Geri dönüşümde emek-sermaye çatışmasının tarihsel ufku: Çöp, ekmek kavgasına dahildir
"Tarihsel olarak Osmanlı, İngiltere ve Fransa örneklerinde de görüleceği üzere servetlerini kötü koşullarda yaşayan ve sokaklardan katı atık devşiren emek sömürüsüyle var etti"
Fotoğraf: Pixabay
Ahmet Bulut TAMGÖRGÜ
Geçtiğimiz günlerde İstanbul Valiliği ve ilgili belediyeler tarafından geri dönüşüm emekçilerinin çekçek arabalarıyla topladıkları ürünlere şiddete başvurularak el konuldu, depoları ve yaşadıkları alanlar zorla yıkıldı, kendilerine yönelik gözaltı ve tutuklamalar gerçekleşti. Müdahalenin ardından yapılan özel dosyalı haberler, hem bu sektörün işleyişine dair yeni bilgileri ortaya çıkardı hem de emekçilerin taleplerini yeniden gündeme taşıdı. CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu müdahalenin gerçekleştiği alanda emekçileri ziyaret etti ve bu konuyu meclis grup toplantısında dile getirdi. Geri Dönüşüm İşçileri Derneği Başkanı Ali Mendillioğlu ise konuya dair Gazetede Duvar’a verdiği bir mülakatta, İstanbul Valiliği talimatıyla gerçekleştirilen ani müdahalelerin, geri dönüşüm şirketlerinin kuruluşuna tesadüf ettiğine vurgu yaparak aynı zamanda sektördeki emek sermaye çelişkisine dikkat çekti.
ÇÖPÇÜ MİLYONERLER
Geri dönüşüm sektöründeki emek sermaye ilişkisini tarihselleştirmeyi hedefleyen bu yazı, konuya ilişkin gündemi ve çatışmaları on dokuzuncu yüzyılı da içine alarak tartışmayı önermektedir. Emek sermaye çatışması, bugün olduğu gibi geçmişte de söz konusuydu. Öyle ki bunun meşhur örneği golden dustmen/ çöpçü milyonerler olarak literatüre geçen sermaye sınıfıydı. Londra nüfusunun on dokuzuncu yüzyıl boyunca astronomik oranlarda artışı konut ihtiyacını da beraberinde getirmiş, tuğla talebi ortaya çıkmıştı. Çöpler büyük kazanlarda yüksek ateşte yakılıyor, külleri ise tuğla üreticilerine satılıyordu. Çöpçü milyonerleri yaratan temel faktör, işte bu konut, tuğla talebine koşut olarak hammadde tedarikini sağlıyor olmalarıydı. Bu sistem aynı yüzyılın sonunda çöplerin yakılmasıyla elektrik üretiminin elde edildiği bir keşifle perçinlendi. Fransa’da ise benzer bir şekilde hayvansal atıklar kullanılarak kimya endüstrisi önemli kazanımlar elde etti. Elbette çöpçü milyonerler Osmanlı ve diğer örneklerde de görüleceği üzere servetlerini kötü koşullarda yaşayan ve sokaklardan katı atık devşiren emek sömürüsüyle var etti.
Batılı ülkeler aynı yüzyıl boyunca geri dönüşüme yönelik oldukça verimli iş sahaları oluşturdu, öyle ki başka ülkelerden katı atık ithal eder oldular. Osmanlı kentlerinde geri dönüşüm sektörünü büyüten de doğrudan ihracatçı ülke konumuna geçmesi oldu. Yani bugün olanın aksine Osmanlı Batılı ülkelere katı atık ihraç etmekteydi.
OSMANLI VE GERİ DÖNÜŞÜM
Geri dönüşüm sahasındaki tartışmayı daha iyi kavramak adına Osmanlı yerel yönetimlerinin çöplerle nasıl başa çıktığına kısaca bakalım. Osmanlı belediyeleri 1850’li yıllarda kurulmadan önce mahalle sakinleri çöp sorununu kendileri çözmek zorundaydı. Yani çöpler mahallede uygun alanlarda biriktiriliyor, mahalleli tarafından yevmiyeli işçiler tutularak deniz kıyısına indiriliyor ve kayıklarla akıntıya dökülüyordu. Sorumluluk sahibi olan kadı ve yardımcıları, salgın dönemlerinde ve bu sistem bir problem yarattığında ancak sürece müdahil oluyor ve yaptırım uyguluyordu. Belediyenin kurulmasıyla birlikte düzenli bir memuriyet oluşturuldu. Buna yönelik görev tanımları, aylıklı maaş ödemeleri ve günün belirli saatlerinde çöp toplama gibi “rasyonel” pratikler uygulanmaya başladı. Tüm bu dönüşümü düşünürken elbette uygulamada sınıfsal bir ayrımı gözetmeli, yoksul ve zengin mahalleler arasındaki hizmet terazisini de hatırda tutmalı. Memuriyet ve düzenli çöp toplama pratikleriyle çöplerin akıbeti değişmedi. Çöpler yine kayıklar aracılığıyla denizin dibini boyladı. Ta ki bir lodos çıkana kadar. Sert mevsimlerde lodosun, çöpleri İstanbul kıyılarına geri püskürttüğü de oluyordu. Bu İstanbul kıyılarında “lodosçuluk” adında bir sektör bile oluşturmuştu.
Biz ise geri dönüşüm kalemi olarak paçavraya bakıyoruz. Peki bu paçavralar ne işe yarıyordu? Paçavra, selülozdan kâğıt imalinin keşfine ve yaygınlık kazanmasına kadar kâğıt üretiminde hammadde olarak kullanıldı. Kâğıt üretimi konusunda çalışmalarıyla meşhur bir tarihçiye göre kâğıt tarihi doğrudan paçavra toplama tarihiydi. Keten ve pamuklular yıkanıyor, parçalanıyor ve hamur haline getirilerek suyla karıştırılıyordu. Suyu süzüldükten sonra ise presleniyor ve daha sonra kurutularak kâğıt haline getiriliyordu.
PAÇAVRACILIK…
Paçavracılık bir sektör olarak Batı sermayesi Osmanlı’ya girmeden önce de mütevazı bir şekilde mevcuttu. İmparatorluk eliyle kurulan kâğıt fabrikaları kendi ihtiyaçlarını karşılamak adına herhangi bir sorun yaşamadan paçavra tedarik kanalları kurmuştu. On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında Batı’da kâğıt teknolojisinin gelişmesi daha çok kâğıt üretimi ve dolayısıyla daha fazla paçavra talebi yarattı. Bununla doğru orantılı bir şekilde paçavra fiyatları ve kâğıt üretimi maliyetleri artış gösterdi. Geri dönüşüm alanında İngiltere ve ABD’li sermayedarların Osmanlı limanlarıyla tanışıklığı bu noktada başladı. Halihazırda 1838 tarihli Balta Limanı Anlaşması ticaret maliyetlerini düşürdüğü için Osmanlı liman kentleri sermayedarlar için cazip bir fırsat yaratıyordu.
Batı sermayesinin girişiyle iç piyasa, kâğıt fabrikalarındaki mütevazi sektör altüst oldu. Çünkü Amerikalı girişimciler piyasadaki en iyi paçavraları dokuz katı fazla fiyata satın alıyordu. İzmir Kâğıt Fabrikası bu yüzden üretim konusunda sorunlarla karşı karşıya kaldı. Emekçiler fabrikaya bağlı bir şekilde çalıştıkları için devşirdikleri paçavraları fabrika yöneticilerine sabit fiyattan veriyor ve fabrika yönetimi de ihtiyaç fazlasını doğrudan Batılı girişimcilere yüksek fiyatlardan satıyordu. Böylelikle sektörde oluşmaya başlayan serbest piyasa koşullarında emek sömürüsü öncelikle İzmir Kâğıt Fabrikası yöneticileri tarafından gerçekleştirilmiş oldu. Daha sonra paçavracılar bu duruma itiraz ederek İstanbul’a devşirdikleri paçavraları diledikleri fiyattan diledikleri girişimcilere satma hakkının tanınmasını istedi. Son kertede karar emekçilerin lehine oldu. Artık diledikleri fiyata diledikleri kişiye paçavraları satabilirlerdi. Aynı yüzyılın ikinci yarısında aralıksız devam eden ve gittikçe artan bu ticarette paçavracılar ve Batılı sermayedarlar karşı karşıyaydı.
KOLERA SALGININDA DA ÇALIŞMIŞLARDI
Batılı sermayedarlar, haklarını koruyan 1838 tarihli anlaşmanın yaptırımlarına ve politik olarak oldukça etkin olan konsoloslara sahipti. Oysa paçavra emekçileri kanunlarla ve siyasi yaptırımlarla kuşanmış sermayedarların karşısında tamamen korumasız bir şekilde konumlanıyor, sadece halk sağlığı raporlarında/ bürokrasi nazarında bir “sorun” unsuru olarak yer alıyorlardı. Üstelik sadece sermaye sahipleri ve konsoloslarla karşı karşıya kalmıyor, bazı durumlarda belediye kolluk güçleri de paçavracıların karşısına geçiyordu. Düzenli olarak belediye tarafından çöplerin toplanmaya başlamasıyla paçavracılar ve belediye arasında ayrıca gerilimler yaşanıyordu. Kolera salgınları sırasında alınan tedbirler doğrultusunda paçavracılık belediye tarafından yasaklansa da paçavracılar “ekmek kavgası”ndan mecburen işlerini yapmaya devam ediyordu. Oysa belediye paçavra sektöründen gelir elde ediyor ve paçavracıları engelleyemediğinden zaman zaman da tedbirlerden muaf tutarak en azından geliri devam ettirmeyi tercih ediyordu.
1893 tarihli bir gazete yazısında paçavra sektöründeki emek, sermaye ve belediye ilişkisi etraflıca işlenmişti. Yazıya göre sektörde oldukça büyük bir ekonomi vardı. Bu büyük ekonomiden ise emekçiler faydalanamamaktaydı. Halk sağlığı tedbirlerinin maliyetli olduğunu iddia eden yazara göre, karın tokluğuna çalışan emekçiler bu maliyeti karşılayamıyor, sermayedarlar ise karlarından vazgeçmiyordu. Paçavralar ağırlıklı olarak kıyafetlerden devşirildiği için doğrudan emekçiler için hastalık riski taşımaktaydı. Çünkü paçavralar hastalıktan ölen kişilere ait bir evden ya da hastaneden devşirilmiş olabilirdi. Üstelik hastalığın (daha çok koleranın) nereden bulaştığına yönelik keşif 1890’lı yıllarda bulunacaktı. Bu durum aynı zamanda altyapı eksiklikleriyle yüz yüze olan işçi semtlerinde yaşamaları nedeniyle tüm bölge için risk teşkil ediyordu.
Paçavra emeği sadece sokaklarla da sınırlı kalmıyordu. Paçavracılar sokaklardan devşirdikleri paçavraları deniz kıyılarındaki depolara götürerek ücreti karşılığında teslim ediyor, küçük depolardaki ürünler daha sonra büyük depolara gönderiliyordu. Büyük depolarda da emek yoğun bir sistem işliyordu. Paçavralar çeşitli bölümlerde birtakım yıkama, kurulama ve balyalama işlemleri geçiriyordu. Balyalama işlemleri sonrasında ise yük gemileriyle deniz ötesi yolculuğa çıkıyordu. Bahsedilen büyük işletmelerde de durum hiç farklı değildi. Bir şikâyet raporu sonucunda depolara gönderilen heyet işçilerin kir, toz içinde çalıştıklarını ve çoğunun hasta olduğunu tespit etmişti.
KAVGA VARDI, SÜRÜYOR
Geri dönüşüm sektörü, çarkını sağlık problemleri ve kötü koşullar altında çalışan emek gücüyle döndürdü, döndürmeye de devam ediyor. Özellikle kolera gibi olağanüstü zamanlarda, belediye kolluk güçleri Osmanlı geri dönüşüm işçilerinin barakalarını yıkmaya, ortadan kaldırmaya girişmişti, buna yönelik örnekler arşivlerde mevcut. Yani yaklaşık yüz elli yıl önce de benzer şekilde emekçiler belediye kolluk güçlerine karşı tepki göstermiş, barakalarını yıkmaya gelenler karşısında direniş geliştirerek cevap vermişti. Neyse ki, son günlerde yaşanan baskılar karşısında emek güçleri örgütlü, dayanışma içinde etkili bir muhalefet sergiliyor. Kısaca kavga vardı, sürüyor, sürecek… Özgür Uyanık’ın bu doğrultuda Arjantin’de başlayan ve tüm Latin Amerika’ya yayılan geri dönüşüm emekçilerinin kazanımlarını anlattığı Çöpten Çıkan Sosyal Adalet: Kâğıt Toplayıcılarının Şafağı isimli yazısı oldukça önemli bir aydınlığı selamlıyor.