24 Kasım 2021 04:30

Neşter, yaşam ve ayak üstü karşılaşmalar…

“Baban doktora para vermedi mi yoksa? Vermezsen bakar mı?” Çocuk yüreğim nasıl da burkulmuştu. Dört gün geçti, tek kelime konuşmadan yanımdan geçen doktor, ameliyat yerimden daha fazla acı veriyordu.

Fotoğraf: Pixabay

Cemal Hüseyin Güvercin
Cemal Hüseyin Güvercin

Cerrahlık, tıbbın tarihinde uzun süre hekimlikten ayrı tutulmuş berberlik, sünnetçilik, dişçilik ve ebelik ile aynı meslek grubu içinde görülmüştür. Orta çağda, ironik olarak, “Kilise, kan dökmez!” denilerek cerrahlık yasaklanmıştır. Öyle ya, İsa peygamber sadece dokunarak, ölüyü diriltmiş, körün gözünü açmış, cüzzamlıyı iyileştirmişti. İyileştirmek, tanrısal bir özellik olarak görülüp hekimlere belli bir imtiyaz tanınmış, hatta “ubi sunt tres medici, ibi sunt duo athei = üç hekimin bulunduğu yerde, iki ateist vardır” denilerek ne büyük bir tolerans gösterdiklerini de ifade etmişlerdir.

Cerrahların asıl sahneye çıkmasında, büyük veba salgınında klasik hekimler bir çare bulamazken, cerrahların erken dönemde yakaladıkları hastaların şişliklerini boşaltıp, irini vücuda yayılmadan dışarı akıtarak, bazı hastaların yaşamını kurtarmaları önemli bir adım olmuştur. Bedene yapılacak bazı müdahalelerin hayat kurtarıcı olabileceğinin anlaşılması, cerrahinin önemini gündeme getirmiş, özellikle savaşlarda orduda ayrı bir sınıf olarak, yaralıları iyileştirip hayat kurtararak haklı bir üne kavuşmuşlardır. Ancak, anestezi ve asepsinin (mikropların yok edilmesi) tıbba girmesi, cerrahide adeta devrim yapmış ve cerrahlık, tarihsel ihmal edilişini unuttururcasına hekimliğin merkezine yerleşmiştir.

Bütün hastalıkların ancak ameliyat ile tamamen iyileşebileceğine inanıldığı yıllarda, Ahmed Arif’in “dostuna yarasını göstermek” dediği biçimiyle, birbirlerine gösterilen ameliyat izleri, kader ortaklığı ve samimiyeti perçinler, dostluğu büyütürdü. Cerrahlar büyük doktor kabul edilir, özellikle “operatör” sözcüğü kutsallıkla karışık, derin bir saygı uyandırırdı. Hastane başhekimlerinin cerrah olması bu etkiyi bir kat daha artırırdı. Hastane koğuşunda, temizlikçi kadınlar hasta dolaplarını telaşla silip temizlerken, kısa aralıklarla tekrarladıkları “aman başhekim görür de!” sözleriyle onun gölgesini hissedip, telaşlarını bir kat daha artırarak temizlik yaparlardı.

Altı kişilik koğuşun, pencereye dik konumda yerleştirilmiş ek yedinci yatağında, apandisit ameliyatını beklerken, girişteki ilk hastanın inlemeleriyle, geceyi epeyce uykusuz geçirmiştim. Karnından yüzlerce saçma ile vurulmuş genç hastaya, yakınları pirzola getirmişler ve yemesi için ısrar ediyorlardı, “Yemezsen iyileşemezsin”. Aynı gün akşam, ağırlaşan hasta, karşıdaki iki kişilik odaya alınmıştı ve sabaha kadar inlemiş, sonunda hasta yakınlarının çığlıkları ile hastanın öldüğünü anlamıştık. Ölüm ilk defa bu kadar yakınıma gelmişti. Yanımda ben yaşlarda bir çocuk, apandisit ameliyatı olmuş, yarasının iltihap kapması yüzünden bir kez daha olacakmış. Çevremdeki bu türden olumsuzluklar, bu cerraha güvenimi iyice azaltmıştı, “Baba, bu devlet hastanesinden çıkıp bizim cerraha gidelim”, “Oğlum, bizim doktor SSK’da çalışıyor, memurlar oraya gidemez. Zaten bu doktora da o sevk etti ya, kötü olsa gönderir miydi?” Bizim cerrah bu doktora göndermiş: “Muayenehanesine gidin, ben gönderdiğim için daha az para alır.”

Gittiğimizde teşhisimi doğrulamış, ameliyat önermişti. “Amca, biz de hayatımızı neşterle kazanıyoruz, bu iş için 1000 liranı alırım.” Babamın yüzündeki ifade, parasızlık dönemlerindeki düşünceli hale dönüşmüştü, cüzdanını üçümüzün gözü önünde açtı, iki adet 500’lük vardı. Bir tanesini çıkarıp uzattı: “Şimdilik bunu vereyim, kalanı sonra olsun”, “Peki, şimdi gidip yatış yaptırın, bugün cuma, pazartesi ameliyata alırız.” “Apandisit bekleyebilir mi?” “Sorun olmaz.” Hafta sonunu zor geçirsem de ameliyat olmuştum. Ameliyat sonrası gelip muayenemi yapan doktor, sonraki günler vizite geldiğinde, ilk üç hastaya bakıp onlarla konuşuyor ve aaa o da ne? Yüzüme bakmadan beni atlayıp diğer hastalara geçiyor, onlarla ilgilenip sonra da gidiyordu. Yanımdaki hasta yakını gülerek “Baban doktora para vermedi mi yoksa? Eee vermezsen bakar mı?”, çocuk yüreğim nasıl da burkulmuştu. Dört gün geçti, tek kelime konuşmadan yanımdan geçen doktor, ameliyat yerimden daha fazla acı veriyor, yerin dibine giriyordum. Ahmed Arif’in “Utanırım fukaralıktan, ele güne karşı çıplak” dizelerini yaşıyorum. Artık rahat yürüyebiliyordum, babam öfkeli, “Ne paracı bir adammış, devletten maaşını alıyor zaten, 500 neyine yetmiyor, ben kalan 500 ile altı horantaya bir ay bakacağım, onu verirsem ne yaparım? Aybaşı gelsin verecektim… Hadi gidiyoruz! Dikişi de bir yerde aldırırız artık.” 

Ameliyattan üç ay kadar sonra sararmaya başlayınca, babam bizimle aynı köyden olan SSK hastanesi başhekimi cerraha götürmüş, o da bir şey olmaz deyince rahatlamıştık. Ortaokuldaki Veysel öğretmen, gözlerime bakıp “Sen sarılık olmuşsun, sana bir şey olmaz diyen o adam nasıl doktor olmuş? Evine git, bir hafta gelme okula.”

Bizim doktor hafif göbekli, uzun boylu, alın bölgesi biraz açık, yumuşak ses tonu olan ve İstanbul lehçesi ile köy aksanı karışımı konuşan, oldukça zengin biriydi. Sarı spor arabasını herkes tanırdı. Aynı köyden evlendiği eşi ve üç çocuğu ile lüks bir apartman dairesinde yaşıyordu. Doktorun, yaşıtlarım olan çocuklarının ellerinde 20-30 lira harçlık olur, bolca para harcarlardı, benim demir 2,5 liradan fazla harçlığım olmamıştı. Misafirlikte elini öptüğüm bu doktor kağıt para verdiğinde, parayı ilk fırsatta, gizlice babama verirdim. Doktorun iki muayenehanesi vardı, biri bu şehirde, diğeri hafta sonları gidip hasta baktığı komşu şehrin yakındaki ilçesindeydi. “Bu göy (yeşil) gözlü oğlanın adı neydi?” ismimi hatırlamaz, her defasında bir daha sorardı. Babam adımı söyler ve “oğlum okul birincisi, o da doktor olacak inşallah” “Yaa öyle mi? Hadi bakalım” Yaşamın zorlukları, yoksulluk, ötekileştirilme karşısında, ikonik örnek olarak duran doktorumuz, ister istemez rol model olmuştu. Onun gibi toplumda itibarlı olabilir, onun kadar kazanabilir ve rahat koşullarda yaşayabilirdik. Bunun yolu da daha çok ders çalışmak, daha çok başarılı olmak, yaşıtlarımdan iyi olmaktı. Babama “Bunca yıl ne yaptın ev, arsa bir şey alabildin mi?” diye sorduklarında “Yok hayır, benim yatırımım çocukların tahsili, onlara harcıyorum” derdi. “Yav sen ne akılsız adamsın, çocuğun okulu da neymiş, niyeti varsa zaten okur” minvalinde konuşup gülen çok olurdu.

Bir süre sonra, bizim cerrahın hafta sonları çalıştığı ilçede hemşire bir kadın ile gönül ilişkisi ortaya çıkmış ve ondan da bir çocuğu olunca, hemen o ilçede de bir ev almıştı. O bölgelerde, iki eşlilik normal kabul edilir, özellikle nikah durumu merak edilirdi: “ilk hanımının izinnamesi var, bunun yok”

Tıbbiyeye başladığımda, sınıfın büyük çoğunluğu ben gibi, aristokrat olmayan aile çocuklarıydı. O yıl Türkiye birincisi ve ilk 10 içindeki altı kişi tıp fakültesini tercih etmişlerdi. Kariyerli bir meslek, iş garantili, parası iyi, seçeneğin çok, konforlu bir yaşam… daha ne olsun!

Ben tıp okumaya başladıysam, bizim cerrahın çocukları yurt dışında okuyorlardır, diye düşünürdüm. Ancak Ankara’da tesadüfen bir karşılaşma, büyük şaşkınlık yaratmıştı. Belediye otobüs bileti alayım diye küçük kulübenin gişesine eğildiğimde, içerden ismimi çağıran kişi büyük oğluydu, inanamamıştım. Arka kapıdan kulübeye girdiğimde hem bilet satıyor hem de görüşmediğimiz dönemi anlatıyor: “Senin tıp okuduğunu duyduk. Ben zar zor liseyi bitirdim, o ara babamın tasvip etmediği bir evlilik yapınca benimle ilişkiyi kesti, akrabalar sayesinde Ankara’ya gelip bu işi buldum, bebeğimiz var, çok şükür durumlarımız iyi, geçinmeye çalışıyoruz. Diğer kardeşler, biri açık öğretim, diğeri dört yıllık fakülte …. ” “Müsaade isteyeyim, seni gördüğüme sevindim” Görüp duyduklarım soğuk duş etkisi yapmıştı.

Mecburi hizmete başladığımda, mesai sonrası baktığım bir hasta, para uzatarak, beni ameliyat olduğum günlere götürdü… Babamın yüz ifadesi…doktorun yüzüme bakmadan gitmesi… bana gülen hasta yakını… , bir soğuk duş daha: “Hayır hayır, kesinlikle almam!!”

Ankara’da çalıştığım yıllar. Sakarya caddesi her zaman ki gibi kalabalık, ama onu bir anda gördüm ve tanıdım. İkonik doktor, bizim cerrah! Tokalaşma, sarılma, kafeye oturduk. Epey bir geçmişten konuştuktan sonra “Babanın vefatını sonradan öğrendim, ama biliyorsun biz tuz ekmek dostuyuz, çok severdim babanı…. Emekli oldum, işler epeydir pek iyi değil. Sana bir şey soracağım”

“Tabi ki, buyurun”

 “Burada kenar mahallede bir poliklinikte çalışıyorum, az bir para veriyorlar. Sen, Tabipler Birliği’nde falan çalışıyorsun, çevren geniştir. Bana çalışmam için uygun bir yer bulabilir misin?”

Reklam
YAZARIN DİĞER YAZILARI