Yaşamını yitiren eski bakan Hasan Fehmi Güneş, 1979 Ankara Mısır Büyükelçiliği baskınını Evrensel’e anlatmıştı
Yaşamını yitiren eski İçişleri Bakanı Hasan Fehmi Güneş, 1979'da gerçekleştirilen ve 20 rehinenin kan dökülmeden kurtulduğu Mısır'ın Ankara Büyükelçiliğine yönelik baskını Evrensel’e anlatmıştı.

Hasan Fehmi Güneş (2016-TBMM) | Fotoğraf: Sultan Özer/Evrensel
Serpil ÇELENK GÜVENÇ
Sultan ÖZER
Ankara
Eski İçişleri Bakanı Hasan Fehmi Güneş yaşamını yitirdi. 1934 Adapazarı doğumlu, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunu Güneş, serbest avukatlık, savcılık, akademisyenlik yanı sıra Cumhuriyet Senatosu Sakarya Üyeliği, iki dönem milletvekilliği ve Ecevit Hükümeti döneminde İçişleri Bakanlığı yaptı.
Güneş İçişleri Bakanı iken, 13 Temmuz 1979’da, Ankara’daki Mısır Büyükelçiliği dört Filistinli Mervan Sebanu, Muhammed Ali Zerad, Mustafa Beşeyşi ve Hüseyin Abdullah adlı dört gerilla tarafından basıldı. İki polis polis yaşamını yitirirken; Mısır Büyükelçisi Ahmet Kemal Ulema ile 7’si Türk, 20 kişi rehin alındı. 45 saat süren rehin alma eylemi, İçişleri Bakanı Hasan Fehmi Güneş’in ikna etmesiyle, kan akıtılmadan sona ermişti.
22 yıl cezaevinde kalan gerillalar, aftan yararlanarak, 2001 yılında serbest bırakılarak, sınır dışı edilmişlerdi.
Gerillaların avukatlarından birisi de Denizlerin (Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan, Yusuf Aslan) Avukatı Halit Çelenk idi. Çelenk’in yaşamını yitirmesinin ardından arşivlerinden bu gerillalarla mektupları çıkınca, biz de olayı araştırmaya karar verdik. Bu doğrultuda, 2016 yılında Mecliste Hasan Fehmi Güneş ile yaptığımız röportajı, derinleştirilip kitap olması düşüncesiyle yayımlamamıştık. Kitap çalışması fikri de Güneş'in sağlığının günden güne bozulması nedeniyle gerçekleşemedi. Hasan Fehmi Güneş ile yayınlanmayan röportajımız şöyle:
Sayın Güneş, 1979’lı yıllarda Camp David anlaşmasını protesto etmek üzere Mısır elçiliğini basan dört Filistinli gerilla ile ilgili anılarınızı dinlemek istiyoruz. Kanımızca, operasyon sırasında öldürülmemelerinin en önemli nedeni sizin İçişleri Bakanı olmanız.
Onlar daha sonraki yıllarda Rahşan Affı denilen aftan yararlandılar. O tarihlerdeki gazetelerde Türkiye'den ayrıldıkları sırada, Marvan’ın 'Hasan Fehmi Güneş'in sayesinde yaşıyoruz' dediğini okudum.
Bunlar El Saika'lı. Büyük örgütün adı neydi?
Arafat'ın başında olduğu Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ). Saika da onun içindeydi o dönemde.
Evet, FKÖ'nün bir fraksiyonu bunlar. Yaser Arafat'la araları iyi değil, biraz daha radikaller. Olay sırasında arabuluculuk etsin diye Yaser Arafat'a ulaştık. 'Bu çocukları bu çılgınlıktan vazgeçirin' dedik. 20 küsur rehine var ellerinde. Düşünün 20 kişiyi vuracaklar. Çılgın bunlar. Kendileri ele geçerse öldürüleceklerini biliyorlar, ona inanıyorlar. Bedava gitmeyelim diye...
Benim korkum ise rehinelere dokunmaya başlarlarsa önünü alamamak. Sonuçta Arafat'a ulaştık. Dışişleri Bakanı Gündüz Okçun’un çok yardımı oldu. Onlar önce ‘Bunlar çılgın, konuşmak mümkün değil' dediler ama ben ısrar ettim. Arafat, 'Abu Firaz'ı arabulucu olarak görevlendirdik' dedi. Yanında iki kişi daha vardı. Özel uçak gönderip Abu Firaz'ı aldık. Ben de bu arada Filistinli gençlere, 'Abu Firaz geliyor, - telefonla konuşuyoruz- gelinceye kadar bir şey yapmayın. ' dedim. ‘Kim geliyor?' diye sordular. ‘Abu Firaz’ dedim. ‘Biz Abu Firaz'la konuşmayız’ dediler.
AMAÇLARI CAMP DAVID ANLAŞMASININ İPTALİYDİ
Neyse Abu Firaz geldi. Onu arabamla Mısır Büyükelçiliği'ne götürdüm, içeri girdik. Marvan bizimle temas kuruyor, kendisi onların komutanı konumunda. ‘Ben Albay Mervan’ diye çıkıyor telefona. Kendini albay ilan etmiş.
Arafat çocuklara ‘generallerim’ derdi ya belki de Mervan ondan böyle konuşuyordu.
O yine mütevazı davranıyor. Yaser Arafat'la konuştular, görüştüler falan. Ana hedefleri İsrail ile Mısır arasında imzalanan Camp David Anlaşmasıydı. Mısır Camp David Anlaşmasından çıksın ve anlaşma iptal edilsin istiyorlardı.
Camp David Anlaşması ile Mısır Filistin halkına ve Arap dünyasına ihanet ediyor bu bir, ikincisi yine bu anlaşma gereğince Amerika İsrail'i devamlı korumaya alıyor. Başka bir deyişle, Amerika artık koruyucusu oluyor İsrail'in.
Büyükelçi de rehineler arasındaydı. Büyükelçinin Sekreteri, Bahar isimli genç bir kız vardı, o da rehineler içindeydi.
Devam edelim. Çocuklar Camp David'den çıkılmasını, Mısır'da tutuklu iki arkadaşlarının da bırakılmasını istiyorlardı. Daha sonra da bizim onlara bir uçak tahsis etmemizi ve rehinelerle beraber havaalanına götürülmelerini istiyorlardı. Rehineleri havaalanında serbest bırakıp uçağa binecekler ve gideceklerdi. Veya rehineleri gittikleri yerde serbest bırakacaklardı. Bir bakıma kendilerini garantiye almak istiyorlardı.
Mısır’a başvurduğumuzda, Camp David Anlaşmasını görüşmeyi reddettiler. Ben bu durumda o iki tutsağı bırakmalarını istedim. Mısır İçişleri Bakanı ile konuştum. Bakan bunun sorun olmayacağını ve bırakılabileceklerini söyledi. Bir iki saat sonra bana telefon etti ve tutsakların çıkmak istemediklerini belirtti. Şaşırdık. Ve Mervan'a 'çıkmak istemiyorlar' dedik. O da 'Çok mu konforluymuş yerleri?' diye sordu. Tercüman aracılığıyla konuşuyoruz tabii.
Açıkçası ben Mısırlıların yalan söylediklerini düşündüm. Bir tutsak neden çıkmak istemesin? Orası bir hapishane ve üstelik onlar siyasi tutuklu. Mısır İçişleri Bakanı'na Türk büyükelçisinin tutuklularla görüşmesini sağlamalarını önerdim. Büyükelçi cezaevine gitti. Tutuklularla konuştu ama gerçekten çıkmak istemiyorlardı, çünkü muhbirlik yaparak örgütün sırlarını verdikleri için çıkınca vurulacaklarından emindiler. Bunu yarı tahmini, yarı da bilgiye dayalı olarak söylüyorum.
Onlar da çıkmayınca elimizde hiç koz kalmadı. Sefareti basan gerillalara ne söyleyeceğimizi düşünmeye başladık.
"GÖZÜMÜN ÖNÜNE 20 KİŞİNİN CENAZESİ GELİYORDU VE BEN DE SORUMLUSUYUM"
Hasan Fehmi Bey görüşmeler sırasında polisle bekçinin öldürüldüğünü biliyordunuz değil mi?
İki bekçi.
O ölümler olmasaydı acaba bir uçak verip bunları yollar mıydınız? Ölümler olduğu için mi yapmadınız?
Hayır. Ben teslim olsunlar istiyordum. Çok mecbur kalsaydık gönderir miydik? 20 kişiyi vurmalarına yol açmazdık. Bütün korkum oydu. O günlerde 42 yaşındayım... Gözümün önüne 20 cenaze geliyor ve ben de sorumlusuyum… Bahar'la beni konuşturdular, kız feryad figan ağlıyor, 'Efendim bunlar hepimizi öldürecekler, ne olur istediklerini yapın' diye. Bakanlar Kurulu toplandı; bir bildiri yayınlandı. Durumu görüştük. Bakanlar Kurulu, müzakerelerin devam ettiğini, gelişmeleri izlediklerini ve tam yetkili ve sorumlu olarak İçişleri Bakanını görevlendirdiklerini açıkladılar. Aslında üzerlerinden atıyorlar. Ben tek başımayım. Mısır büyükelçiliğinin karşısında USAŞ'ın bir yeri vardı, bir katını işgal ettim, orada oturuyorum. Bakanlığı falan bıraktım.
Sorumluluk bana ait. Bütün korkum rehineleri ne yapacağımız. Hepsi Mısırlı değil, çoğu Türk. Aralarında memur da var, iş için gitmiş olanlar, vize almak için gitmiş olanlar da var.
Sonunda adamları İkna ettik ve bana inandılar.
ECEVİT'İN YEMEKLE UYUTMA PLANI RİSKLİ OLDUĞU İÇİN UYGULANMADI
Örneğin bir gece Mervan bana telefon etti, ' Yemek yemek istiyoruz' dedi. Telefon hattına girip onların dışarı ile konuşmalarını da dinliyoruz. Uluslararası ajanslarla falan konuşuyorlar, beyanat veriyorlar. Sonra bozduk o hattı, konuşamadılar.
‘Peki’ dedim ve şef garson gibi (gülüyor) ‘arkadaşlar size ne yemek istediğinizi soracaklar’ dedim.
Bülent Bey (Başbakan Ecevit) telefon etti ve 'Böyle bir şey duydum. Doğru mu?' diye sordu. Ben de doğru olduğunu söyledim. ‘Yanıma gelebilir misin?’ dedi. Kalktım gittim Başbakanlık konutuna.
Hacettepe'nin o zamanki rektörü Doğan Karan da orada. Ecevit, ‘Yemek istedikleri doğru mu?’ dedi. ‘Evet’ dedim. ‘Doğan Bey'le konuştuk, yemeğe bir şey katacağız, kokusuz, renksiz, belli olmayan. Yiyecekler yemeği ve uyuyacaklar. 45 dakika bloke olacaklar, işte o zaman girebiliriz içeri. Böyle bir şey yapacağız’ dedi.
Tereddüt ettim. Ecevit ‘Ne diyorsun?’ diye sordu. Ben razı olmadığımı söyledim. 'Neden?' dedi. Dedim ki, 'Bunlar terörist. Bizim terör konusunda tecrübemiz yok, onların var. Yemekleri kontrol etmezler mi? Rehinelere yedirip beklemezler mi?’ dedim. ‘Yapılanı fark ettikleri anda bana inanmazlar, yalan söylemiş olurum’ dedim. Benim derdim bana inanmaları. Diyaloğumuzun kopacağını ve bir daha konuşamayacağımızı söyledim. Ecevit, o zaman, ‘Sen bilirsin.’ dedi.
Yemeği verdik ve gerillalar benim dediğimi yaptılar. Önce Türklerden birine yedirdiler yemeği ve bir saat kadar beklediler, kendileri ondan sonra yediler.
Doğan Karan iyi niyetli ve bana yardım etmeye çalışıyor ama ben güvenlerini kaybetmemeye çalışıyorum.
Esirler hapishaneden çıkmıyor, Camp David anlaşması da böyle bir eylemle iptal edilecek gibi değil. Yani rehineler karşılığında Filistinlilerin hiçbir istekleri yerine gelmemiş oldu. Ne yapacak şimdi adamlar diye karar kara düşünmekteydim.
Peki Türkiye devletinin Filistin Devletini tanımasını istediler mi?
Onlarla konuşurken T.C. Hükümeti olarak Filistin'e zaten sempati ile baktığımızı söyledim. Daha önce Bülent Bey'in de bu yönde bir iki beyanı olmuştu. ‘Sizin bu hareketiniz Türk halkını Filistin'e düşman edebilir, bakış açısını değiştirebilir. Yanlış yapıyorsunuz. Burası Filistin'in dost ülkesi’ dedim onlara.
Ecevit’in, Filistin Kurtuluş Örgütünün ülkemizde temsilcilik açması için söz verdiğine dair yazılar çıktı gazetelerde, ama öyle bir şey yok. Yaser Arafat böyle bir talepte bulunmuştu Bülent Bey'den. O da henüz düşünmekteydi. Bana da sorduklarında ben bunu olumlu bulduğumu söylemiştim.
Serpil Çelenk Güvenç ve Hasan Fehmi Güneş (2016-TBMM) | Fotoğraf: Sultan Özer/Evrensel
Filistin-Türkiye ilişkilerine dair ODTÜ'deki bir hocanın bir araştırmasını okudum (Serpil Güvenç). Bu olayda sizin Filistin Kurtuluş Örgütü ile ilişkileriniz, onların yardım etmek için Türkiye’ye gelmeleri ve benzeri olayların elçilik açılmasında olumlu bir faktör olduğunu yazıyor.
Temsilcilik açılması için Bakanlar Kurulunda ısrarcı oldum. Orada bir fraksiyon disiplin dışı davranmış olabilir ama FKÖ bize yardım etti, başarılı bir sonuç almamızı sağladılar. Kaldı ki, bunlar kendilerine haksızlık yapılan bir topluluktur. Onlara sahip çıkmalıyız dedim. Bülent Bey de, ben de bu tavrı takındık. O olayın temsilcilik açılmasına katkısı oldu mu? Oldu hiç kuşkusuz.
Demirel hep daha Amerikancı oldu. Bülent Bey ise daha bağımsız bir politika sürdürdü. Siz bu bağımsız politikaların da yardımı olduğunu düşünüyor musunuz bu olayda?
Öyle bir tavır takınmamıza katkısı olmuştur hiç kuşkusuz.
"AMERİKALILARI, İSRAİLLİLERİ KARIŞTIRMADIK OLAYA; BAŞARININ ALTINDA O VAR"
Bu arada bir başka olayı hatırladım. Amerikalı ve İsrailli gazeteciler olayı takip etmek üzere gelmek için izin istediler. Sınırdan girmelerinin önlenmesini istedim. Ve giremediler, çünkü onların gazetecilik için mi yoksa başka bir şey için mi geldiğinden emin değildim. Gelip ortalığı karıştırabilirler diye çekiniyordum. Alevlendirecekler diye… Birkaç saat sınırda beklediler. Niye içeriye giremiyoruz diye sorduklarında ise ‘İçişleri Bakanı sizi tutmamızı istedi’ dediler onlara. Amerika’yı falan karıştırmadık olaya, başarının altında o var.
Peki Filistinli gerillaları sağ salim çıkmaları konusunda nasıl ikna ettiniz?
Mervan’a söz verdim. Dedim ki, ‘Size söz veriyorum, size dokundurtmayacağım, işkence yaptırtmayacağım, kötü muamele yaptırtmayacağım. Kendi elimle götürüp bağımsız Türk yargısına teslim edeceğim. Bilin ki bağımsız Türk yargısı dost bir devletin yargısıdır. Size karşı peşin fikirli olmayacak, sizi hukuk ilkeleri içinde yargılayacaktır. Gerisi onların bileceği şey, ona biz karışamayız. Size beraat ya da aklanma sözü vermiyorum. Sizi işkencesiz, baskısız bağımsız Türk yargısına teslim edeceğime söz veriyorum’ dedim. Kendi elimle de götürdüm.
Öpme hikayesi nasıl oldu? Ne hissettiniz o anda?
Önce telefon konuşmalarında ben Mervan'a çok yürekten, içten, coşkuyla teslim olmalarını rica ettim. Onları koruyacağıma, kendi yakınımmış gibi sahipleneceğime, hukuk dışı hiçbir uygulama yapılmayacağına… coşkulu bir şekilde anlattım. Bana bakan demiyordu da ...
Nazır mı diyordu? Arapça bakan Nazır oluyor galiba.
Mervan ‘Biraz müsaade et bize’ dedi. Kapattı telefonu. Yarım saat sonra aradı ve ‘Teslim olacağız’ dedi.
Bu arada şunu da söyleyeyim. Ben o iki kişinin vurulduğunu onlardan gizledim. ‘Siz iki kişiyi öldürdünüz elçiliğe girerken’ demedim. Oradakilere de tembih ettim söylememeleri için, çünkü ölümü bilirlerse yaşama umutları kırılacak. ‘İdamlık bir suç işledim’ diye düşünecekler.
Zaten başka kimse konuşmuyordu, bana veriyorlardı telefonu. Bülent Bey geldi karargaha, ‘Nasıl konuşuyorsunuz?’ diye sordu. ‘Telefondan konuşuyoruz’ dedim. 'Ben de konuşabilir miyim' dedi. ‘Elbette’ dedik. Onlar İngilizce biliyordu, belki de sadece Mervan biliyordu, bilemem. Bülent Bey onunla İngilizce konuştu. Konuşma sırasında, 'iki görevlimizi öldürdünüz' demesin mi? Ben de yanındayım, hemen çektim telefonu ve elinden düşürdüm. ‘Ne yaptınız efendim, biz onlara ölümleri söylemiyoruz’ dedim. ‘Onlarda yıkıcı bir etki yapmaz mı?‘ dedim. ‘Keşke bana önceden söyleseydiniz’ dedi. Yani yanlış yaptığını anladı. Ne var ki, gerillalar ya tam anlayamadılar ya da dikkatlerini tam yoğunlaştıramadılar da öyle atlattık bu zor durumu.
"ATEŞ EDENLER ÖNCE BENİ VURUR, ÖNÜNÜZDE OLACAĞIM"
Teslim olacakları zaman ‘Ne yapalım, biz çıkınca polis bizi vurur’ dediler. Haklılar. Polis vurur gerçekten de. ‘Ben geleceğim kapının önüne, size ateş edenler önce beni vurur, sizin önünüzde duracağım, bu sizin için yeterli bir garanti mi?’ dedim. Mervan ‘Evet’ dedi.
Arabayla gittik elçiliğe. Aksilik bu ya, büyükelçi arabasını oraya park etmiş, o arabanın oradan alınması lazım. Yukarıya seslendik, arabanın kontak anahtarını attılar, arabayı oradan çektik.
Buradayız diye seslendik. Tercüman arkadaş ‘Nazır sizi bekliyor’ diye seslendi. Önce Mervan geldi, selam verdi, elimi sıktı, öptü elimi. Boş da bulundum, güçlü kuvvetli çocuk. Çekti öptü elimi. Elimi öpünce ben de onu öptüm.
"BANA GÜVENMİŞLER; NE YAPACAKTIM, TOKATLAYACAK MIYDIM?"
Şunu unutmayalım. Ellerinde 20 kadar rehine varken, kendilerinin serbest bırakılması için kozları daha tükenmemişken, daha pek çok şey yapabilecek imkanları varken, mermileri varken, silahları içeride bırakıp öyle geleceksiniz diyorum çünkü kapıda bir çatışmadan korkuyorum. Bu durumda iken gelip Türk adaletine teslim oluyorsa bana güveniyor, sığınıyorsa ne yapmam gerekiyordu? Tokatlayacak mıydım onları? Tokatlamam mı isteniyor? Bana yakışan, T.C. Bakanına yakışan büyüklüğü göstermektir. Teslim olmak suretiyle gösterdiği delikanlılığa teşekkür etmektir. Ben de bu nedenle onu öptüm.
"İŞGAL YANLIŞTI AMA BUNLAR BİR HALKIN ÖZGÜRLÜĞÜ, BAĞIMSIZLIĞI İÇİN MÜCADELE EDEN KAHRAMANLARDI"
Bir de insani, o anda gelişen bir hareket değil mi?
Efendim çocuk çok güzel bir karar verdi. O noktada o kararı verebilmek için gerçekten önemli bir insan olmak lazım. O kararı verebilen bir insan tebrik edilmeye, öpülmeye layıktır. Tamam, o işgali yapması yanlıştı ama bunlar bir halkın özgürlüğü, bağımsızlığı için mücadele eden kahramanlardı. Onlar özgürlük savaşı yapıyorlardı. Türkiye'ye karşı bir hedefleri yoktu.
Teslim olduktan sonra, birisinin yüzünün ağzına kadar yırtılmış sonra kaynamış olduğunu fark ettim.’ Ne oldu sana ?’ diye sordum. ‘Şarapnel parçası. İsrail bombaladı bizim köyü. Ben yaralandım’ diye yanıtladı beni. Bunların hepsi bombardıman altından, ölümden kalkıp gelmişler. Yanlış bir hareket yapmışlar ama sonra doğru bir hareketle bitirmişler ve bana teslim oluyorlar. Bana yakışan buydu... İnanın onlar elimi öptüğü için öpmüş değilim Mervan’ı. Elimi öpmeseydi de o hareketi nedeniyle de öpülmeye layıktı. Aradan 40 yıla yakın zaman geçti ve hâlâ doğru yaptığıma inanıyorum.
O büyük bir başarıydı. Dünyada o büyüklükte bir eylemin, barışla, teslim alınarak, yargıya çıkarılarak sonuçlandırılmış başka bir örneği yoktur.
Burada bir parantez açalım… Sizden önce bir MC hükümeti var, sizden sonra da bir MC var. Yani çocuklar o hükümetler döneminde bunu yapmış olsalardı bizce hem rehineler, hem de onlar ölmüştü. Yani açıkçası onları siz kurtardınız.
Elçiliğe geldik, seslendiler içeriye nazır geldi diye. Önce Marvan geldi, sonra diğerleri. Arabaya aldım onları. AOÇ'de bir Atatürk Evi vardı -hâlâ var mı bilmiyorum- ve ben orayı çalışma yeri olarak kullanıyordum. Onları oraya götürdüm. Hatırımda kaldığına göre, Muhammed'in bir ayağında ayakkabı yok. O kargaşada düşmüş, çıkmış. Bir ayağında çorapla yürümekte. Çalışma yeri olarak kullandığım için orada yedek ayakkabım, gömleğim falan da var. Bir çift ayakkabı vardı, onu Muhammed'e verdim.
"İDAM CEZASI VERİLSE İNFAZ ETTİRMEZDİK"
Sonra onları sıkıyönetim savcılığına teslim ettik. Orada yargılandılar. İdamla yargılandılar. Haa şunu da söyleyeyim. Verdiğim sözlerden biri de şuydu. ‘Biz iktidarda iken size idam cezası verirlerse onu infaz ettirmeyiz. Hiçbir idamı infaz ettirmedik. Meclis'e sevk bile etmedik. Parti olarak da idam cezalarına karşıydık.
Sonra hiç yazışma, görüşme, ziyaret oldu mu aranızda?
Olmadı. Ben Abu Firaz'la çok sık görüştüm, hatta dost olduk. Ondan çocukların haberlerini alıyordum. Onlar görüşüyor, takip ediyorlardı. Benim selamımı götürüyor, onların saygılarını getiriyorlardı. Ama bir daha onlarla hiç karşılaşmadım.
"BİR GÜN DEMİREL'İ ÖPERSEM KARANLIKTA ÖPECEĞİM"
Demirel ve diğer siyasiler sizi çok yoğun ve sert eleştirdiler. İstifanızı istediler. Ondan sonra neler yaşadınız? Gensoru verildi hakkınızda. Sözde Filistin'e en çok destek veren Erbakan da size veryansın etti ve 'Türkiye teröristlerin cirit attığı yer haline geldi' dedi.
Bu davranışlarının temel nedeni şuydu. Sonuç büyük bir başarıydı. Bu başarı Cumhuriyet Halk Partisine oy getirebilirdi, çünkü Filistin halkının uğradığı haksızlıklara tepki gösteren T.C. vatandaşları bu hareketi doğru değerlendirdi. Doğru bir sonuç elde edildiğine inandı. Onların, halkın kararını etkilemek için bana yüklendiler. Bu başarıyı gölgelemek istediler. Bir tek söyleyebildikleri şey ise, 'Filistinli gerillaları öptü' savıydı. Mesela o dönemde bir üniversitede konuşmaya gittim, Filistinli gerillaları öpmüş olmamdan dolayı üniversite öğrencileri arasında müthiş bir sempati ile karşılaştım. Ortalama bir T.C. vatandaşı olarak Filistin halkına yaklaşanlar, olayı doğru değerlendirdiler ve bizi onayladılar.
Olay üzerinde en çok duran ise Demirel oldu. Ben rahatsız olmadım. 'Keşke karanlıkta öpseydi de kimse görmeseydi' diye de bir lâf etti. O gün, onları götürdüm teslim ettim sıkıyönetime ve Başbakanlığa geldim. Üç gün kadar sürmüştü olay. Başbakanlıktan çıkarken bir gazeteci önüme geçti ve 'Süleyman Demirel bari karanlıkta öpseydi diyor’ dedi.
Ben de, 'Teşekkür ederim, bir gün Süleyman beyi öpersem karanlıkta öpeceğim' dedim.
Bu olayı değerlendirirken, Camp David'i ikinci plana itmemek lazım. Hâlâ Camp David'deki anlaşma maddelerine dayanılarak ayakta duruyor İsrail. Amerika bu devleti garantiye aldı. İsrail Camp David sayesinde ayakta kalıyor. ABD, Camp David anlaşmasıyla gelecekte de İsrail aleyhine verilecek BM kararlarına uymamayı garanti ediyor. O aslında üçlü bir anlaşmadır. Menahem Begin, Enver Sedat imzalamışlar ama Amerika Başkanı da imzalamıştır. Olay ABD’nin organizatörlüğünde gelişmiştir yani Amerika da orada görevler üstlenmiştir.
"HAYATA DÖNÜŞ" OPERASYONU
(Serpil Güvenç) Siz bu olayı hakikaten tereyağından kıl çeker gibi, inanılmaz bir şekilde çözdünüz. Söyleyecek hiçbir şey yok. Gerçekten iyi ki vardınız. Fakat mesela daha sonra İstanbul'da yaşanan “Hayata Dönüş Operasyonu”nda yine CHP iktidardaydı, Adalet Bakanı da Hikmet Sami Türk beydi. Eşim TMMOB başkanı Kaya Güvenç o dönemde İstanbul'a gidip arabuluculuk edenler arasındaydı. Cezaevine girdiler, görüşmeler yaptılar. Hikmet Bey'le de konuştular. Ne var ki, o olay feci bir şekilde sonuçlandı. İkisinde de CHP vardı… Sizce CHP'de değişik olan Sayın Ecevit'in tutumu muydu, Bakanın tutumu muydu? Bu konudaki yorumunuz çok önemli. Örneğin, derin devletin payı var mıydı? İki olay yaşanıyor. Birinde iyi sonuçlanıyor, diğerinde kötü. Sizin varlığınız önemliydi ama bunu sadece bakana bağlayabilir miyiz?
Kriz yönetimi mi diyorlar? Kriz yönetimi veya olay yönetimi, sıkıntı yönetimi diye bir şey var. O çok önemli bence. Bakın bu çocuklar, Mervan ekibi geldiler, kapıdan girecekken bekçinin ‘nereye gidiyorsunuz?’ sorusu üzerine onları vurdular ve girdiler içeriye. Ankara’da Güvercinlik'te bir komando birliği var. Komando Birliği böyle olaylara müdahaleye göre de eğitiliyor. O günlerde Dündar adında bir komutanları vardı, tanıdığım, güvendiğim bir komutandı. Çok inandığım bir albaydı.
O birlik derhal geldi buraya. Yani her an yukarıdan inip, içeriye girip yok edebilir ve oraya hâkim olabilirdi. 'Harekât başlasın mı?' dedi komutan, 'hayır' dedim. Hayır, çünkü gelmişler bir binanın içine girmişler. Binanın dışına ben hâkimim ve onlar hapsolmuş bir vaziyetteler. Binanın içine girerek savaşmanın bir anlamı yok.
Onlar içerideyken bunu çözme şansımızın daha yüksek olduğunu düşündüm. Öbür seçenekte ise ne olacak, girecek ve vuracaksın, o da seni vuracak. Dört ölü onlar verecek, 5-20 neyse ölü biz vereceğiz, kan gövdeyi götürecek.
Onlar zaten benim elimdeler ve bana mecburlar çünkü çıkış yolları yok. Kendi güçlü durumumu adam öldürmek gibi bir acelecilikle berbat etmemem lazım diye düşündüm.
Diğer olayda yani “Hayat Dönüş” operasyonunda krizi başka türlü yönetmek mümkün müydü? Bence mümkündü. Oradaki insanlar ikna edilebilirdi.
Az önce söylediğim yemek meselesindeki gibi. Yemeği verirsin uyur dediler ama ya uyumazlarsa? Ben bana inansınlar istiyorum ve inanılır bir adam gibi de davranıyorum. Elimi öperken de öyle davranıyorum.
Yani bu belki de kişinin kriz yönetmekteki, bunalım yönetmekteki, eğilimlerindeki önceliklerinden kaynaklı.
Biraz da vicdanından…
Onu söylemeye çalışıyorum. O hareket hepimizin vicdanını sızlattı. Hâlâ onunla ilgili tartışmalar olduğunu biliyoruz... Yaktı insanlar kendilerini...
Dışarıdan da onları yaktılar. Askerler yaktı, müdahale edenler...
O ateşte yaktılar demek istiyorum.
(S. Güvenç) Anneler, babalar ve kardeşleri o gece bizim evde kaldılar. Sabaha kadar nasıl endişeyle ve umutla beklediklerini anlatamam size. Sabaha kadar oturduk, evde 12-13 kişi. Serilmiş yatıyorlar. Evin bitişiğinde de Devlet Bahçeli kalıyor, o günlerde Başbakan Yardımcısı ve aşağısı polis dolu. Öyle de bir anımız var. Ama o annelerin, kardeşlerin 'çocuğumuz kurtulacak değil mi? Anlaşırlar değil mi? ölmezler değil mi? 'diye bekleyişleri... Onların acısı anlatılacak gibi değildi... Siz o acıyı o çocukların annelerine de, rehinelere de çektirmediniz.
Şöyle bir duyguya kapılıyorsunuz . Orada rehinelerin hepsi sana emanet. Birine zarar gelirse sorumlusu sensin, Mervan değil. Mervan'dan önce sorumlusu olan kişi hükümetin görevlisi, kişiler ya da kurumdur. Onu hissettiğiniz zaman en uygun yol nedir diye bakıyorsunuz. Bir anda o iş biter miydi, biterdi. Ama bir sürü cesetle son bulurdu, onların önünde de sen dikilirdin sorumlusu olarak. Hayatın boyunca vicdanın sızlardı veya dayanamazdın.
Vicdan varsa sızlar. Yıllar sonra Hikmet Bey yine o olayı savunuyor. Demek ki hiç vicdanı sızlamamış yanan insanlardan, ölen, öldürülen insanlardan. Peki sizin istifanız, sonraki gelişmeler ve size kurulan komploya gelirsek (Aynur Aydan olayı); bu olayla bir ilişkisi var mı?
Bunların bir tek müsebbibi var. Benim aptallığım. O kadar.
Köy Enstitüsü'nden çıkmışsın, Köy Enstitüsü olmasa okuma imkanın yok. Şehirde bir okulda okuyamazsın, orada giyeceğin bir elbisen bile yok. Köy Enstitüsünün imkânları ile okumuş gelmişsin, daha sonra başka imkanlarla politikaya girmişsin, senatör olmuşsun, bakan olmuşsun, daha dikkatli olacaksın. O çizgiden geliyorsan o çizginin adamı olduğunu göstereceksin. Aptallık yaparsan böyle olur, başka izahı yok.
Bu besbelli ki bir tuzak... Neden size kuruldu bu tuzak?
Kurulur efendim. Tuzağa müsait duruma düşmeyeceksin. Onu söylemek istiyorum.
Niye siz hedef alındınız?
O olaya girmek istemiyorum.
Evrensel'i Takip Et