20 Kasım 2021 05:05

Akademisyen Özgür Müftüoğlu: Asgari ücretin ne olacağı, yapacaklarımıza bağlı

Bugün 10 bin liranın altında bir ücret adaletli de değildir, onurlu yaşam ücreti de değildir. Sendikaların görevi, emekçilerin onurlu bir yaşam sürmesinin mücadelesini vermektir.

Akademisyen Özgür Müftüoğlu: Asgari ücretin ne olacağı, yapacaklarımıza bağlı

Özgür Müftüoğlu | Fotoğraf: Kişisel arşiv

Serpil İLGÜN
İstanbul

Açlık seviyelerine inmeye başlayan yoksulluk gerçeği bu yıl asgari ücret tartışmalarını daha erken gündeme getirdi. Aralık ayının ilk haftası başlayacak görüşmeler öncesi iktidar da dahil olmak üzere siyaset, sendikalar, ekonomistler ve patron örgütleri asgari ücretin yetersizliğinden dem vurup, yükseltilmesi gerektiğinde birleştiler. Elbette oran ve vergiler konusunda ayrışmalar yaşansa da rakamlar, yüzdeler verilerek asgari ücrette yüksek bir artış beklentisi yaratıldı.

Türkiye, AB ülkeleri içinde en düşük asgari ücrete sahip ülkelerden biri. Ayrıca asgari ücretle çalışanların oranının en yüksek olduğu ülke. Asgari ücretin milyonlarca işçi için ortalama ücrete dönüşmüş olması, asgari ücretin ne kadar olacağı tartışmalarının geniş emekçi yığınları tarafından dikkatle izlenmesini sağlıyor. Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan da dahil olmak üzere, iktidar yetkililerinin yaptıkları açıklamalara bakılarak oluşturulan senaryolara göre asgari ücrete yüzde 25 ila 30 arasında bir zam yapılacak.

Sadece çalışanların ücretini değil askerlik ve doğum borçlanmasından yaşlılık aylığına, asgari geçim indiriminden işsizlik maaşına birçok kalem için belirleyici olan asgari ücretin yükseltilmesi neden patronların da gündemine girdi? İktidar seçim nedeniyle mi emekçileri hatırladı? Vergiden arındırılmış bir asgari ücret derde deva olur mu? Vergide adalet nasıl sağlanır? Sendikalar asgari ücreti nasıl ele alıyor?..

Akademisyen Özgür Müftüoğlu yanıtladı.

MESELE BİZİM NE YAPACAĞIMIZDA

Asgari ücretin bu yıl her zamankinden daha erken ve daha yoğun tartışılmaya başlanması, seçim sürecine girmeyle ilişkilendiriliyor ancak mesele seçim parantezine sıkıştırılabilir mi?

Sadece seçim parantezine sıkıştırılamaz. Şunu gözden kaçırmamak lazım. AKP’nin 19 yıldır arkasındaki en büyük destek emekçilerdi. Özellikle pandemi sürecinde hem ekonomik olarak destek verilmeden hem de toplum sağlığının gerektirdiği kurallara aykırı bir şekilde emekçilerin ölümüne çalıştırılması gibi meseleler ciddi bir şekilde iktidara yönelik toplumsal desteği zayıflattı. AKP Hükümetinin son dönemde derin devlet, mafya gibi yapılar dışında doğrudan yanında duran yapılar kalmadı. TOBB bile yaptığı son açıklamalarla iktidardan uzak durmaya başladı. TÜSİAD da öyle bir tavır içine girdi. Yine, esnaf kesimi, ki muhafazakar sağ partilerin en büyük destek grubudur, onlar da pandemi döneminde iktidarla aralarını açtılar. Çünkü destek verilmedi, birçoğu dükkanını kapadı, iş aramaya başladılar.

Dolayısıyla AKP hem ekonomik, hem hukukun işleyişi bakımından çok ciddi bir sürece geldi. Tek adam rejiminin hayata geçirilmesiyle birlikte bu sorunlar daha da büyüdü. Bütün bunlar da AKP’nin ciddi anlamda sorgulandığı bir süreci karşımıza getirdi. Bu da EYT meselesini, 3600 ek gösterge meselesini çözmek ve asgari ücreti belli bir ölçüde yükseltmek gibi birtakım yollarla emekçi kesimleri tekrar yanına çekmek gibi bir durum ortaya çıkardı. AKP’nin emekçileri biraz daha yanında tutabilmesi başka alanlarda yaratılacak karmaşık ortamlar için de gerekli.

Ne gibi?

Örneğin Kürt sorununun tekrar gerilim haline dönüşmesi gibi bir durumda, iktidarın arkasında duracak bir kitle lazım. Yani burada sadece oy hesabı yaptığını düşünmüyorum. Esas mesele “Sandıktan oy çıkar mı çıkmaz mı”dan ziyade, bu yolu yürürken yanında toplumsal desteğin bulunması. Burada da işçi kesimini yanına çekmek gibi bir politikayı şu süreçte daha güçlü izlediğini düşünüyorum. Bunda da sendikaların, Hak-İş’in, Türk-İş’in ve Memur-Sen’in çok önemli rolü var.

Sendika ve konfederasyonlar nasıl bir rol oynuyorlar?

Türkiye’de sendikal örgütlülük son derece zayıf olmasına rağmen, baktığınız zaman görüntüde işçileri temsil eden kurumlar gibi gözüküyorlar. Bu örgütler vasıtasıyla işçi ve emekçileri yanına çekmek gibi bir politika izlendiğini düşünüyorum. Erdoğan son dönemde Hak-İş’in toplantılarına çok sık katılıyor, eskiden TOBB’nin, esnaf sanatkarların toplantılarına katılırdı, şu dönemde dikkat ederseniz sık sık Hak-İş’in yok kadın işçiler toplantısı, yok genç işçiler toplantısı, neredeyse hiçbir faaliyetini kaçırmıyor. Yine Saray’da Türk-İş’e bağlı işçileri ağırladı. Memur-Sen’in keza yine öyle. Ama tabii bu buluşmalarda sendikal hak ve özgürlükler gündeme getirilmiyor. Yeni Çalışma Bakanı Vedat Bilgin mesela, diğer çalışma bakanlarına göre daha çalışma ekonomisinden gelir, bir dönem Türk-İş’te danışmanlık da yapmıştı. MHP kökenli birisidir ama en azından dili bilir. Onun bakan yapılması bana önemli geliyor.

Asgari ücretin yükseltilmesi gerektiğine ilişkin TÜSİAD'dan MÜSİADa, ticaret odalarından TİSK’e, patron örgütlerinden gelen açıklamalar dikkat çekici. Siyasi partiler, emek örgütleri kadar onlar da asgari ücretin yükseltilmesi gerektiğine ilişkin demeçler veriyorlar. Ne oluyor da patronlar, işçiyi düşünüyormuş gibi davranıyorlar?

Şöyle, enflasyon TÜİK’e göre yüzde 20 ama hem sokakta gördüğümüz enflasyon hem de Bağımsız Enflasyon Araştırma Grubunun (ENAG) yaptığı çalışmaya göre yüzde 50’ye dayanmış vaziyette. Hele TL’nin hızla değer kaybetmesi ve bütün temel tüketim ürünlerinin büyük ölçüde dışarıdan ithal ediliyor olması, emeğin kendini yeniden üretme dediğimiz, yani ertesi gün iş başına sağlıklı gitme maliyetini çok yükseltti. 1 Ocak 2021’de asgari ücret 383 dolarken, bugün 280 dolarlara düştü. Enflasyon karşısında da çok ciddi bir kayıp içinde. Ve bunlar geçtiğimiz yılın kaybı. Siz asgari ücreti önümüzdeki dönem için yapacaksınız. Ve önümüzdeki dönemde enflasyonun düşme ihtimali yok, bunu maliye ve hazine bakanı da söyledi. Keza döviz kurunun da durağanlaşması durumu yok. Yatırımlar düşüyor ve buradan bir çıkış fazlaca yok. Şunu ekleyeyim, Türkiye’de bir ara ihracata dayalı üretim yapılıyordu ama küresel rekabetteki geri düşmeler iç pazarı da önemli hale getirdi. Yani burada bir talep yaratma ihtiyacı da var. Bütün bunları düşündüğünüz zaman ücretlerin belli bir miktar yükselmesi gerekiyor ama şunu gözden kaçırmamak lazım, işveren kesimlerinin tüm yapıları asgari ücret yükselsin diyorlar ama asgari ücretten vergi alınmasın diyorlar yani yükün kendi üzerlerinden değil de, devlet üzerinden devletin genel bütçeden, belki de İşsizlik Fonundan yapacağı harcamalar üzerinden oraya aktarılması gerektiğini söylüyorlar.

Patronlar verginin düşürülmesini neden istiyorlar ve bu durum asgari ücrete ne kadar yansıyacak?

Patronlar asgari ücretin bir miktar artmasını istiyor ama bu artışı kendileri ödemeyip devletin üzerine yıkmak istiyor. Bu nedenle de artışın, asgari ücret üzerinden alınan verginin düşürülmesiyle olmasını öneriyorlar. Türkiye’de sermaye, üzerindeki yükü devletin sırtına yıkmaya çok alıştı. Bakın 2022 bütçe çalışmalarında da ortaya kondu, sermayeden alınması gereken ama istisnalar, teşvikler falan diye alınmayan vergi miktarı 336 milyar lira. Bu 228 milyar lira olan bütçe açığını rahatça kapatabilecek bir miktar. Yani sermayeden alınması gereken vergi tahsil edilse bütçe açığını bile kapatabilirsiniz. Bu şu demek oluyor: Türkiye’de sermayenin kârına dokunmamak için devlet, bizlerin vergilerinden oluşan genel bütçeden sürekli sermayeye kaynak transferi yapıyor. Erdoğan’ın TÜSİAD’a kızması da bu yüzden “Size bu kadar teşvik, kredi veriyoruz, hâlâ nankörlük yapıyorsunuz” anlayışında ki haklı aslında. Bu arada kaynağı neden olursa olsun işveren kesiminin, hükümet yetkililerinin ve hatta sendikaların telaffuz ettiği artış yüzde 25-30 civarında. Oysa biraz önce de belirttiğimiz gibi gerçek enflasyon yüzde 50. Bu geçen dönemin enflasyonu, artışın geçerli olacağı önümüzdeki dönemde, büyük devalüasyonun da etkisiyle enflasyon çok daha yüksek olacaktır.

Örneğin kamu işçileriyle toplu sözleşme yaptılar, yüzde 12, artı enflasyon farkı dediler. Enflasyonu yüzde 20 olarak hesaplıyor hükümet, topladığınızda yüzde 32 zam alacaklar. Gerçek enflasyona bakıyorsunuz yüzde 50. Kayıp yüzde 18. Bu, en basit hesapla bile işçinin cebindeki paranın erimesidir. TÜİK’in rolünü burada unutmamak lazım. Hem enflasyonu düşük gösteriyor hem istihdam rakamlarını gerçeğin dışında gösteriyor. Bu resmen bir soygun.

Hal böyle olunca bugün 2 bin 825 TL olan asgari ücrete yüzde 25 zam yapsanız ne olur, hiç vergi almazsanız brütünü yani 3 bin 577 TL’yi verseniz ne olur?

Zaten asgari ücretin milyonların esas ücreti haline gelmiş olması çok tartışılmayan ancak temel bir sorun, ne dersiniz?

Evet, asgari ücret aslında gerçek anlamının dışında Türkiye’de. Esas olan nedir, hem Uluslararası Çalışma Örgütünün hem İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin ve başkaca uluslararası metinlerin belirttiği üzere aslında ücret, emeğin yarattığı değerin karşılığıdır. Asgari ücret, yeni işe girmiş, tecrübesiz, olabilecek en az, ondan aşağısı olamaz denilen istisnai bir durumdur. Ancak Türkiye’de istisna olması gereken bu durum, bugün esas durum olmuş ve yüzde 50’ye yakın emekçi asgari ücretle geçiniyor. DİSK-AR’ın yaptığı çalışmaya göre, 3.3 milyon kişi asgari ücretin de altında ücret alıyor. Geri kalan kısma baktığımız zaman, örneğin emeklilik primleri genellikle asgari ücret üzerinden yatırılır ücretiniz ne olursa olsun, kıdem tazminatı payı oradan yatırılır, hatta asgari ücretin yer aldığı toplu sözleşmeler bile var. O zaman sormak gerekiyor bu sözleşmeleri imzalayan sendikalara: Asgari ücret üzerinden ücret belirleyecekseniz ne gerek var toplu sözleşmeye? 

SENDİKALARDA SINIF PERSPEKTİFİNDEN UZAK ANLAYIŞLARIN DEĞİŞMESİ LAZIM

Emek örgütlerinin, asgari ücretin yükseltilmesi talebini nasıl örgütlediği konusundaki gözleminiz ne? Hafta içinde asgari ücret gündemiyle bir araya gelen Türk-İş, Hak-İş, DİSK başkanları “2022’de geçerli olacak asgari ücretin belirlenmesi sürecinde temel alınacak ilkeler konusunda teknik düzeyde çalışmalar yapılmasının kararlaştırıldığı” açıklamasını yaptı. DİSK işyerlerinde asgari ücreti de içine alan bir kampanya başlattı, Türk-İş’in bazı şubeleri basın açıklamaları yaptılar ama bunlar insanca yaşanacak ücret talebinin karşılanmasını sağlayabilir mi?

Burada öncelikle belirttiğim gibi büyük bir kesimin asgari ücrete mecbur bırakılmasının sorgulanması gerekir. Çünkü emekçi hizmet üretiyor, mal üretiyor, bunun karşılığını alması lazım. Asgari (en az) ücreti değil, emeğinin karşılığı olan ücreti alması lazım. Sendikaların esas görevi de hak edilen ücreti alma mücadelesini vermek olmalı. Bizde bakıyorsunuz, asgari ücretin tespit dönemlerinde sendikalar ortaya çıkıyorlar, birkaç şey söylüyorlar, bunun hiçbir anlamı yok. Bugünkü koşullarda baktığınız zaman Türk-İş’in kendi yaptığı çalışmada bile yoksulluk sınırı 10 bin lirayı aşıyor. Bir kere bunun altında bir asgari ücret telaffuz edilemez. Bunu ettiğiniz zaman oturacağınız toplu pazarlık masalarında hiçbir şey yapamazsınız. O zaman sendikanın da bir anlamı yok zaten. Çünkü sendikalar mücadele örgütleriyse eğer, bir hedefiniz olacak, o olmadığı zaman zaten ideolojik olarak yenilmiş oluyorsunuz. Efendim ücret 3 bin 500 lira mı olsun, 4 bin 500 mü olsun? Bu bir yenilgidir. O zaman sendika olarak niye oturuyorsun ki toplu pazarlık masalarına, olmasan ne olacak? Üç kuruş için mi varsın? Neresinden bakarsanız bakın, bugün 10 bin liranın altında bir ücret adaletli de değildir, onurlu yaşam ücreti de değildir. Sendikaların görevi, emekçilerin onurlu bir yaşam sürmesinin mücadelesini vermektir.

“Bu, Türkiye koşullarında gerçekçi değil” diyecekler için ne söylersiniz?

“Bu gerçekçi değil, ancak bu kadar verebilirler” anlayışıyla hareket ediyorsanız o zaman zaten mücadele yok demektir ortada. Sadece işçileri sermayenin politikalarına mahkum bırakıyorsunuz demektir. İşçinin, emekçinin hakkını alabilme, daha iyi bir yaşam hayali bile olmamasından daha vahim bir şey olamaz. Üniversiteden mezun olmuş gençlere soruyorum, ne kadar ücretle çalışmaya razı olursunuz diye, “asgari ücret” diyorlar. Yani asgari ücret bile emekçilerin hayali haline gelmiş. En kötüsü bu. Sendikalar emekçilere daha iyi bir yaşamı, hak ettiği ücreti hayal bile ettiremiyorsa eğer 2 bin 800 lira, 3 bin lira olsun diye mi sokağa çağıracaksınız emekçileri? Bunun için mi iş bıraktıracaksınız? Sınıf mücadelesine katkı yapmayı bırakın, baltalıyorlar.

Bakın asgari ücret sadece aralık ayı geldiğinde konfederasyonların akılına geliyor. Sendikal mücadele uzun soluklu bir mücadeledir, sınıf mücadelesi böyledir. Sendikaların rolü de odur, sürekli mücadeledir. Sendikalarda sınıf perspektifinden uzak anlayışların değişmesi lazım. Emeğin hakkını alacağı bir mücadeleyi yürütemiyorsa, var olan köhnemiş sistemin bir aygıtı olmaktan öteye gidemeyeceklerse sendikaya ne gerek var o zaman?

ÇÖZÜM BİR ARAYA GELEREK MÜCADELE ETMEKTE

İktidarın kuru ihracat için yüksek tuttuğu yorumlarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Erdoğan’ın grup toplantısı sonrası MB faizde yine indirime gitti. Bu sarmal sürdürülebilir mi, yakın dönem için nasıl bir projeksiyon yaparsınız?

Paranın değer kaybetmesi bir kısım ihracatçı için avantaj gözüküyor. Şöyle bir durum ortaya çıkıyor, Türkiye’de enerji dövizle alınır, ham madde dövizle alınır, üretim araç ve teçhizatın çok büyük bir kısmı dövizle alınan şeyler. Yani üretim faktörlerin hemen tamamı dışa bağımlı ve kur yükseldiğinde bunlar da yükselir. Tek bir şey var, emek maliyeti. Emek maliyetini TL olarak ödüyorsunuz. Dolayısıyla rekabette sermayenin elinizdeki tek oynayabileceği, üzerinde baskı kurabileceği faktör emek. Tam da bu nedenden dolayı kurların yükselmesi emeğin daha fazla sömürülmesi anlamına geliyor. Çünkü bütün maliyet onun üzerine biniyor. Bu sürecin bedeli doğrudan emekçilerin sırtına geliyor ve bu önümüzdeki süreçte daha fazla baskı altına alınacaklarını gösteriyor.

Şunu da eklemek lazım, döviz yükselirken Türkiye’nin dış borcu da inanılmaz yükseldi. Türkiye istikrarsız bir ülke olduğu için risk primi yüksek. Yani başka ülkelere belki yüzde sıfırla kredi verilirken, Türkiye’ye çok yüksek faizlerle kredi veriliyor. Dolayısıyla Türkiye çok daha borçlu bir ülke haline geldi ve faiz ödemeleri de giderek arttı. Ülkeyi daha borçlu hale getiriyor ve ekonomi içinden daha çıkılmaz bir hal alıyor. Bunun bedelini de bu toplum ödeyecek maalesef.

Bunun sürdürülebilirliği var mı peki?

AKP 19 yılda toplum için sonuçları son derece vahim olan neoliberal uyum programlarını Türkiye’de uyguladı. Özellikle 7 Haziran 2015 seçimlerine kadar gelişen süreçte de toplumsal desteği önemli oranda arkasına almıştı ama son seçimlerde bunun değiştiği görüldü, sonra da başka politikalarla daha otoriter hale gelerek varlığını baskı aygıtlarını kullanarak sürdürmeye çalışıyor. Ancak ekonomiyi artık kendi kuralları içinde yönetemiyor. AKP bir kriz döneminde iktidara geldi, hiçbir zaman krizi ortadan kaldırmak refahı büyütmek amacında olmadı. Mesele krizin sürdürülebilir olmasıydı. Özelleştirmelerle, borçlandırmayla şimdi doğanın tahrip edilmesiyle yürüyen bir ekonomi var. Bu artık sürdürülemez hale gelmeye başladı. Emekçilerin durumu da bunun sürdürülemez olduğunu gösteriyor. O yüzden zaten otoriterleşme arttı.

Bugün kapitalist sistemin temel kurumlarının (DB, IMF, AB vs.) elinde de ülkelere verebileceği bir reçete yok. Yani bu sadece Türkiye’nin yaşadığı bir kriz değil, küresel krizin de iç içe geçtiği bir süreç. Bu açıdan kaosun daha yoğun olduğu bir dönem. Ayrıca Türkiye için jeopolitik durumdan kaynaklanan karmaşa da var. Önümüzdeki süreç nereye gider, bir şey söylemek çok mümkün değil. Ama burada temel olan bir şey var, ne olursa olsun daha iyi, daha yaşanabilir bir ülke olabilmesi için başta emekçiler olmak üzere bu işin sınıfsal bir durum olduğunu görerek, kadın mücadelesini, ekoloji mücadelesini yürütenlerin, savaşa karşı mücadele edenlerin, siyasal, kültürel hakları talep edenlerin hep beraber, bir araya gelerek mücadele etmesi bir sonuç verebilir. Yoksa o gider bu gelir. Kemal Kılıçdaroğlu’nun veya muhalefetteki diğer partilerin genel söylemi, “Biz gelelim sürdürebilirliğe tekrar kavuştururuz” diyorlar. Bu belki biraz nefes aldırır ama çözüm yine emekçilerin yürütecekleri mücadeleyle elde edilir. Yani bunun bir parti meselesi değil, kapitalist bir sistem sorunu olduğunu görmek gerekiyor. Onun için önümüzdeki dönem nasıl belirlenecek sorusunun yanıtı, bizim ne yapacağımıza bağlı.

YURTTAŞIN ÖDEDİĞİ VERGİLER GERİ DÖNMÜYOR

Asgari ücret tartışmalarında da vergide adalet” çağrıları pek çok kesimden geldiği için soralım, adaletli bir vergi nasıl olmalı?

Vergiyi nereden, kimden alıyorsunuz? Olması gereken, herkesin gelirine göre vergi toplanmasıdır. Oysa bugün vergilerin büyük kısmı tüketimden alınan ÖTV, KDV gibi vergilerden oluşur ki bunu sermaye dışı toplum kesimleri öder. Gelir vergisi de yine (yukarıda bahsettiğimiz) çeşitli istisnalar, vergi afları vs. nedenlerle sermayeden alınmazken ücretlilerden toplanır.  Özetle vergilerin dörtte üçünü emekçiler öder bu ülkede. Vergilerin kimlerden alındığı kadar toplanan vergilerin nerelere harcandığı da önemlidir. Türkiye, OECD ülkeleri içinde sosyal harcamaları en düşük ülkelerden biridir. Buna karşılık silahlanma harcamalarının en yüksek olduğu ülkelerdendir. Merkezi bütçenin yaklaşık yüzde 20’si silahlanma ve güvenlik harcamalarına gitmektedir. Öte yandan büyümesi borçlanmaya dayanan bir ülkedir. Dış borç stoku GSYH’nın yüzde 60’ına dayanmıştır. Borçlanma ve TL’nin değer kaybı nedeniyle faiz harcamaları her geçen gün artmaktadır. Yani yurttaşın ödediği vergiler geri yurttaşa dönmemektedir ki bu nedenle gelir dağılımı giderek daha da bozulmaktadır.

Dolayısıyla asgari ücret konusunda dillendirilen vergi yükünü bizden alın” talebi karşılandığında, bu patronların vergiden daha fazla kaçınmasını sağlayacak?

Tabii. Onların pastadaki dilimine dokunulmayacak, fark yine bizim ödediğimiz vergilerden karşılanacak. Dolayısıyla sınıflar açısından baktığınız zaman işçi ve emekçiler kendi içlerinde yoksulluğu paylaşacaklar ama zenginlerin zenginlikleri katlanarak devam edecek.

STEM BORÇLANDIRMA ÜZERİNDEN EMEKÇİLERİ TAHAKKÜM ALTINA ALIYOR

Erdoğan zaman zaman ekonominin ne kadar iyi durumda olduğunu göstermek için buzdolabı, çamaşır makinesi ya da cep telefonu üzerinden kıyaslamalar yapıyor. Geçtiğimiz günlerde buna araç sayısını da ekleyerek kapıcı da bile araba var” dedi. Otomobil ya da cep telefonu sayısı, refahı mı gösterir?

Kapitalist sistem tıkandığı dönemlerde kendine yeni çıkış yolları buluyor. Bu yollardan biri de borçlandırma. 1970’lerden bu yana inanılmaz bir üretim artışı var, o üretimi nasıl tükettireceksiniz? Borçlandırarak. Erdoğan kredilerin düşük olmasını ondan istiyor, diğer türlü evler satılamayacak, otomobiller satılamayacak çünkü insanların bunları borçlanmadan almaları mümkün değil. 1960’larda, 70’lerde otomobili bir refah simgesi olarak görebilirdiniz belki ama artık günümüzde refah unsuru olarak göremeyiz. Otomobil sayısının artması, kentleşme ve ulaşım politikalarının yanlışlığını sorgulatmalı bize. Hem kent içi, hem şehirlerarası ulaşım meselesinin ne kadar problemli olduğunda aramalı araç sayısının fazlalığını. Cep telefonu da benzerdir. Bu devirde cep telefonunun lüks olduğu söylenebilir mi, belki 20 sene önce evet ama bugün değil. Emekçiler ihtiyaç olarak görüyor bunları ve gelirlerinin çok üzerinde borçlanarak alıyorlar ve bu borçlanma ne yazık ki onların daha fazla sömürüyle karşı karşıya kalmalarına neden oluyor. Çünkü çok kötü koşullarda çalışmaya rıza göstermek zorunda kalıyorlar o borçları ödeyebilmek için. Ve sistem borçlandırma üzerinden emekçileri, daha fazla tahakküm altına alıyor.

Dolayısıyla sermaye asgari ücretin artmasından yana çünkü borçlanmayla da olsa tüketimi canlandırmak istiyor…

Evet. Pandemi sürecinde OECD ülkeleri arasında yurttaşına en az sosyal destek veren ülkelerin içinde Türkiye, o desteği de emekçilerden ziyade sermayeye verdi. Fakat en fazla toplumu borçlandıran ülke Türkiye. İşyerini kapatmak zorunda olanları, işsiz kalanları borçlandırdı. Pandemi sürecinde özellikle kamu bankaları eliyle inanılmaz bir kredi dağıtıldı ve borçlandırıldılar. Bu artık cep telefonu alayım, otomobil alayım diye de değil, ekmek alayım, kirayı ödeyebileyim’e geldi. Dolayısıyla krizin topluma önümüzdeki günlerde yansıması sadece yoksulluk değil, borçlulukla da olacak. Borçların ödenemeyeceği boyutlara ulaşacak. Çünkü insanlar işsiz kalıp, bu kadar düşük ücretlerle çalışmak zorunda kaldıkları zaman bu borçları ödeyemeyecekler. Muhtemelen sermaye de bunun böyle olmasından rahatsızdır.

Evrensel'i Takip Et