01 Aralık 2021 08:39

Futbol, faşizm, felsefe

Futbol kitleselleştikçe, kitleleri yönetmeye talip olan siyasetçilerin daha fazla ilgisini çekmiş ve siyasetçiler, bu oyunu siyasal kazanca dönüştürmenin bin bir türlü yollarını denemişlerdir.

Fotoğraf: Unsplash

Cemal Hüseyin Güvercin
Cemal Hüseyin Güvercin

Antik Yunan’da episkiros, Romalılar’da harpastum, Çinliler’de cuju, Japonlar’da kemari, denilen oyunlar, yaklaşık 3000 yıllık geçmişi olan futbolun ataları olsa da bu oyunun baba ocağı İngiltere idi ve tüm dünyaya buradan yayılmıştı. Erkek çocuklar için neredeyse spor sözcüğü ile eşdeğer olan futbol, mahalle aralarında oynandığında, topun olur olmaz yerlere gitmesi, hatta cam kırması nedeniyle heyecanın hüzne dönüşmesine de yol açabiliyordu. Herkes topun peşinden koşmak, gol atmak istediği için kaleci bulmak zorlaşırdı, ayrıca golü yiyen kaleci olduğu için yenilginin faturası ona kesilirdi. Kaleciye “panter” demek bu zoraki görevde bir nebze ikna edici olur, her kurtarılan golden sonra, kalecinin abartılı kutlamalarla takdir edilmesi, görevin kalıcılığının da habercisi olurdu.

Kaleci, üstü başı en çok kirlenen oyunculardan biri olur ve maç bitiminde endişeyle eve gidilir, sessizce banyoya girilirdi. Bedende oluşan sakatlığı gizlemeye çalışan gençler, aksi halde, babaların futbol oynamayı yasaklanacağını bilir ve ağrısını hafif göstermeye çalışırdı. Alevi çocukları bekleyen başka bir tehlike, babalardan gelen sert itirazdı: “Muaviye, Hz. Hüseyin’in kafasını kestikten sonra kafasıyla top oynadı, utanmıyor musun sen de bu topun ardından gitmeye!” “Baba ne ilgisi var?” “Sus, terbiyesiz!” Yenilen basit gollerin öfkesi, vücuttaki sakatlıkların acısına bir de vicdan azabı ve “düşkün olma” tehlikesi eklenirdi.

Bir kısım entelektüel de “bir yuvarlak, onun peşinden koşan 22 deli ve bunları izleyen milyonlarca zır deli” minvalinde sözlerle futbol üzerinden toplum eleştirisi yapardı. Ülkede hak ve özgürlüklere ilişkin bunca sorun varken, taraftarı oldukları takımlarına haksızlık yapıldığını düşünen binlerce kişinin protesto yürüyüşü, apolitik ve lümpen olmanın zirvesi kabul edilirdi.

Küçük ilçelerin klasiği olan kaymakamlık dostluk kupası maçları, futbolsever bir kaymakam öncülüğünde başlar, hırsına engel olamayan oyuncular yüzünden kavga ve küslüklerle sonuçlanabilirdi. Bu maçların hakemleri memurlardan seçildiği için, kritik kararlarda kaymakam daha etkili olur ve kaymakamın takımı lehine verilen tartışmalı penaltılar adalet duygusunu incitirdi. Bir keresinde kaymakama, memur bir oyuncu tarafından sert bir faul yapılmış ve kaymakam önce kırmızı kartla oyundan attırmış, sonra da yazı işleri müdürüne tutanak tutturup, soruşturma açtırmıştı: “Amire saygısızlık ve fiziksel müdahale.”

Futbol kitleselleştikçe, kitleleri yönetmeye talip olan siyasetçilerin daha fazla ilgisini çekmiş ve siyasetçiler, bu oyunu siyasal kazanca dönüştürmenin bin bir türlü yollarını denemişlerdir. Özellikle diktatörler için genel olarak spor hele de futbol, tam bir güç gösterisi ve propaganda fırsatı olmuştur. Hitler, 1936’daki Berlin Olimpiyatlarını -Amerikalı zenci atlet Jesse Owens’un kazandığı dört altın madalyayı saymazsak- Alman ırkının “üstünlüğünü” göstermek için kaçırılmaz bir fırsat olarak kullanmıştı. Hitler bir yıl sonra da İkinci Dünya Savaşı’nın provasını yaptığı Guernica bombardımanıyla, faşizm ortaklığı üzerinden diktatör Franco’ya, üstün ırk desteği sağlamıştı.

Bu destekle başlattığı faşizm yolculuğunda, İspanya’yı demir yumrukla yöneten kanlı diktatör, futbolun toplumsal gücünü de keşfetmişti. Futbol iyi kullanılırsa, toplumun kontrolü sağlanabilir, hatta yeniden dizayn edilebilir ve toplumsal sorunları unutturacak düzeyde beyinleri uyuşturabilirdi. Franco, iktidarını temsil eden Real Madrid takımına yaptırmak istediği Santiago Bernabeu Stadyumu için “bana 150 bin kişilik uyku tulumu yapın” demiş ve 36 yıllık toplumsal uyku döneminde iktidarını sürdürmüştür. Franco’nun takımı Real Madrid ile rakip Barselona arasında oynanan ve “El Clasico” denilen derbi maçları futbolun ötesinde, adeta bir siyasal mücadeleye dönüşmüştür. Barselona’ya transfer olan İngiliz oyuncu Lineker onadığı ilk El Clasico’dan sonra “Bu bir derbi değil, sanki Katalonya’nın özgürlük mücadelesi. Kendimi, Katalan askeri sandım.”

Komşu ülke Portekiz’in diktatörü Salazar da futbolun kitleler üzerindeki etkisini kullanmış, hatta futbolun yanında, milliyetçilik ve dini temsil eden iki unsuru da eklemiştir. Salazar, faşist yönetiminin dayanaklarını açıklarken “Portekiz’i 40 yıl boyunca, 3F ile yönettim” demiştir. Nedir bu 3F? Futbol, Fado (halk müziği) ve Fatima (örgütlü din) ile Salazar faşizmi siyasal meşruiyetini sağlamıştır.

Futbolun körüklediği milliyetçilik, İspanyolca konuşan iki komşu ülke olan El Salvador ve Honduras’ı ise savaşa sürüklemiştir. Tarihe “futbol savaşı” olarak geçen 100 saatlik çatışma, 2 binin üzerinde ölüm ve binlerce yaralı ile tam bir faşizm pratiği olmuştur.

Franco’dan ilham alan ve faşizm-futbol yakınlaşmasının, İspanyolca dünyasından bir diğer örneği Arjantin’dir. 1978 dünya kupası finalinde başkentteki El Monumental stadında ev sahibi Arjantin’in Hollanda’yı 3-1 yendiği maçta, Türkiye’de de herkes siyah beyaz televizyonlarının başında, çoğunlukla Arjantin’i destekleyerek, stadyum çığlıklarına coşkuyla eşlik ediyordu. Aynı anda stadyum çığlıklarını kulaklarıyla duyan birileri daha vardı: Stadyum yakınlardaki bir işkence merkezinde, işkence görmekte olan cunta rejiminin siyasi tutsakları, aydınlar, solcular, sosyalistler… Final maçının oynandığı 76 bin kişilik stadyum, Amerikan destekli bu darbenin ilk zamanlarında, tutsakların toplandığı merkezlerinden biriydi. Bir kişinin ele geçirilmesi onunla “iltisaklı” tüm aile fertleri ve akrabalar, arkadaş, konu komşu, tanıdık onlarca kişinin de kaderini belirliyordu, bu yöntemle yüzbinler göz altına alınmış, sistematik işkenceden geçirilmişti. En az 30 bin kişi de bir kısmı helikopterlerle okyanusa atılarak “kaybedilmişti”.

Dünya kupası zaferinin rüzgarları, darbecilerin propagandasını zirveye taşımış, öyle ki Batı Alman milli takımı savunma oyuncusu Berti Vogst ayyuka çıkmış insan hakları ihlallerinin aksine “Arjantin’de siyasi tutuklu görmedim, ülkede normal bir düzen var” sözleriyle bilerek/bilmeyerek darbecileri savunmuş ve zaferi taçlandırmıştır. Diktatörlerin tipik hastalığı olan, büyük anlatılar, milli zaferler, büyük ve çılgın projeler, devasa yapılar, gerçeküstü kurgular üretme/icat etme sendromuna can suyu olmuştur. Yaratılan algı ile yoksul ve yüreğini ortaya koymuş Arjantin takımı, zengin ve kibirli Hollanda’yı yenerek, “iyiler hep kazanır” kuralını bir kez daha kanıtlamışlardı.

Her zaman ezilenden, güçsüzden yana olan bizler, bu şampiyonluğu kendi milli takımımız kazanmış gibi kutlamıştık. Peki gerçek neydi? Arjantin’in darbecileri şampiyon olmak için doping, şike, rüşvet her yolu denemiş ve kirli oyunlarla mutlu sona ulaşmışlardı. Örneğin guruptan çıkmak için 4 farka ihtiyaç varken, turnuvanın gözde takımlarından Peru’yu 6-0 yenmişlerdi, Perulu oyuncuların bilinçli isteksizlik ve adeta yarı felçli halleri, üst üste yenilen basit golleri açıklıyordu. Finalde, dopingle çılgına dönen Arjantinli oyunculara maç sonrası yapılan testler, FİFA gözlemcilerinin “ikna” edilmesiyle temiz çıkmıştı. Düzenbazlıklarla ele geçirilen dünya şampiyonluğu, Arjantin halkına en mutlu gününü yaşatırken, ülkedeki sevinç çığlıkları, işkence tezgahlarındaki feryatları bastırmıştı. Şampiyonluk, darbenin kirli yüzünün maskesi olmuş ve futbol, faşizmin zulmünü perdelemişti.

Fenerbahçe, İngiliz işgali altındaki İstanbul’da, işgal orduları başkomutanı adına 29 Haziran 1923’te düzenlenen “General Harington Kupası”nı, İngiliz takımını 2-1 yenerek almış ve kazanılan kupa milli bir zafer olarak kutlanmıştı. Futbolun garip bir cilvesi olsa gerek, bu zaferden 61 yıl sonra yine İstanbul’da İngiltere milli takımı ile karşılaşmış, tarihi bir hezimetle 8-0 yenilmiştik. Milli takım kalecimiz Fenerbahçeli Yaşar, maç sonunda “Kova Yaşar” oluvermiş, dahası, kendisine “vatan haini” gözüyle bakılmıştı. Yaşar tepkisini, “En iyi kaleci, yedek kalecidir” diyerek göstermişti. Önceden kalecilik de yapan Albert Camus ise: “Ahlak ve insanın yükümlülükleri hakkında, güvenebileceğim ne biliyorsam onu futbola borçluyum.” Evet, Simon Kuper haklı galiba: “Futbol, asla sadece futbol değildir.”

Reklam
YAZARIN DİĞER YAZILARI