01 Kasım 2021 00:02

Şair Mustafa Köz: Şiir içli yaraların şarkısıdır

Şair Mustafa Köz'le "Yaralı Boşluk" isimli yeni şiir kitabını konuştuk.

Mustafa Köz ve kitabı | Fotoğraf: Mete Özel & Kolaj: Evrensel

Paylaş

İsmail AFACAN
İstanbul

Şair Mustafa Köz’ün “Yaralı Boşluk” isimli yeni şiir kitabı okuruyla buluştu. Köz yeni kitabında “Tek insanın sessiz yarasından çok, yeryüzünün durmadan kanayan derin ve gürültülü yarasına” baktığını söylüyor.  Yakın dönemde yaşadığımız katliamları, savaşları ve direnişleri şiirine taşıyor, tarihe not düşüyor. “Şiir içli yaraların şarkısıdır.” diyerek. Mustafa Köz’le yeni kitabını konuştuk.

Kitap ismiyle başlayalım: “Yaralı Boşluk”…  Bu boşluk nasıl bir boşluk?
Bu boşluk onca sömürge, onca savaş, onca kıtlık kıranla tıka basa, damarlarında glikoz ve virüs, şerbet ve ecza kaynayan dünya denen şu yaralı yeryüzü elbette. İrili ufaklı tiranlar, diktatörler, sermaye baronları, savaş bezirganları acıyla sıvayıp duruyor onu. Yoksa dünyanın ne suçu olsun ki! Masmavi bir ateş topu gibi yuvarlanan dünya savaşlarla, kıyımlarla, salgınlarla kan içinde.Şiir yeryüzünün acı, hüzünlü müziğine, onun büyülü ritmine göre atan bir nabızdır. İçli yaraların şarkısıdır. Bunun için “Yaralı Boşluk” adını aldı kitap. Boşluk somut bir simge, varoluşa ilişkin soyut bir gönderme değil. Şiirler, varlığı ya da yokluğu kurcalamıyor. Önceki kitabım, “İki Yüzlü Zar”, öznenin varlık sorununa eğilmişti. O hesaplaşma orada kaldı. “Yaralı Boşluk” ise tek insanın sessiz yarasından çok, yeryüzünün durmadan kanayan derin ve gürültülü yarasına bakıyor.

80 sonrası Türkiye şiirinde en çok kullanılan imgelerden biri “yara”… Farklı kuşaklardan şairler “yara” imgesini sık sık kullanıyor. Yaralarımız neden kabuk tutmuyor?
Başka şairlerin yarasını bilemem de bende yara, bu kırgın ve kederli coğrafyanın tepeden tırnağa kendisi oldu her zaman. Yaradan örülmüş bir ülkede yaşıyoruz çünkü. Yüzümüzün yarası hep Doğu’da. “Şark çıbanı” diye bir şey var örneğin. Bir türlü iyileşmiyor o çıban. İyileşmeye yüz tuttuğunda Batılı bir emperyal el ya da Doğulu bir molla eli gelip yeniden deşiyor o yarayı. Böyle bir yara kabuk bağlar mı?

Kin, din ve para yönetiyor ülkeyi. Yalnızca bu ülkeyi mi? Dünyaya bakın, kilisenin ve simsarların köleleştirdiği yoksulları düşünün. Bu boşluk, artık daha da karanlık. Oysa ne Musa ne İsa gelecek ne Muhammed… Vicdanın yerini kutsal, aklın yerini ise kör inanç aldı. Biliyorsunuz seyisler, arpayı atlara avuçlarıyla verirler ellerinin kokusunu tanısınlar diye. El kokusuna alışan atlar, bakıcısına körü körüne bağlanır. Büyük kalabalıklar, seyisine alışan atlar gibi itaatkar.

Öte yandan Macbeth de yaşıyor. Shakespeare, şöyle konuşturmuştu kahramanını: “Anamız değil, mezarımız artık İskoçya / Yüzü gülmez oldu kimsenin / Ahı gökleri tuttu milletin, duyan yok / En büyük acılar, kaygılara döndü / Ölüm çanları kimin için çalıyor, soran yok / Doğru insanların ömrü tükeniyor / Başına takılan çiçeklerden daha çabuk / Hasta olmadan ölüveriyor insanlar.” Öldürücü güdü her çağda, her yerde… İnsanlığın erdeme ve adalete gereksinimi var oysa. Atinalı Demates’in, tabut üreten bir yurttaşını çok kişinin ölümünü ve böylece de çok kazanç sağlamayı arzuladığı için tutsak ettiği söylenir. Yeryüzüne Demates’in erdemi gerekli.

Umutsuz olduğum düşünülmesin bunları söylerken. Bulanmadan durulmaz. Bu bulaşıcı karanlıkta dünya işçilerinin avuçlarının ve alınlarının ışıdığını da biliyorum. “Sınıf”ın söyleyeceği çok söz var daha. “Yaralı Boşluk”un böyle okunmasını isterim.       

Kitapta Ankara, Soma, Roboskî Katliamı, Suriye Savaşı ve Gezi direnişine dair şiirler var. Bunlar acıya şiir basan şiirler… Bu şiirleri yaralarımızı iyileştirme girişimi olarak okuyabilir miyiz?
Şiirin insan için, insanlık için yüce değeri, tanıklık değilse nedir ki? Savaşlar salgınlar, yıkımlar yangınlar, bıçak kesmez bir acı ve trajedi…Yırtıcı bir hayvan gibi uluyan bu “yaralı boşluk”ta “çağ ağrısı”na şiirle bakmayı denedim. Sözcüklerin ucunda ışıldayan kan ve tohum, çamur ve zümrüt, pas ve gün doğumu gizlendiği yerden söküp almak içindi karanlığı. Sözünü ettiğiniz ağrılar, yeryüzünün sırlı levhasına kazınsın ve unutulmasın diye okuru da şiirin tanıklığına çağırmak istedim. Hepsi hepsi bu.

Yaralarımız bu şiirlerle sağaltılır mı? “Yaralı Boşluk”la tematik özdeşlik taşıyan “Ateş Bağı”nda da söylemiştim. “Bir pamuk tarlasını güzelleştiren pamuk kozası, işlenip bir yarayı kapatmak için kullanıldığında güzellik değil, yara önemlidir.” Öz ve biçim meselesi yani. Kitapta “yaraya bakmak” önemli oldu yarayı iyileştirmek için. Yaranın şiirle iyileşip iyileşmediğini ise okur söyleyecek. Ben sadece “dünyanın hali”ne baktım. Olup bitene tanıklık diyelim. Şiir, güneş saati gibi güneşe göre biçimlenir çünkü. Onun güneşi dilse saati de şairin ruhudur ancak güneş, saati bütün bütüne örtmemelidir. “Yaralı Boşluk”un imgesel-çağrışımsal dili umarım okurun ruhuna da şifa olur.

Kitap, “Salgın” şiiriyle okuyucuya veda ediyor. Pandemi şiirinizde nasıl bir etki yarattı?  Özellikle “Salgın” şiiriniz 20. yüzyıl dünya ve Türkiye tarihi niteliğinde… İlk olarak 20. yüzyılın sizde bıraktığı izleri sormak istiyorum. 21. yüzyılın ilk 21 yılına baktığınızda da nasıl bir gelecek görüyorsunuz?
Salgının ilk günlerinde Şile’de kitaplığıma kapandım. Okuma yazmayı yeniden öğrendim. Yıllardır benimle ne zaman konuşacaksın diye üzerime üzerime gelen roman, öykü kahramanlarıyla, şairlerle yeniden barıştım. Okudum ve yazdım. “Orada O Yalnız Sabahta” (10 Ekim şiiri) ve “Salgın” şiiri o ıssızlıkta yazıldı. Salgın tarihine çalıştım. Gördüm ki kara ölümden bugüne dünya aynı dünya. Veba, kolera, sarı humma, tifüs, malarya, frengi, cüzzam, tifo, tifilis, dizanteri, İspanyol gribi, sars, ebola, hiv, mers ve kovid-19.  Sonrasını bilmiyoruz.

Son salgını yarasaların boynuna sardılar oysa sorun bütün bütüne sınıfsal. Küresel sermaye denen kan yarasaları, insanlığın ağzına boca etti bütün kanı. Kan yarasalarını bilirsiniz, yaşayabilmek için her gün yuvalarına kan taşırlar, kursaklarında kanla dolaşırlar. O kan, dünyanın damarlarına boşaldı salgınla. Varsıl daha varsıl, yoksul daha yoksul şimdi. “Salgın” şiiri bu yönüyle baktı dünyaya.

Sömürü, dünyanın kılcal damarlarını kuruttuğu için ülkeyi ayrı tutmak olası mı? Yüzyılı fark etmiyor, çarık çağında da füze çağında aynı sömürü. Ne diyordu Osmanlıda rençper reaya? “Şalvarı şaltak Osmanlı / Eyeri kaltak Osmanlı / Ekende yok, biçende yok/ Yiyende ortak Osmanlı.” Ne diyordu Oktay Rifat? “Ürünü ayırmışlar ağacından / Tutturabildiğine /  Satıyorlar pazarda / Emeğin dalları kırılmış, yerde / Işık kör edici diyorlar / Özgürlük patlayıcı / Lambamızı bozan da / Özgürlüğe kundak sokan da onlar.” Emeğin dallarını yerden almak için yeni yüzyılda şairlere daha çok söz ve tanıklık gerekiyor.

Geleceğin ışıklı büyüsüne inanmasaydım şiiri de bırakırdım. Şiir, yarının tarihini taşıyor çünkü. Yine Oktay Rifat’ın deyişiyle “Elleri var özgürlüğün / Gözleri, ayakları / Silmek için kanlı teri / Bakmak için yarınlara / Eşitliğe doğru giden.”  İşte, bunun için şiir…

Mademki söz yeni yüzyıl için ne düşündüğüme geldi, “Yaralı Boşluk”tan dizelerle bağlayalım sözü: “Göreceğiz elbet zambak tomurcuğunda yeşeren çiyi / gün ışığının kabuğundaki ilk ürpertiyi / göreceğiz linyitin, safranın, çeliğin, tuzun terleyen alnını / göndere çekilmiş bayrağını kıvancın ve buğdayın / bağ bozumunun üzüme, şaraba bağışladığı gizi / yelken açmış ak gemiyi ölümsüz İthaka’ya / göreceğiz tomruk yarası gibi kararan gecenin döneceği şafağı / parladığını küçük bozkır güneşleri gibi gözlerimizin."

ÖNCEKİ HABER

Hastasından 15 bin TL alan profesöre 10 yıl hapis istemi

SONRAKİ HABER

Kürdistan tartışması sonrası gözaltına alınan Taşkesen: Hakikati dile getirdim

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa