Yeşil göz boyama değil kapitalizme karşı mücadele
Gelinen noktada dünyanın içerisinde bulunduğu çevre sorununun müsebbibi kapitalizmin kendi dinamikleri ise ortadan kalkması gereken kapitalizmin kendisidir.
Fotoğraf: Pixabay
Emirhan DURMAZ
Ege Üniversitesi
Kimi yerlerde kuraklık, kimi yerlerde obruklar, kimi yerlerde aşırı yağış, kimi yerlerde yangın… Nesli tükenen hayvanlar, yer yüzünden silinen bitki örtüleri ve yok olan endemik türler… 19. yüzyıldan beri süregelen insan faaliyetlerine bağlı olarak gelişen ve küreselleşme ile birlikte ivme kazanan bir tahribat öyküsü… Toplamında ise tüm canlıları etkileyen koskoca bir iklim ve yaşam krizi… Son dönemde ise bir kavram dillere pelesenk olmuş durumda: “sürdürebilirlik”. Sürdürülebilir üretim, sürdürülebilir tüketim, sürdürülebilir ürün, sürdürülebilir beslenme… Egemen sistem, ürettiğinin ve yaşattığının zıttını trend etmekte mahirdir. Bu bağlamda “sürdürülebilirliğe” göz ucuyla dahi bakacak olursak, kapitalistlerin ürettikleri bu kavram ile yukarıda bahsettiğimiz sorunların sorumluluğunu itiraf ettiğini görebiliriz.
Öte yandan egemen sistem, yeni toplumsal hareketler ve ekoloji mücadelesinin doğurduğu sonuçlar bağlamında gelişen talepleri de pazar imkânı olarak değerlendirmekte ve buna paralel bir “yeşil pazar” geliştirmektedir. Öyle ki, her geçen gün yeni bir marka “sürdürülebilir” bir ürün çıkarmaktadır. Tuvalet kâğıdı üreten bir marka “ormanları yok etmiyor, endüstriyel ağaçlar kullanıyoruz” kampanyasına sığınıyor, dünyaca ünlü bir kahve firması “sürdürülebilirlik” kapsamında karton pipet kullanmaya başlıyor ve en trajikomik olanı ise dünyaca ünlü bir hamburger firması Madrid’de “vegan şube” açılışı yapıyor. Bu aldatıcı pazar, “yeşil göz boyama” ya da “yeşil aklama” olarak nitelendirilmektedir. Bununla beraber bu harekete bağlı çevreler, yeşil göz boyamayı ise, “şirketlerin yeni tüketici taleplerine yönelik yanıltıcı ve sahte yeşil pazar oluşturması ve bu alana yönelik üretimi artırması” olarak tanımlamaktadır. Böylesi bir tanım, ne yazık ki eksik olacaktır. Mesele sadece bir avuç tekelin fırsattan istifade yanıltıcı bir pazar oluşturması değildir. Kuşkusuz ki burada verilmek istenen en önemli mesaj, sorunun sistem içerisinde çözülebileceği iddiasıdır. Yani kapitalizm, okların kendisine yönelmesiyle birlikte, “doğaya daha az zarar vererek bu sorunu çözebiliriz” mesajını vermektedir. Daha net bir ifade ile kapitalizm, sürdürülebilir bir yaşamı değil, sürdürülebilir bir sömürü düzenini amaçlamaktadır.
KAPİTALİZM YARATTIĞI SORUNU ÇÖZEBİLİR Mİ?
Pekâlâ, kapitalist üretim tarzı ve mevcut neoliberal dönüşüm dahilinde, sahiden “çevre dostu” bir üretim mümkün müdür? Karakteristik nitelikler üzerinden çok temel bir değerlendirme yapacak olursak: Kapitalist rekabet gereği sermayenin sonsuz büyüme zorunluluğuyla kapitalizmin yasalarının bu büyümeyi sınırlandıran çelişkili yapısının sonucu olarak çevre de sermayenin sürekli kar güdüsünün aracı olmaktadır. Agresif bir kâr hırsıyla ihtiyaç duyulanın kat be kat fazlasını üreten, buna bağlı olarak orantısız enerji kullanan ve neredeyse her aşamasında doğaya zararlı atıklarını bırakan kapitalizm, elbette sahiden “çevre dostu” olamaz. Öyle ki, istatistikler de bunu kanıtlar niteliktedir. 1994 Kyoto Protokolü, 2015 Paris İklim Zirvesi ve geçtiğimiz günlerde başlayan Glasgow Konferansı… Bugüne değin tam 26 adet uluslararası toplantı örgütlendi, ancak çıkan kararlara ne derece riayet edildi? Rio’da küresel sıcaklık artışının 1.5 derece ile sınırlandırılması planlanmış iken şu an “en azından” 2.4 dereceye sabitleme gerekliliğinden bahsedilmektedir. Öte yandan, hali hazırda G-20 ülkelerinin karbon emisyon oranının %4’lük bir artış gösterdiği ve dünya geneli karbon salımının %83,7’sinden bu ülkelerin sorumlu olduğu raporlanmıştır. Tüm bu veriler, alınan kararlara ne kadar uyulduğunun ve kapitalist modelde “çevre dostu” üretimin ne derece mümkün olduğunun net bir göstergesini sunmaktadır.
ÇEVRE SORUNUNDA KAPİTALİSTLERİN İKİ YÜZLÜLÜĞÜ
Tüm bunlara ek olarak, yaşanan felaket ve krizlerden en az etkilenen kesim, krizlerin müsebbibi olan burjuvazidir. Kapitalistler, “kârlı projelerini” sürdürürken oluşan tüm çevresel yükü düşük sosyo-ekonomik bölgelere yüklemektedir. Oluşan atıklar kentlerin gettolarında depolanır, yürütülen maden projelerinde toksik kimyasal atıklar ilk olarak köylünün içme ya da tarım suyuna akar ve kurulan santrallerin zehirli dumanı hep yoksul bölge halkının penceresinden girer. Ülkemizde de bu çevresel adaletsizliğin tanıklarıyız. Köylülerin içme ve tarım suyuna siyanür karışması ihtimaline rağmen Kanada menşeili firma Alamos Gold, kâr uğruna Kazdağları’na altın madeni kurulmasında diretiyor. Bir diğer elde her önemli gün için “halkın duygularını okşayan” reklamlarına aşina olduğumuz ve bu 10 Kasım’da ise Yalova’daki “yürüyen köşk” üzerinden halka çevre duyarlı mesajlarını yollayan Koç Holding, Sivas Kangal’da maden tesisi kurmak için Pınargözü köylülerine noter aracılığıyla uyarı çekiyor ve köylüleri arazilerini satmaya zorluyor. Üstelik köylüler, bu süreçte sularının kesildiğini de belirtiyor. Ancak amacı yalnızca kâr elde etmek olan şirket, elbette çekilen yeraltı suyunu umursamıyor.
Son tahlilde, tüm bu saydıklarımız göstermektedir ki çevre mücadelesi sınıf mücadelesinden bağımsız değildir. Sınıfsal bağlamdan kopuk, sadece herhangi bir ürünün “sahiden” yeşil olup olmadığını algılamaya çalışma üzerine kurulu bireyci bir ekoloji mücadelesi yolda kaybolmak, çıkış yolunu görememektir. Gelinen noktada dünyanın içerisinde bulunduğu çevre sorununun müsebbibi kapitalizmin kendi dinamikleri ise ortadan kalkması gereken kapitalizmin kendisidir.