma) taşıdığı anlamına gelmektedir.
![Sağlığım sermayemdir](https://www.evrensel.net/upload/dosya/195545.jpg)
Fotoğraf: DHA
Cumhuriyet’in kuruluşunun ilk yıllarında gençlere büyük güven duyulması, ülkenin onlara emanet edildiğinin söylenmesi ve ulusal bir bayram hediye edilerek bu güvenin taçlandırılması, Demokrat Parti yönetiminin son yıllarından itibaren tersine dönmüştür. Gençler daha yaşanılası bir ülke, bir dünya özlemi ile iktidarların kendileri için belirledikleri çizgileri aşmış ve hatta iktidarlara karşı gelerek parlamento dışı muhalefetin öncüleri olmuştur. Bundan sonra başlayan -bir kısım- gençlere “haddini bildirme” süreci, neredeyse kalıtsal bir tutum olarak sürmüştür, zira onlar kendilerine duyulan güveni sarsmış ve “vatana millete hayırlı evlatlar” olmak yerine, kökü dışarda ideolojilerin peşinden gitmişlerdir. Bu durumda gençlere verilen ülkenin emanet yetkisi geri alınmış ve devlet işleriyle ilgilenmekten adeta men edilmişlerdir. Bu sürecin ciddiyeti, genç üniversite öğrencisi Turan Emeksiz’in 28 Nisan 1960’da öldürülmesi ile gösterilmiş ve devam eden yıllar boyunca farklı görüş ve pozisyondaki on binlerce genç hayatının baharında kara toprağa düşmüştür. Vatanın emanet edildiği gençler, iktidarların söylemiyle artık vatan haini oluvermişler ya da şimdilik vatan haini değilse bile bu potansiyeli taşımaktadırlar. O halde gençleri hizaya sokmak, tehlikeli akımlardan korumak ve milli-manevi değerlere bağlı nesiller yetiştirmek gayesiyle, darbe yapmak dahil “gerekli tedbirler” alınacaktır.
Üniversiteyi kazanıp büyük kentlere gelecek gençlere büyüklerden ilk öğüt “aman çocuğum, sağa sola karışma, derslerine çalış, okulunu bitir.” Apolitik olmak vatanseverlikle bir tutulmuştur, üniversitelerde formalite icabı verilen İnkılap Tarihi dersleri ile de bu süreç desteklenmeye çalışılmıştır. Söz dinleyen, uyumlu, manevi ve milli değerlere -hiç olmazsa belli ölçüde- bağlı, şükretmeyi bilen, verilene itiraz etmeyen ve sorgulamayan, hayal kurmayan, neredeyse tek tip bir gençlik sadece darbecilerin değil, pek çok iktidarın da en tatlı hayali olmuştur.
Siyasal bilimler, hukuk, iktisat, ilahiyat gibi fakültelerin alanları gereği belli ölçüde politika, adalet, hak, hukuk gibi kavramlarla ilgisi olabilirdi. Ama örneğin tıp fakültesi öğrencisinin maazallah siyaset ile ne işi olabilirdi, sağlık, hastalık, hasta, tedavi konularının dışına çıkılması bir hekim adayına yakışır mıydı? Nihayetinde 12 Eylül darbesi sonrası süt limana dönen üniversitelerde, bir tıp profesörü “Bir tıp öğrencisinin -yeme, içme, uyuma ve ders çalışmayı kast ederek- vejetatif ihtiyaçları dışında başka bir ihtiyacı olamaz” diyerek el yükseltmiş, yasaklar listesine politikanın yanında sanat, kültür, spor, hatta flört gibi sosyal aktiviteleri de eklemişti. Tıp öğrencilerine yaygın deyimiyle “ot gibi bir yaşam” vaat ediliyordu. Yine bu süt liman döneminde, yeni taşınılan inşaat halindeki üniversite kampüsünde kaloriferler bir kış boyunca çalışmamış, dersler morg benzeri buzhane sınıflarda yapılmıştı. Dışardan kayak yapmaya gelenlerin olduğu bu kentin kemiklere işleyen soğuğunda, inşaat halindeki amfilerde bir kış boyunca atkı, eldiven ve nefes buharıyla dersler işlenmiş neyse ki donan bir hekim adayı olmamıştı.
Güzel haberi bir ders hocası vermiş, bu çilelerin boşuna çekilmediğini tıp öğrencilerine coşkuyla anlamıştı: “Arkadaşlar, size güzel bir haber vereceğim! Bugün fakülte yönetim kurulunda konuşuldu; bunca soğuğa, bunca üşümenize rağmen en ufak bir itiraz etmemeniz, büyük bir metanetle gelip sakin bir şekilde derslere girmenizi, yönetim kurulumuz büyük bir takdirle karşıladı, çok sevindik, sizinle gurur duyduk, bunları size söylememi istediler, gerçekten bravo size!” Baskı ve darbelerin sisteme uyum tornasından çıkmış bu genç insanlar, aranılan ve hayali kurulan gençler olabilirdi. Aksi halde bir kış boyu dondurucu soğuk testinden başarıyla geçmiş olmanın ne anlamı olabilirdi? Kalorifer yoksa yoktur, büyüklerimiz tabi ki bizi ana kucağı kadar sıcak sınıflarda okutmak isterlerdi, ama gel gör ki memleketin imkanları buna el vermiyordu, bize düşen büyüklerimizin bunları düzeltmesini beklemekti. Ne yani gidip de “insanca koşullarda eğitim” diye sokaklara çıkıp gösteri mi yapalım, terörist mi olalım? Yapsak bile bizi kim ciddiye alır, kim dinler? Dahası bunca iç ve dış düşman pusuda beklerken, üniversitemizi, ülkemizi kötüleme, küçük düşürme hakkımız var mı? Düşmanlara bahane mi vereceğiz? Donarım da vermem!!!
Çoğunluğu apolitik olarak mezun olan tıbbiyeliler, daha mecburi hizmet kuralarında politikayla tanışmışlar, iktidar partisinden torpil bulanlar batıdaki kentlerde göreve başlarken, diğerleri kuradaki şanslarına güvenmek zorunda kalmışlardı. Göreve başladıktan sonra da bulundukları yerde parti başkanı, partili belediye başkanı ve kaymakam/vali hepsinin iktidar partisi motivasyonuyla hareket ettiğini anlayıp, uzak durmaları istenilen politikanın içinde olduklarını anlamış oldular. Yerel politikacıların can sıkıcı deneyimleri olsa da kendilerinin arkasında koskoca bir Sağlık Bakanlığı vardı. Üniversitenin kucağından, Sağlık Bakanlığı’nın himayesine geçmişlerdi.
1990’ların reform arayışları ve sağlık hizmetlerinin seçim yatırımı olarak yönetildiği yıllarda, sağlık taramaları ve kampanyalar çok revaçta idi. Ülkede “first lady” bayan Özal’ın çevresinde oluşmuş ve “Papatyalar” diye bilinen grubun dahiyane bir fikri, Sağlık Bakanlığı tarafından kabul edilmiş ve tüm ülkeye ilan edilmişti. Ulusal düzeyde sağlık taraması yapılacaktı, genç yaşlı, yediden yetmişe tüm nüfus muayene edilecek, hastalar sağlamlardan ayrılacak ve tüm hastalar tedavi edilerek ülke tam anlamıyla sağlıklı bir nüfusa kavuşacaktı. Yazılar gelmiş ve bir an önce taramaların başlaması ve her ay kaç kişinin muayene edildiğinin iletilmesi isteniyordu. Bunun olanaksızlığına ve tıbbi olarak da geçersizliğine yapılan itiraz, ister istemez bakanlığın politikalarına karşı durup, politik bir tutum almaydı. Ne oluyor? Neden anlamıyorlar bizi? Bakanlık sesimizi duymuyor mu? “Biz siyaset yapmıyoruz, öyle bir amacımız yok,…” diye cümlenin başına getirilen ekler, derdini anlatanın “iyi hal kağıdı” gibiydi. Aslında bu ifadede “istesek de yapamayız zaten” itirafı da vardı, büyüklerimiz, hocalarımız buz gibi sınıflarda böyle öğrettiler bize. Ne garip ki ne kadar kaçsak bu siyaset bizi bırakmıyor, mesleki bir itiraz siyasal bir çıkışa dönüşüyor. Yoksa bakanlığımla ters düşmek ister miyim?
Her sağlık reformunda akılda kalıcı, popüler ve reformun felsefesini yansıtan bir slogan üretilmesi, topluma tanıtım açısından önem taşımaktaydı. 90’lı yılların sağlıkta reform çabalarında felsefeyi yansıtan, kolay anlaşılabilir, kısa, unutulmayacak ve bence tarihe geçmiş sloganlardan en çarpıcı olanı (Derin bir nefes alın!) “SAĞLIĞIM SERMAYEMDİR”
Bu şaşırtıcı ve kışkırtıcı slogan ne demek istemektedir? En azından sağlık reformlarının sağlıktan ziyade ekonomik beklentilerle yapıldığı, kâr-zarara dayalı uygulamalar olacağı, felsefi olarak insan sağlığının parasal/iktisadi bir değeri olduğu, pür tıbbi ve de insani yaklaşımların konuyu açıklamaya yetmediği anlaşılmaktadır. İnsan olmanın etik değerini öğrenerek mezun olmuş bir tıbbiyeli için, insanın iktisadi değeri olabileceği fikri, alışılmadık ve hekimlik öğretisinde olmayan bir durumdu. Konu tıbbi değerlendirmenin dışına çıkmış, ekonomi üzerinden siyaset alanına geçmişti, tabiri caizse “soru, çalışmadıkları yerden gelmişti”. Bunca yıl mesafeli durduğu siyaset, mesleğinin tam ortasındaydı. Sağlığım sermayemdir ne demekti?
Ancak bu sloganın vermek istediği mesajın haklılığına inanan ve bunu benimseyen hekimler de az değildi. Özellikle her sorunda “hekimlik değerleri” yerine “devletimin yanındayım” diyen hekimlerin sağlığı sermaye olarak gören resmi politikalara onay vermesi anlaşılabilirken, Halk Sağlığı’nın kalesi diye anılan bir üniversitede “Sağlığım sermayemdir fotoğraf yarışması” düzenlenmesi acı bir gülümseme ile geçiştirilemeyecek bir skandal olarak tarihe geçmiştir. Birincilik fotoğrafını görmedim ama umarım “çıplak ve sağlıklı bir beden” üzerinden mesaj verilmemiştir.
Sağlığın bireysel sermaye olduğunu belirten bu slogan, sağlığın bozulması yani sermayenin azalmasından da bireysel kararların sorumlu olacağını, ortaya çıkacak sağlık harcamalarını da doğal olarak o bireyin karşılaması gerektiğini söylemektedir. Hasta olmayarak bu sermaye varlığını korumuş oluyoruz, yani her şey birey olarak bizim elimizde. Aslında slogan içinde, sağlık sorunlarında toplumsal sorumluluk yerine bireysel sorumluluğun bulunduğu ifade edilerek, hastalıkların oluşmasında eğitim, gelir, eşitlik gibi sosyal belirleyicilerin etkisi ve hizmete ulaşma, sağlık güvencesine sahip olma gibi sağlığı yönetenlerin sorumluluğu kurnazca ortadan kaldırılmaktadır.
Sağlığın, sermaye olması, sermayenin taşıdığı tüm özellikleri de (alınıp satılabilir ve devredilebilir olma) taşıdığı anlamına gelmektedir. Sağlık, bedende tecelli ettiğine göre, sonuçta bedenin de sermaye olduğu ve sermayenin nakite çevrilebilmesi gibi örneğin organların satılabileceği, organ ticareti yapılabileceği sonucu da çıkabilir. Sanırım sloganın yaratıcıları bu riskleri ve halkımızın yaratıcı daha başka katkılarını dikkate almadan, sloganı, reform sarhoşluğu içinde üretmişler. Oysa Aşık Mahsuni “Sermayem derdimdir, servetim ahım..” diyerek, bu sermaye metaforunu olumsuz anlamda kullanmış ve reformların sağlık zengini yapmaya çalıştığı insanımızın, gerçekte dert zengini olduğunu dile getirmiştir.
Reformların başlangıcında kullanılan bu slogan, sağlık sisteminin dönüşmesi ile başka bir boyuta evrilmiş ve “sermayeni korur gibi sağlığını koru” söylemi anlamını yitirmiştir. Kamu özel ortaklığı ile gerçekleştirilen şehir hastaneleri “hasta garantisi” sistemiyle çalışmakta ve devlet, özel sektöre insanların hasta olacağının garantisiyle, halkın hastalığı üzerinden kâr sözü vermektedir.
Düzenin kârı “hastalık” üzerinden gerçekleşince, “Sağlığım Sermayemdir” sloganı, artık, özel sektörün ağzından bir slogana dönüşmüştür: HASTALIĞIN SERMAYEMDİR.
Evrensel'i Takip Et