Doktor olmanın bedeli mental sağlığımızı yitirmek olmamalı!
İstanbul'dan bir tıp öğrencisi, bu alanda okuyan öğrencilerin ve mezun olup mesleğe başlayanların sorunlarını anlattı.
Arşiv | Fotoğraf: Vladimir Fedotov/Unsplash
Tıp Öğrencisi
İstanbul
Birkaç gün önce Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi 5. sınıf öğrencisi bir arkadaşımızın TUS dershanesinin çatısından atlayarak intihar ettiğini öğrendik. İçinde bulunduğumuz durumun ağırlığı ve yaşadıklarımızın kimse tarafından umursanmadığı bir kez daha ortaya çıktı. Öğrendiğimde yaşadığım hüzün öfke ve korku tarif edilemez. Birçok kişi bunu okuduğunda, “Hayatına kıymaya değer miydi? Hayatını değiştirebilirdi” ya da “TUS her şey değildir” diyebilir. Oysa bu bakışın gerçeği görmekten uzak olduğunun tıp öğrencileri olarak farkındayız.
Son birkaç aydır doktor randevusu bulunamaması, doktorların istifaları, yurt dışı sınavlarına hazırlanan öğrenciler ve asistanlarla ilgili haberler yaygın. Haberler tıp öğrencileri ve sağlık çalışanları açısından insanca yaşamak ve ardı ardına konan engellerle mücadele etmek arasında yapılan ağır tercihlerin sonucu.
Halihazırda zor olan tıp eğitimi ve asistanlık süreci öyle hızlı bir gidişatla aleyhimize evriliyor ki ne yapacağımızı bilemez hale geliyor, sürekli yeni yollar arıyoruz. Haliyle stres hayatımızdan eksik olmuyor.
REÇETELİ, REÇETESİZ İLAÇ KULLANIMI YAYGINLAŞIYOR
TUS’a beşinci sınıfta çalışmaya başlıyoruz. TUS, dershaneler tarafından bir sektör haline getirildiğinden herkes 20-30 bin TL civarında ücret ödeyip günde on saatten az ders çalışmanın komik karşılandığı bir sistem içine giriyor. Kendine zaman ayırmaktan hatta uyumaktan lüksmüş gibi bahsediliyor. Ritalin gibi, psikiyatrlar tarafından yazılan odak artırıcı ilaçların reçeteli ve reçetesiz kullanımı sıklaşıyor. Bütün bu çabanın sonucunda ayda 12-15 gün arasında değişen gece nöbetleri; idare, hocalar ve kıdemli asistanlar tarafından mobbing; sağlık çalışanlarına karşı şiddet ve malpraktis davalarıyla karşı karşıya kalıyoruz. Geçen gün bir etkinlikte kulak kabarttığım asistanlar çok yorgun olduklarını, doktorluğu tümüyle bırakmayı düşündüklerini söylüyorlardı. Bazı hocalar ise sosyal medyada “Eğer bayramlarda ailenizle olmak, güneşin batışını izlemek ve arkadaşlarınızla çay içmek istiyorsanız pratisyen hekim olun, TUS’a girmeyin” şeklinde açıklamalar yapmakta.
İş yükümüzün artmasına karşın devlet hastaneleri arasında maaşlarda kısıtlamaya gidilmesi ve eşitsizlik söz konusu.
‘ZARAR VERME’ İLKESİ ‘ZARAR GÖRME’YE DÖNÜŞTÜ
Bahsedilen kanıksanmış engeller doktor olmanın zorunluluğu değil. Sorunların çözümü sağlık sisteminin içinde olan herkeste. Ama en çok, sağlık sistemini kâr amacı güden bir şirketmişçesine yöneten ve sağlık çalışanlarının haklarını yok sayan bakanlıkta ve yöneticilerdedir.
Bunun en çarpıcı örnekleriyle pandemi döneminde karşılaştık; dinlenme hakkının gözetilmemesi, izin ve istifaların yasaklanması, sağlık çalışanlarının koruyucu donanım sağlanmadan enfeksiyon tehlikesine maruz bırakılmaları gibi birçok hak ihlali sayabiliriz.
Yaşananlar kriz dönemlerinde ilk gözden çıkarılacak grup olduğumuzu da göstermiş oldu. Her ne kadar hekimlerin hastaları korumak ve iyileştirmek için ön safta yer alması gerektiğini biliyor ve seve seve yapıyor olsak da bunu yaparken ekstra baskılarla yıpranmak istemiyoruz. Sağlık çalışanlarına karşı şiddet eylemlerinin “Size revadır, hak etmişsinizdir,” tavrıyla cezasız bırakılması konusunda ise sürekli bir korku içindeyiz. Hepimiz fakültede ilk olarak “Primum non necere” yani “Önce zarar verme” ilkesini öğrendik, bugün ise “Önce zarar görme” ilkesiyle devam ediyoruz.
Son olarak bize “Doktorluk zordur, mutlu olmayacaksanız TUS’a girmeyin” diyen hocalar “Bütün bunlar yaşanırken ne yapıyorduk” diye sorgulasınlar. Biz verdiğimiz on yıllık emekten sonra insanlığa hizmet etme hayallerimizden vazgeçecek değiliz. Çözüm konusunda çabalamayanların kendilerine insanca yaşam kuran doktorları yargılama hakkı olduğunu da düşünmüyorum.