3 Kasım 2021 07:11

Güvenin kırılgan tarihi

Tarih öncesi insanını hep merak etmişimdir, sonsuz bir özgürlükle yaşamak nasıl bir duygudur? Uyması gereken hemen hiçbir kural yok, henüz bir inancın etkisinde değil, kendinden başka güveneceği kimse yok. Belki yeterli konforu ve yaşamsal güvenceleri yok ama farkında olmasa da dünyanın sahibi. Ama o mülksüzlüğün özgürlüğünde!! Çıkıp da Afrika benim, Avrupa, Asya hepsi benim! Boğazlar, kıyılar, denizler de benim! demiyor. Henüz bir şeyler biriktirmiyor, onca dünya malı arasında minimalist hatta yoksul bir yaşam. Yazının icadı ile artık bilgi, deneyim kayıta girip biriktirilmeye başlanıyor, kısacık ömrüne sığdıramayacağı deneyimleri başkalarının yaşantılarından öğrenmeye başlıyor. Kendi bedeninde “bir” iken, “çok” insan oluyor, değişip, dönüşüyor.

Yalnız veya küçük gruplarda yaşamanın güvensizliğini, doğadaki tehlikeleri, açlığı, soğuğu bertaraf etmenin yolu belki de Jean-Jacques Rousseau’nun, “toplumsal sözleşme” dediği, tüm tarafların bir araya gelip ortak kurallarda uzlaşması ile mümkün olabilecek. Peki bu kuralları kim denetleyecek? Uymayanları kim cezalandıracak? Bu sorularda adeta bir de davet var. Hoş geldin devlet baba! Artık onun gölgesinde ve şefkatinde barış, huzur, bolluk, bereket ne ararsan var. Ama küçük bir şartla, konulan kurallara uymak kaydıyla. Peki uymam gereken kurallar, üzerinde anlaştığımız kurallar değilse? Ya da hadi ben uyayım, devlet baba da uyacak mı? Bak şimdiden sıkıntılı bir birey olduğunu gösteriyorsun. Yahu şu sana söylenen kurallara uy ve konforunu yaşa, gerisini bize bırak.

Tarihte yöneticiler, din adamları, askerler, hekimler, hakimler, avukatlar genel olarak hep aynı tutumu benimsemişlerdir. Bize ve verdiğimiz kararlara -bir nevi kayıtsız şartsız- inanın, güvenin. Hatta kaptanlar da bu profesyonel mesleklerin arasına girip, aynı koşulsuz güveni istemişlerdir. O kadar ileri gitmişler ki, Titanik’in kaptanı: “Bu gemiyi Tanrı bile batıramaz!”, 1994 yılında Estonya feribotu kaptanı: “Panik yapmayın, dünyanın en güçlü gemisindesiniz!” diyerek, sonradan kurbanlar için dikilecek anıtlara ilk harcı koymuşlardır. Bugünlerde sıkça dile getirilen “Aynı gemideyiz!” sözleri neyin habercisi acaba? Güven duyup konfor alanına geçmek dururken bu şeytan işi şüphe de neyin nesi?

Kutsal devlet fikri, denetlemek-koşulsuz güven ikilemini güven lehine ebedi bir şekilde çözdü. Artık Thomas Hobbes’un İncil’den alıntılayarak “Yeryüzünde onunla kıyaslanacak hiçbir güç yoktur!” sözüyle tanımladığı ve Leviathan adlı canavara benzettiği varlık “devlet’’ idi. Ancak bu büyük güç bile yeterli bulunmayarak, Allah’tan devlete zeval vermemesi duasıyla devletin bekası daha da garantilenmeye çalışılmıştı.

Çoğu insanın hayalinde ideal bir yapı olarak gülümseyen, koruyan, güçlü, adil ve cömert bir devlet tasarımı varken; onu temsil edenler genellikle asık suratlı, tepeden bakan, kızan, güç kullanan, vermekten ziyade almayı seven somut ve canlı varlıklardı. Olsun ama hayali çok güzel! Neyse ki Kral 14. Lui, bu ayrım gayrıma son verecek bir adım atmış ve “Devlet benim” diyerek, devleti ete kemiğe büründürmüştü.

Devletle ilk tanışmalar, vergi, hastalık, okul, askerlik veya bir başkasıyla anlaşmazlık sonucu olurdu, bazen de karşı taraftan habersizce gelenlerle sürpriz tanışmalar oluyordu. Tahsildar, ormancı, jandarma ve polis ilk akla gelen devlet unsurlarıydı. Doktor, ebe, öğretmen, imam çok fazla devlete mal edilmese de yeri geldiğinde devletin doktoru, devletin ebesi veya imamı denilirdi. Özellikle polis ve jandarma bu imajı tam yansıtırlardı, zaten devlet memurluğu dışında serbest piyasada, bu görevle çalışamazlardı.

Devlet ile vatandaşı arasında daralıp genişleyen bir mesafe vardı. İhtiyaç duyulmadığı zaman devletin hiç görülmemesi gerekirdi. İnsan hakları için kullanılan “tehlikede olmadığı zaman varlığını hissetmediğin haklar” deyimini, devlet için kullanmak ne hoş olurdu.

Darbe dönemleri devletle vatandaş mesafesinin neredeyse kapandığı yıllardı. Darbeden önce koşullar oluşsun diye ortalıklarda görünmeyen devlet, darbeden sonra vatandaşı ile yakın fiziksel temasa girer, bu da vatandaş için hayra alamet olmazdı. Darbe aslında toplumsal sözleşmenin ihlaliydi, sözleşmede açık bir darbe maddesi yoktu. Yoksa, darbenin koşulları sayfanın dibinde, bankacıların sözleşme tekniği ile okunmaz düzeyde mi yazılmıştı? Ne fark eder darbe olmuştu, devletin bölünmez bütünlüğü yeniden sağlanacaktı. Bu “bölünmez bütünlüğü” beyhude bir çaba ile “bölmeye çalışanlar” diye kabul edilen bazı vatandaşlar demir parmaklıklı devlet konukevlerinin ilk misafirleriydiler. Ulucanlar’da, Hilton denilen bölüm bu misafirliklerde “her şey dahil” konseptini akıllara getiriyordu.

İlçe sokaklarında gençler pek görülmez olmuştu, düğünler, futbol maçları o tarihten beri olmuyordu. Sokaklarda da üç kişinin yan yana yürümesinin yasaklandığı o yıllarda, kitap satışları yok denecek düzeydeydi, zira en çok kitap okuyanlar demir parmaklıkların arkasındaydı artık. Bir ırgat kamyonu durdurulur, ırgatların giydikleri İbo’cu şapkası veya bıyık bırakma tarzları, sözel itiraz veya sert bakış doksan günlük gözaltı süresinin ilk günü anlamına gelebilirdi. Gözaltı furyasında çıta iyice yerlerde sürünüyordu. İlçede devrimcilik yapanlar, evde İnce Memed gibi yasak kitap okuyan veya Aşık Mahsuni gibi yasak kişilerin kasetlerini dinleyenler, bölünmez bütünlüğü bölmeye çalışanlar olarak aynı torbaya konulurlardı.

Artık derdini “sarı çizmeli Memed Ağa’ya anlat!”. Bu gençler toplanırken, arkalarından kötü anılarını, şüphelerini anlatanlar da boldu, “… zaten ben bundan şüpheleniyordum…. namaz yok niyaz yok bunlarda… utanmadan tek yol devrim yazmış, vallahi benim oğlan görmüş… saçlar ne o öyle insan kılığı yok… haline bakmaz bir de devrimcilik yapar… kim bilir ne suçu vardı da devlet aldı götürdü…” İlçenin bu mihraklardan temizlendiğini düşünenler, genellikle ekonomik olarak tuzu kuru, merkez sağ eğilimli, iyi kötü namazında niyazında, yerli, köklü ailelerin fertleriydi. Her daim devletinin yanında olmuş, inançlı, örnek vatandaş olmalarına güvendikleri kadar, devletin kılı kırk yaran adaletine de güveniyorlardı.

Sabah namazı için kalkan baba kahvaltıdan sonra oğluyla birlikte sahibi olduğu benzin istasyonuna gidecekti ki, bu saatte hayra yorulmayacak kapı ziliyle irkildi. Kapıyı açtığında bir grup askeri görünce, ilk aklına gelen komşulardan birinin adresini soracakları oldu. “Buyur komutanım?​” Asker oğlunun adını söyledi ve “Hemen giyinip hazırlansın!” “Aman efendim büyük bir yanlışlık olmalı, benim oğlum hiçbir şeye karışmaz..” Şaşkınlıkla sağı solu telefonla arayınca, ilçedeki ileri gelenlerin oğullarının hemen hepsinin toplanıp il merkezine götürüldüğünü öğrendiğinde, şaşkınlık, korku, hayal kırıklığı zirve yapmıştı. Bir heyet oluşturup il merkezine gitmeye karar verdiler. Kendilerine, gözaltında olanların sorguları sırasında çocuklarının isimlerini verdiğini ve artık işlerin zor olduğu söylendi.

Kısa sürede informal görüşmelere geçilmiş ve ilk kez olması, geçmişte sabıkalarının olmaması vs. nedenlerle çocuklarının bırakılmasının söz konusu olduğu ifade edilmişti. Ama her bir genç için belli bir meblağın hayır işlerinde kullanılmak üzere takdim edilmesinin, güveni daha da pekiştireceği ima edilerek, konunun gizliliğinden de kendilerinin sorumlu olduğu hatırlatıldı. Süreç tereddütsüz işlemiş ve bir hafta kadar sonra gençler evlerine dönmüştü. Herkes derin bir nefes aldı, hep o devrimciler yüzündendi, yalan yere çocuklarının ismini vermişlerdi, haset, vatan hainleri. Neyse ki biraz masraflı olsa da tehlike atlatılmıştı. Her işte bir hayır vardı, şimdi devlet daha da güvenecekti kendilerine, sorgulanmış ve masum oldukları anlaşılmıştı. Güven tazelenmişti, ta ki bir süre sonra sabahın köründe kapı zilleri tekrar aynı ekip tarafından çalışınıncaya kadar….

Tarih, iyi anlaşılmazsa tekrarlar!

EVRENSEL'İNMANŞETİ

Emekçiye sosyal konut yok, zengine ‘yatırım fırsatı’ var

Emekçiye sosyal konut yok, zengine ‘yatırım fırsatı’ var

Türkiye’de ev sahipliği oranının sürekli azalmasına ve konut krizinin süreklileşmesine rağmen bir sosyal konut projesi hayata geçirilmiyor; fahiş kiralar nedeniyle halkın barınma sorunu derinleşiyor. Özelleştirilen Emlak Konut ise ‘yüksek gelir grubu’ için düşük faizli, ucuz kredili ‘yatırım fırsatı’ projesi yapıyor.

BİRİNCİSAYFA
SEFERSELVİ
BİRTEK-SEN Genel Başkanı Mehmet Türkmen sendikacılık yaptığı için tutuklandı.

Evrensel'i Takip Et