22 Ekim 2021 23:40

Yazar Özge Doğar: Yüzleşmek cesaret ister ve değişimi peşinden getirir

Yazar Özge Doğar yeni romanı ‘Minnina Işıkları Kapama’yı anlattı.

Özge Doğar | Fotoğraf: Kadir İncesu   

Paylaş

Kadir İNCESU

‘Meraklı Pandora’, ‘Aşkzede’, ‘Kâğıttan Mutluluklar’, ‘Evlilik Anonim Şirketi’ ve ‘Aynadaki Sır’ romanlarıyla tanıdığımız Özge Doğar, Ayrıntı Yayınları tarafından yayımlanan ‘Minnina Işıkları Kapama’ adlı romanıyla bir kez daha okurlarıyla buluştu. Doğar’ın yeni romanı bir kadının var olma, geleceğe umutla bakabilme mücadelesini konu alıyor. Özge Doğar’la ‘Minnina Işıkları Kapama’yı konuştuk. “Yaşadığımız dönemin gerçekliğinden kaçamayız” diyen Doğar, “Öncelikle yüzleşmemiz gerekiyor. Yüzleştiğimizde iyileşme başlar, toplumlarda da böyle. Yüzleşebilecek cesarette olmak zorundayız. Yüzleşmek cesaret ister ve mutlaka değişimi peşinden getirir” ifadelerini kullandı.

Yeni romanınız ‘Minnina Işıkları Kapama’yı yüzleşmeye bir çağrı olarak değerlendirebilir miyiz?

İnsanlar toplumdaki olumsuzlukları görmediklerinde daha mutlu yaşayacaklarını zannediyorlar. Oysa gerçeklik bir bütün. Bizler bu bütünle var oluyoruz. Biz görmek istemiyoruz diye ‘Açlık yok’ diyemeyiz. Açlık var. Aynı şekilde biz görmek istemiyoruz ya da o yöne bakmak istemiyoruz diye çocuk istismarı yok değil, var. Günübirlik hayatlarımızda çok yoruluyoruz, hepimiz bir koşuşturma içerisindeyiz ve yarınımızı düşünmek zorundayız. Bazen kendi koşturmamız içerisinde ‘Bana ne el alemin derdinden’ diyebiliyoruz. Aksine dememeliyiz. Yaşadığımız dönemin gerçekliğinden kaçamayız. Toplumda bir sorun varsa bu sorun hepimizi ilgilendiriyor.

Öncelikle yüzleşmemiz gerekiyor. Yüzleştiğimizde iyileşme başlar, toplumlarda da böyle. Yüzleşebilecek cesarette olmak zorundayız. Çocukların tacize uğradığı bir dünyada yaşadığımızın farkında mıyız gerçekten yoksa benim ailemde yaşanmaz mı, diyoruz? Kendimizi yaşadığımız dünyadan farklı bir yerde mi zannediyoruz, bu bir illüzyon değil mi? Yüzleşmek cesaret ister ve mutlaka değişimi peşinden getirir.  

Özge Doğar, bu romanın, daha doğrusu yüzleşmenin neresinde?

Birey olarak merkezinde, yüzleşme cesaretinde olan bütün insanlar gibi. Bu durum elbette canımı acıtıyor ama acıların da bitmesini istiyorum. Enseste uğramış bir çocuğun acısı aslında toplumun yarasıdır, bunu görmezden gelmek, yok saymak insan olarak benim de aslında hiç olduğumu kabul etmem anlamı taşır. Ben bir hiç değilim, insanım ve bütün çocuklar mutlu çocukluk yaşasın diye uğraşıyorum. Umarım mutlu bir gelecek için herkes mücadele eder, cepleri dolsun diye değil. Yazar olarak ise, her yazar dönemini yazar. Benim dönemimde istismara uğrayan çocuklar, mutsuz ve doyumsuz insanlar var. Bireysel mutluluğun peşinde koşanlar, kendinden başka kimseyi sevmeyenler, çıkar dünyasında kaybolanlar…

Yaşananlar acı olsa da ulaşılan sonuç, insanın içindeki gücün, biraz da destekle kendisini gösterebileceğine dikkat çekiyor. Bu sonuca ulaşmada kadınlık ve annelik de birbirini destekliyor diyebilir miyiz?

Yaşadığımız dönemde kimse mutlu değil çünkü insanlığa aykırı bir düzende yaşıyoruz. Bizler insanız. Düşünmek, hayal kurmak, özgür olmak doğamızda var. Ailemizin, toplumun, okulun bize sunduğu bilgileri ezberliyoruz. Ezberletilmiş hayatı sürekli tekrar ediyoruz. Düşünecek, sorgulayacak, hayal kuracak zamanımız yok. Şanslıysak iyi bir eğitim alıyoruz ama bu eğitim de kalıplara dayalı, büyük oranda şansımız da olmuyor zaten. Üniversiteyi bitiriyoruz, belki bitiremiyoruz ama işsizlik korkusuyla boğuşuyoruz. İş buluyoruz, evlenmek zorundayız. Neden zorundayız pek kavrayamadım ama böyle bir zorunluluk var. Bu zorunluluk içerisinde aşk zaten kayboluyor. Evleniyoruz, çocuk oluyor. Bu sefer çocuk büyütme serüveni başlıyor. Hayatın her döneminde para zorunlu ihtiyaç çünkü parasız hiçbir şey yapılamıyor. Paran yoksa okuyamazsın, evlenemezsin, çocuk büyütemezsin… Kendi hayatımız bizim mi gerçekten, Hayatımız kimin elinde? Şekil değişiyor, yüzler değişiyor, hep aynı hayatları yaşıyoruz. Bazen bir tokat, bazen eve gelen fatura, bazen sevdiğimiz insandan yediğimiz darbe… Bir nedenden ötürü kendimize geliyoruz ve hayatımızı sorgulamaya başlıyoruz. Bir şeyler ters gidiyor fark ediyoruz, içimizde bir güç, bir ateş yaşama tutunmamızı sağlıyor. Ben buna uyanma dönemi diyorum. Hepimiz farklı farklı nedenlerden uyanıyoruz. Hayatımızı elimize almak istiyoruz.

Hem annelik hem kadınlık bu romanda zafer kazandı. Birbirlerini desteklediler ama hayatta bu böyle olmayabilir. Her kadın anne olmayı tercih edecek diye bir şart ya da anne olunca kadınlığından vazgeçecek diye bir durum yok. Bunları söyleme gereği hissettim çünkü bunlar bile kadına dayatılıyor. İnsanın özüne ait olmayan bir sistemde herkes mutsuz. Mutluluğu yeni evde, yeni arabada, yeni sevgili de… Yani tüketmekte arıyoruz.

İnsanların yaşadıklarına bakışında kültürel altyapılarının etkisini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Geldiğimiz kültürler bizlere bir zemin oluşturuyor ama bu zemin değişmez katı kurallarla örülü değil. Bize öğrettikleri aslında bu yönde. Değişmez ve devam ettirmekle zorunlu olduğumuz yönünde. Ama gerçek bu değil bana göre, insanla birlikte o da değişip dönüşüyor. Kitabın kapağındaki yumurta aslında buna işaret ediyor. Büyüdüğümüz ortam bizimle birlikte değişiyor, dönüşüyor. Hoşumuza gidenleri yanımızdan ayırmıyoruz, beğenmediklerimizi de unutup gidiyoruz. Romanda Adile, çorba kaynatıp dağıtmaktan vazgeçmedi. Hatta Ece de bunu devam ettirdi. Oysa Adile’nin kültüründe çorbayı sadece ailenin büyük erkek çocuğu devam ettirebiliyordu. 

Psikolojik yönü ağır basan bir roman… Kırık rüyaların olduğu bölümler dikkat çekiyor. Bu durumun psikolojik kökeni var mı?

Romanda olumsuz bir durum olacağını ‘kırık’ görerek anlıyorlar. Adile ve Hikmet adeta hayatlarını buna göre şekillendiriyorlar. Hikmet, kocasının kumar borcundan iflasa sürükleneceklerini, Adile ailesinde ölüm olacağını bu işaretle anlıyorlar. Bazı kültürlerin buna benzer kuşaktan kuşağa geçen aktarımları var.

Ancak emeği ve sevgiyi de inkar etmemek gerekir değil mi?

Aslında Ece, çok uzun bir süre annesinin kendisini tercih etmeyip kadınlığı tercih ettiği fikriyle yaşadı. Kadınlığı ve anneliği birbirine rakip olarak gördü. Kendi bedeniyle barışmasıyla birlikte bu durum da değişti. Kendi bedeninde hem kadınlığı hem anneliği sevdi. Buna zaten hazırdı, basamak basamak ulaştı. Emeğin gücü bir hayatı yeşertti. Ece biyolojik annesini değil onu büyüten Adile’ye ‘anne’ dedi. Aralarındaki bağ çok özel. Emek ve aşk bütün zorlukları yıkar. Romanın kahramanı emek harcayanı anne olarak seçti. Çevrelerinde çok fazla insan var ama ikisi de yapayalnız. Bu roman özlük ve üveylik kavramlarını kaldırıyor. Emeği hak ettiği tahta oturtuyor.

ÖNCEKİ HABER

Datça Kavakdibi Demokrasi Evi açıldı

SONRAKİ HABER

DİSK'e bağlı sendikaların İzmir şubeleri vergide adalet istedi

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa