10 Kasım 2021 06:08

Gerçeğin şamarı

Köyden ayrılırken daima bir parçan orada kalıyor, gençliğine, iyimserliğine dair… Eğitimin veremediğini, gerçeğin şamarı ile yaşamın kendisinden alıyorsun.

Sağlık emekçisi | Fotoğraf: Unsplash

Cemal Hüseyin Güvercin
Cemal Hüseyin Güvercin

Eğitimler, neden çoğunlukla yaşamdan kopuk olur? Yaşamın öğreticiliğine mi güvenilir? Var olan, yaşanan gerçekler şurada dururken, eğitimler çoğu kez sana toz pembe bir dünya hayali kurdurtur. En gerçekçi olması beklenen tıp fakültesi eğitimlerinde bile, kurgulanan hasta tipi; çok az konuşan, pek soru sormayan, bütün tıbbi kararları eksiksiz kabul eden, tam vaktinde muayeneye gelen, sıra beklemeyen, sosyal güvencesi olan, asla rahatsız edici tavırları olmayan “ideal” bir vatandaş. Sadece hasta mı? Hemşire, laboratuvar teknisyeni, konsültan hekim, baş hekim herkes Sokrates’in idealar dünyasından gelmiş.

Öğrencilere adeta “sosyal fizyoloji” yaşatılıyor, her şey olması gerektiği gibi ve “kitabi”. Ancak hastalarla ilk karşılaşmalarla birlikte, üst sınıflarda başlayan hayal kırıklığı ve endişe, mesleğe atılınca daha da büyüse de “olsun, ben iyi hekimlik yapacağım” iyimserliği bu olumsuz duygularla baş etmede bir süre daha işe yarıyor. Mesleğe, yumuşak geçiş yerine sert inişle başlamak biraz sarsıntılı, yaşadıkların “Öğrendiklerini unut! her şey yeniden başlıyor” dedirtiyor. Resmi yazışma nedir bilmiyorsun; ast, üst, amir, iş arkadaşları, her şey yeni bir kurulum yapmayı gerektiriyor. Resmi dilekçede, göz yaşlarından bahseden mi dersin, Allah kitap üzerine yemin eden mi, amire ültimatom veren mi, bu gibi gün yüzü görmemiş hatalar hepsi genç tıbbiyelilerin hanesine yazılıyor. Yoksa, ilk yıllarda zorunlu ders olan Türk Dili dersi, tıbbiyelileri bu tür yanlışlıklardan korumak için miydi? Hadi öyle kabul edelim, peki muayenehane açmak için, örneğin seçmeli iktisat dersleri neden hiç düşünülmemişti?

Bir süre sonra, yüzmeyi öğrensin diye denize atılan çocuk gibi olduğunu hissediyorsun. Meğer devlet baba bizi buralara göreve göndermiş ve sonra da hemen unutuvermiş. Tıp eğitimi sırasında her gelen hastadan şu şu tetkikler yapılacağını çok iyi öğrenmişsin, hatta Metotreksat adlı ilacın kanserlerdeki dozunu bilip, senden önceki arkadaşlarının başına gelen talihsizliği yaşamayarak, zamanında mezun olmuşsun. Ancak hiçbir şey bulunduğun koşullarda kâr etmiyor, bütün pratiğin gözlem, dokunma ve dinlemeden ibaret. Perdenin gerisinde durarak, sadece kolunu uzatan hastanın, nabzından tanı koyan Orta Çağ hekiminden hallicesin.

Ruh halin tam da o dönemlerdeki bir parçanın sözleri gibi;
“Bize neler neler öğrettiler,
Aldatıldık, aldatıldık dünya böyle değil
Ufalana ufalana kaç kuşak, eridik bu yollarda
Kimimiz yerle yeksan, kimimiz zor ayakta.”

Gene de ümitsiz olmamalı, vardır devletimizin bir bildiği, acaba kapattığı Köy Enstitüleri’ndeki “yaparak, yaşayarak öğrenme” metodunu mu uygulatıyorlar bize? Eğer öyle olsaydı başımızda bir de muallimimiz/kıdemlimiz olurdu, neleri yapıp neleri yapmayacağımızı gösterirdi. Ayrıca, insan yaşamı bu, deneme-yanılma olur mu? Yoksa biz, yerel bir siyasi karakterin, köylüye verdiği çeşme, camii ve mezarlık duvarından sonraki vaadi miydik? Sebep ne olursa olsun kırsalda küçük bir köydesin, yeme-içme, hijyen, giyim kuşam, günlük yaşam her şey yerelleşiyor, ilçede pazarın kurulduğu gün köylüler gibi heyecanlanıyorsun, hayallerin küçülüyor. Tanıklıkların, yaşadıkların, olanaksızlıkların ruhunda yaralar açıyor, yüzyılların ihmali senin sorumluluğun oluveriyor, yaşamın kıyısında günler geçiyor.

Neden bunca imkansızlığın ortasında ve bu birkaç yüz kişilik köydeyim diye devlete sitem ederken, köylüler seni “devlet” sanıyor, bak şu devletin işine! En tatsız görev adli nöbetler, iki jandarma hafta sonu kapıyı çalıyor. 10-12 yaşlarında sol bileği mühürlü bir erkek çocuk getiriyorlar, çobanmış, ormanı yakmış ve “suçun farik ve mümeyyizi olup olmadığını” belirten rapor istiyorlar. Hemen adli tıp kitabını arıyorsun. Çocuğun sesi ağlamaklı “İneklerin yanındaydım, üşüdüm, ateş yaktım, sonra ateş kocaman oldu..” “….mümeyyizi olmadığını bildirir..” jandarma çocuğu götürdükten sonra birden aklıma geliyor. Ahhh!! Ebeveyni olmadan bir çocuğa adli muayene yapılır mı? Yaşayarak öğreniyorum! Bir başka akşam evdeyim, kapım çalınıyor, kucaklarında 3-4 yaşlarında bir çocuk getiriyorlar, birkaç gün önce sobadan çaydanlık devrilmiş ve vücudu boydan boya haşlanmış. Çocuğun durumu kötü, “Neden hemen getirmediniz?” “Salça sürdük eyi gelir deyi, emme eyi gelmedi”. “Hiç durmayın hemen ilçe hastanesine götürün, çocuğun durumu iyi değil, hemen!” Az önce çocuğu götüren dolmuş daha köyden çıkamadan, 10 dakika kadar sonra sürekli korna çalarak panik halde geri geliyor. “Ahh yavrum!!!” Çocuğun tavana sabit bakan gözleri, annenin yakıcı çığlıkları: “Tokdur beeeyyy, seni umut belledik geldik, yapacak bir şey yok muydu guzuma, tokdur beeyyy….” Gözyaşları sel, anne zapt edilemiyor. Minik cenazeyi alıp götürdüklerinde derin bir sessizlik, zaman durdu, büyük bir boşluk, ruhum eziliyor. Dr. Çağatay Güler’in (ÇG) dizeleri geliyor aklıma…

“Bir çocuk ölünce boğmacadan ya da kızamıktan
gökte bulut olunca, yağmur olup düşünce yere
can vermek için çiçeklere
sorar, vurur da camlara takır takır
gerekeni yaptınız mı, yaptınız mı gerekeni?”

Yapamadık çocuk! Seni de bu hayatta tutamadık, daha niceleri gibi. Üstelik, tedavisi bilinen ve iyileşme şansı çok yüksek bir sorun nedeniyle, yıldızlara uğurlandı minik bedenin. Benim yerime o köyde, kapı kapı dolaşan bir köy ebesi olsaydı, o çocuğu erken yakalayabilir, yaşama şansı çok daha yüksek olurdu. Kaldığın köy evinde, günlerce çocuğun ruhu ile yaşıyorsun, o odanın kapısını açamaz oluyorsun. Toplumsal travmalar üst üste, ruhun korunaksız. Devam eden bir filmin ortasında, bir yerlerden filme dahil olmuş gibisin, olayları anlayamıyor, değerlendiremiyorsun. Nedir bu yaşadıklarım?

“ocakta idim
kızamığın ve boğmacanın
bitin uyuzun savaşında
yapayalnız
kolum kanadım kırıktı
elim böğründesiz nerede idiniz.” ÇG

Devlet ben gibi, kim bilir kimleri hesapsızca ve akılsızca oraya buraya gönderiyor. Sistem, başlangıçta iyi kurgulanmış olsa da dejenere edilmiş, her şey el yordamıyla yapılıyor, yoklar listesi uzun: personel, malzeme, araç gereç, yakıt, kurum binası, lojman, iyi yönetici.. Peki ne var? Doktorunuz ayağınızda! Hemşirenin, ebenin, sağlık memurunun olmadığı yerde doktor hazır. Sağlık hizmeti denilince, sadece doktorun fiziki olarak orada bulunmasını anlayan darbe lideri Kenan Evren, “En ücra noktaya asker nasıl gidiyorsa, doktor da gidecek” diyerek, hizmete susamış vatandaş ile elinde bir stetoskop bir çanta bulunan doktoru buluşturmaktaydı. Zaten “bizim aydınlarımız halkı beğenmez, onlardan kopuk, burnu Kafdağı’ndadır” ya! Acaba bu buluşturma, bir yönüyle de halktan kopuk yaşayan tahsillileri, halkla iç içe yaşatacak bir “karıştırıp barıştırma” halleri miydi? Malum, tanıdık bir 12 Eylül projesi, solcuları ezmek için ülkücüleri paramiliter güç olarak kullanıp, darbeden sonra da tarafsız görünmek adına ülkücülerin, devrimcilerle aynı hücrede teke tek yaşamaları ve taraflardan aydınlanma/yakınlaşma beklenmesi. Sokaklarda düşman edip vuruşturdukları, küstürdükleri ülkücü ve devrimcileri aynı hücrede tutup barıştırmaları.

Yıllar önce bir devrimciden dinlemiştim; o dönem, bir ülkücü ile aynı hücrede tutulurken, darbenin işkence yapma konusundaki denkleştirici adaletini yaşamışlar. İşkenceye sırayla alıyorlar ve herkese aynı sürede, aynı yöntem ve araçlarla işkence yapıyorlar, insanların eşit olduğu fikrini eşit dozda acı yaşatarak gösteriyorlar. Acıda ortaklaşanların, ortak bir dil geliştireceklerine inansalar da, başlangıçta sadece, işkence sonrası daha iyi durumda olan, kötü durumda olana sessizce su veriyor, tek kelime konuşmuyorlar. Konu da bulamıyorlar zaten, ne konuşacaklar ki? Aradaki buzları eriten yine devrimci tutuklu oluyor: “Hangi takımı tutuyorsun?” “Galatasaray”, “Aaa öylemi, ben de Galatasaraylıyım”, devamı geliyor...

Köyden ayrılırken daima bir parçan orada kalıyor, gençliğine, iyimserliğine dair… Eğitimin veremediğini, gerçeğin şamarı ile yaşamın kendisinden alıyorsun. Eksilen yanından daha fazlasıyla, kendini yeniden inşa ederek, oradan ayrılıyorsun. Aklında hep “daha iyisi olabilirdi, daha az acı yaşanabilirdi” cümleleri.

Reklam
YAZARIN DİĞER YAZILARI