Yazar Arlin Çiçekçi: Edebiyatın çıraklığı ustanın ‘okuru’ olmak ile başlıyor
Arlin Çiçekçi, "Beşerbazın Mârifeti" isimli ilk kitabını anlattı.
Arlin Çiçekçi | Fotoğraf: Kişisel arşiv
Günnur Aksakal BAYKAN
Arlin Çiçekçi, yazın dünyasına Beşerbazın Mârifeti ile giriş yaptı. Çiçekçi’yle, Holden Kitap tarafından yayımlanan ilk romanı üzerine söyleşi gerçekleştirdik. Çiçekçi “Edebiyatın çıraklığı sanırım daha çok ustanın ‘okuru’ olmak ile başlıyor” dedi.
Öncelikle isimden başlayalım… “Beşerbaz” ne demek, okurlarımız için bunu açabilir miyiz?
Kitaba isim ararken ana karakterimi ve onun uzmanlığını tanımlayacak bir kelime bulmakta zorlanmıştım. Anlatmak istediğime karşılık gelen, tam anlamıyla içime sinen bir kelime bulamadığım için de “Beşerbaz” diye bir kelime türettim, yani uydurma bir kelime.
Siz yazarı olarak nasıl tarif edersiniz Beşerbaz’ın Mârifeti’ni?
Derdime saygı duyan, beni olduğum gibi kabul eden bir öykü oldu. Yazanı olarak derdi doğal olarak benim derdim zaten ama demek istediğim; dünyası benim gerçeğimden tamamen farklı olsa da yazarken beni başka biriymişim gibi davranmaya, süslenmeye, ya da kalıp bir adaba uygun hareket etmeye zorlamadı, beni kendi halime bıraktı. İçimden geldiği gibi yazabildim, yazılı düşünebildim. Bana o oyun alanını açtığı, o özgürlüğü verdiği için çok mutluyum. Sanırım en çok kitap okuduğum dönem bu romanı yazarken geçirdiğim dönem. Spor yapınca susuz kalmak gibi, yazdıkça okumam gerekti, yazdıkça yerini doldurmam gerekti. Kısacası çok güzel uzun soluklu bir birliktelik yaşadık. O yüzden kendisine minnettarım. Şimdi size anlatırken fark ettim; genelde yazarlar kitapları çocuğu gibi görür ama ben sanırım eski sevgili gibi görüyormuşum.
Beşerbaz’ın Mârifeti, okurları Adorno’nun “Her sanat eseri işlenmemiş bir suçtur” sözü ile karşılıyor. Bu sözün sizin yazın dünyanızdaki yerini biraz tartışmak isterim.
Theodor Adorno’nun ne düşünerek bu sözü söylediğini bilmek güç tabii ama benim bu sözden anladığım şuydu; kişi içindeki yaratma enerjisini açığa çıkarıp bir esere dönüştürmezse yok etme enerjisi yükselebilir. O yüzden yaratılmış her eser bir suçun önüne geçmiş demektir. Bir çocuğun koşup oynayarak enerjisini atması ve kırıp, dökmeye, yaramazlık yapmaya halinin kalmaması gibi mesela. Yine aynı örnekten gidersek; “Şu oyundur” “Şu yaramazlıktır” diyen mercii kim veya kimler? diye de sorabiliriz. Yargı ehliyetini kimden almışlardır? Sonuçta bir çocuğun zıplayıp, hoplaması kimine oyunken bir başka ebeveyn için yaramazlık olabilir. Dolayısıyla suç nedir, sanat nedir buna hangi merciler karar verir gibi soruların gölgesinde yazılmış satırlardı. Yazma cesaretini biraz da bu sorularda buldum. Bunca ustanın arasında yazmaya cüret etmek kolay değil. Kendinizi felsefi sorularla kandırmanız gerekiyor.
Suç-sanat ikilisini biraz konuşalım isterseniz…
Mutlak gibi gözüken bu muğlak kavramların sınırları geçişken, zemini kaygan. Suçun yargıçları veya sanatın ehlivukufları illaki belli kıstaslara, toplumsal kabullere, antant kalınmış ölçülere, birimlere göre tartıp biçiyor öyle karar veriyorlar. Ama o birimleri belirleyen merci de muğlak, onay veren de toplum da. Suç ne, suçlu kim? İnsan öldürmek suç, düşman öldürmek kahramanlıksa dosta düşmana karar veren merci kim? Bir sonraki soruya geçmezsek konuyu sevgi neydi, sevgi emekti diye bağlayacağımdan korkuyorum.
İnsanı anlama çabası olanların sanatın pek çok dalında bir dönem “Yolda olmak”la yakından ilgilendiği biliniyor. Son dönemlerde de pek çok yazar “ev” kavramına yoğunlaşıyor. Beşerbazın Mârifeti’nde “Eve dönüş ızdırabı” diye adlandırdığımız bir halden söz ediliyor. Evde olmak, evi aramak veya eve dönüşle ilgili ne düşünüyorsunuz?
O bölüm nostalji kavramı etrafında yazıldı. Baş karakterlerden biri olan Atlas, çağının gerisinde bir karakter ve çeşitli nedenlerle tutunduğu bir nostaljisi var. Kitabı yazarken öğrendiğim daha önce bilmediğim kavramlardan biriydi nostalji. Nostos ev demekmiş Algia da ızdırap. Yani nostalji, “Eve dönüş ızdırabı” demekmiş. Bu öğrendiğim yeni bilgiyi yeni bir soru takip etti “Ev neresi?” Nereye, neye, kime ev diyoruz? “Evim evim güzel evim”deki ev dört duvar mı yoksa sevdiklerimizle ya da tek başımıza kurduğumuz kurtarılmış bir bölge mi? Mesela tüm zorluklarına, adaletsizliklerine rağmen ’80’leri, ’90’ları gözlerimiz parlayarak anıyor olmamız bu türden bir “Eve dönüş ızdırabı” çekiyor olmamızdan ya da nostalji sendromundan kaynaklanan bir yanılsama mı? Cevabı kişiye, döneme, kültüre göre değişir belki ama kabaca, o bölüme hakimiyet kuran bu türden sorulardı.
Romanınızı yazmadan evvel ne tür yazınsal çalışmalar içindeydiniz ve geleceğe dair planlarınız nelerdir?
Romana başlamadan tek tük bir şeyler yazıyordum, ergenlik şiirleri, lise karalamaları, öykü denemeleri ama hiçbir zaman sistematik bir çalışmam olmamıştı. Bir defa kısa bir öyküm Bavul Dergi’de yayımlanmıştı onun dışında dediğim gibi karalamalar. Ama o karalamalar paslı musluğu ilk açtığınızda akması gereken su gibi. Temiz suyun akması için musluğu bir müddet açık bırakmak gerekiyor. Pasım o karalamalar ile gitti biraz. Yani umarım gitmiştir.
"METİN, USTALARA SAYGI KUŞAĞINA DÖNÜŞTÜ"
Usta-kalfa veya usta-çırak ilişkisi daha çok halk edebiyatında karşımıza çıkıyor. Dijital çağı da hesaba katarak düşündüğümüzde günümüz edebiyatı usta-çırak ilişkisine elverişli mi? Bu ilişki edebiyat alanında nasıl örülür?
Edebiyatın çıraklığı sanırım daha çok ustanın “okuru” olmak ile başlıyor. Yaşar Kemal’i, Ahmed Hamdi Tanpınar’ı, Vedat Türkali’yi, Mario Levi’yi, Sebahattin Ali’yi okuyan doğal olarak onların tedrisatından geçiyor. Okuduktan sonra yazmaya niyet ettiğinde de aldığı o eğitim kalemine yansıyor. Çağdaşı olsaydım bile, “Ahmet Hamdi Bey ben sizin çırağınız olmak istiyorum, yanınıza geleyim. Yazıp çizdiklerimi okutayım, feyz alayım sizden” desem, muhtemelen “Yavrucum canım burnumda zaten seninle uğraşamam” derdi. Ama neticede ben kendimi ona çırak görebiliyorum. Hamdi Bey’in haberinin olmasına gerek yok, çırağıyım, çünkü okuruyum. Romanın ilk sayfasında “Usta el vermez, kalfa el alır.” diye bir cümle geçiyor. Kalfa, kararını vermişse ustaya çok söz hakkı kalmıyor. Kitapta bahsi geçen ustalık yazarlık değil ama edebiyatta usta-çırak-kalfa ilişkisini de böyle görüyorum. Çağ dijital de olsa bu ilişki yapısı sürüyor. Eskiden yazar kahveleri, buluşulan evler varmış. O zamanki yazar ekollerini yaşatma çabasına en yakın örnek, belki de “Afili Filintalar”, başka oluşumlar da vardır belki ama şu an aklıma gelmiyor. Alper Canıgüz, Murat Menteş gibi çok yetenekli yazarlar, fiziksel olarak da yan yana gelerek yıllarca birbirini edebi anlamda besledi. Ama Alper Canıgüz, Hakan Günday tüm kitaplarıyla kendinden sonrakilere ustalık yapmış oluyor bir anlamda, fiziksel olarak yan yana gelmelerine, tanışmalarına gerek de yok o anlamda.
Van Gogh’tan Yaşar Kemal’e, ilk bakışta birbiriyle ilişkisi yokmuş gibi görünen isimleri metnin içinde bir araya getiriyorsunuz. Şüphesiz kültür-sanat tarihine kalıcı iz bırakmayı başaran isimler bunlar, ancak sizi etkileyen neydi?
Ustaları buluşturmak pek hesaplı olmadı aslında. Benim de öncesinde öngöremediğim bir şekilde metin yer yer “Ustalara Saygı” kuşağına dönüştü. Değişik zaman ve mekanlardan gelen ustaların yarattığı kontrastı da sevdim sanırım yazarken. Bir süre sonra da onları yanıma almış gibi hissettim daha fazla güven duymaya başladım. İlk romanım olduğu için sanki desteğe gelmişler gibiydi. Yani sanki Yaşar Kemal sırtımı sıvazlayıp “Bak bu bölüm gerçekten iyi oldu,” diyormuş gibi ya da “Edward Said, o diyaloğa bir daha baksan mı Arlin’ciğim?” diyerek göz deviriyor gibi. Biliyorum tuhaf geliyor kulağa ama sanki ekipçe yazmışız da o yüzden güzel olmuş gibi. Hoşuma gitti onların bana yoldaşlık etmesi. Ben sevdikçe de onlar da kırmadı, ara ara girip çıktılar öyküye.