29 Aralık 2012 15:09
İhsan Çaralan

Emperyalistler, Irak ve Afganistan işgallerinin istedikleri sonuçları elde etmelerine yetmeyeceğini hatta kendilerini daha da zora sokacağını anladıklarından beri bölgeye müdahalelerinde bölgesel güçlere, işbirlikçilerine daha fazla önem vermeye başladı. Ve denilebilir ki 2007’den beri Türkiye, emperyalist güçlerin bölgeye müdahalesinde “en önemli bölgesel güç” olarak görülmeye başlandı. Türkiye-ABD ilişkileri de 2007 Eylülündeki Bush-Erdoğan görüşmesinden itibaren bu doğrultuda gelişti. Bush-Erdoğan görüşmesinden bugün de önemini sürdüren iki önemli karar çıkmıştı:

1) Türkiye ABD’nin en kadim müttefiki olarak “bölgesel güç”tür, “bölgesel lider ülke”dir; 2) PKK, iki ülkenin de ortak düşmanıdır!

Böylece Türkiye, ABD’nin bölgeye müdahalesinde her tür pis işi üstlenen, onu kendi işi gibi gören bir mevziye sokulurken, ABD de Türkiye’nin Kürt sorununun çözümünde doğrudan müdahil hale geldi. Ve bugün ABD’nin bölgeye müdahalesinin, Türkiye’nin Suriye, İran, Irak’la düşmanlaşmasının, patriotların Türkiye’ye yerleştirilmesinin, Kürecik’e yeniden bir radar üssü kurulmasının, Türkiye’nin yeniden NATO’nun en sadık müttefiki konumuna “yükselmesinin” ve Rusya ile karşı karşıya gelmesinin zemini bu iki temel üstünde biçimlenip gelişti.

2007’de Bush-Erdoğan görüşmesinde somutluk ve derinlik kazanan ilkeler paralel olarak Türkiye’nin dış politikasında da önemli bir değişikliğe yol açtı. “Aktif bir dış politikaya yönelme” adına komşularının iç işlerine karışmayı da benimseyen Türkiye, bölgedeki gelişmelere daha “aktif müdahale” edeceği, Ortadoğu’da hatta Çin’e kadar uzanan “Türk dünyasında“ kendi egemenliğini sağlayacağı iddiası etrafında “yeni Osmanlıcılık” olarak da adlandırılacak bir hatta girdi.

ABD ile ilişkiler, Türkiye’nin hızla büyüyen aç gözlü sermaye kesimlerinin hayalleri ve geleneksel İslamcı, milliyetçi sloganlarla süslenen Amerikancılık son beş yılda büyük bir hızla Türkiye’nin iç ve dış politikasına yön verir hale geldi. Bu dönemde Türkiye, NATO’nun en sadık ve en çok görev üstlenen, yeni görevlere hevesli müttefiki durumuna gelirken, yeni Osmanlıcı hayallerin Suriye’de, Irak’ta, İran’da duvara çarpmasını önleyemedi.

Bu açıdan bakıldığında 2012’de Türkiye-ABD-NATO ilişkileri, 1950’lerden beri en sorunsuz dönemine girdi. Türkiye’nin, ABD ve NATO’nun gözleme (Kürecik radarı) ve silah üssü (patriotların yerleştirilmesi, Türkiye’nin silahlanması için hükümetin girişimleri) haline gelmesinde çok ciddi adımlar atıldı.

2012’nin sonunda çıplak gözle bile görülen durum hiç de parlak değildir.

ÇÖZÜMSÜZLÜK ARTIK PRİM YAPMIYOR

AKP’nin geçmiş on yılının belki de en tipik özelliği, Türkiye’nin hiçbir önemli sorununu çözmemiş, tersine bunları kronikleştirerek kendisi için rant kaynağına çevirmiş olmasıdır. Ancak son yıllarda, özellikle de 2012’de bu yolun sonuna gelindiği, çözümsüzlüğün krize dönüşerek AKP’yi destekleyen kesimler, hatta AKP içinde bile çatışmalara yol açan gelişmelere kaynaklık etmeye başladığına tanık olduk.

Bu çözümsüzlüğün giderek, hem iç politikada hem de dış politikada büyük sorunlara yol açtığını görüyoruz.

1) İç politikada, Kürt sorununun çözümünde tıkanma ve demokratikleşememe krizi: AKP’nin iktidara gelmesinden beri başlıca vaadi, ülkenin “demokratikleştirileceği”, bu çerçevede ifade ve basın özgürlüğünün güvenceye alınacağı, adil yargılamanın sağlanacağı, Kürt sorunu, Alevi sorunu gibi kronikleşmiş sorunların demokratik bir biçimde çözüleceği iddiasıdır. Gelinen yerde bunların tam aksinin gerçekleştirileceği vaat edilmişçesine; basın ve ifade özgürlüğü emniyet güçlerinin, Özel Yetkili Mahkemelerin ayakları altında kaldığı gibi, Kürt sorununun çözümünde 1990’ların yöntemleri yeniden baş tacı edilmiştir. Ve 2012 yılının Türkiye’si, en çok siyasi mahkumun bulunduğu ülke başarısına, en çok gazetecinin tutuklu olduğu ülke unvanını da eklemiştir!

Bu vaatlerden Kürtlerin legal partilerinin yasa dışı ilan edildiği; Alevilerin en küçük anma ve protesto girişimlerinin polis önlemleriyle engellendiği, cemevlerinin dini mekan bile sayılmadığı bir yere gelinmiştir. “Muhafazakar bir toplum”, “dindar nesiller yetiştirme”yi her şeyin önüne koyan AKP, toplumu, kendi ideolojisi doğrultusunda Türkçü-İslamcı bir ideolojiyle biçimlendirmek üzere Milli Eğitim’den üniversitelere, basından yargıya bütün alanlarda insanlığın ileri değerlerine, ”kuvvetler ayrılığı” gibi demokrasinin temel, tartışılmaz denilen normlarına karşı savaş açmıştır. Bu gerici, faşizan amaçlarını bir “anayasa” ve “Başkanlık Sistemi” ile Tayyip Erdoğan’ın “tek kişilik yönetimi”yle taçlandırmak amacı uğruna AKP, halkın demokratik yeni anayasa talebini bile istismar etmekten çekinmemiştir.

Kısacası Türkiye’nin milyonları ilgilendiren en temel sorunları çözülmemişken, bu sorunlara daha da geriden, Ortaçağ değerleriyle “din ve muhafazakarlık” üstünden çözümler üretmeye girişme, sorunları daha ağırlaştırıp çözümlerini acilleştirmiştir. Bu durum kaçınılmaz olarak AKP’yi destekleyen çevrelerde ve AKP’nin içinde önemli çatışmalara yol açmış görünmektedir.

Özellikle AKP Hükümeti’nin, Türkiyeli Kürtlerin meşru temsilcilerini bir kenara itip onları operasyonlar, tutuklama kampanyalarıyla tasfiyeye yönelmesi ve Kürt sorununu ABD ve Barzani ekseninde çözmeye çalışması; iç politikadaki sorunların dış politikaya da yansımasına, hatta dış politikada da açmazların derinleşmesine ciddi katkı yapar hale gelmiştir. 2) Dış politikada, ‘kuşatayım’ derken kuşatılan bir ülke olma hali: 2007’de “aktif dış politikaya geçiş” denilerek ABD emperyalizminin bölge stratejisine bağlanmakla başlayan yöneliş, son yıllarda “yeni Osmanlıcılık” ve “komşularla sıfır sorun” diye propagandası yapılan girişimler sonucunda, 2012’de “komşularla yüzde yüz sorun” ve Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun “komşularla sıfır sorun bir niyettir” demesine gelmiştir.

Söylem bakımından böyle olmuştur ama gerçek hayatta hükümetin dış politikasının karşılığı çok daha dramatik sonuçlara yol açmıştır. Dış politika, Kıbrıs sorunu, Ermeni sorunu, Türkiye’nin komşularıyla ilişkileri gibi sorunlarda tam bir açmaza sürüklenmiştir.

Kıbrıs sorununun çözülmesi için adım atılmamış olması bir yandan AB ile ilişkileri bloke ederken öte yandan da Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de petrol ve doğal gaz arama girişimlerinin dışına düşmesi olarak gelişmiştir. Ve Türkiye’nin boşluğunu Kıbrıs’la anlaşan İsrail doldurmuştur.

Suriye ile düşmanlaşma, Irak’la düşmanlaşma ve Kerkük-Musul sorununun dış politikanın yeni bir problemi haline gelmeye başlaması, İran’la ilişkilerin patriotlar ve Kürecik radar üssü üstünden ciddi biçimde bozulması, iki ülkenin diplomatik görüşmelerinin  skandala varan kesintilere uğramasına kadar gelmiştir.

Kısacası Türkiye, emperyalizmin İran’ı kuşatmasında “bölge gücü” olarak öne atılıp, tıpkı “Yeşil Kuşak projesinde” olduğu gibi Rusya’nın güneyden kuşatılmasının baş aktörü olarak davranırken, son iki yıl içindeki girişimleriyle kendisini güneyinden ve doğusundan sözcüğün gerçek anlamıyla kuşatılan bir ülke haline getirmiştir. Bilinen deyimiyle ava çıkan Türkiye av duruma gelmiştir.

ABD’nin ve batı emperyalizminin stratejisine her bakımdan bağlanan Türkiye; enerji, turizm, ihracat bakımından Rusya’yla “100 milyar dolar”ı hedefleyen ticari girişimlere girmiştir. Elbette bu açık bir çelişkidir. Hele de Türkiye’nin enerji ihtiyacının yüzde 60’ını Rusya’dan karşıladığı, bunun giderek yüzde 80’lere varması beklendiği koşullarda Türkiye’nin bütün gövdesiyle batı emperyalizminin çıkarlarına bağlanan dış politikası derin bir çelişkiye sürüklenmiş durumdadır. Ancak bu çelişkinin çözülmesi son derece zordur. Çünkü Türkiye siyasi ve askeri bakımdan NATO ve ABD’ye bağlanırken, en stratejik ihtiyacı olan enerji bakımından Rusya’ya tam bağımlı hale gelmiştir. İran, Irak ve Rusya ile ilişkilerin çok riskli bir zeminde seyretmesi dikkate alındığında Türkiye’nin “enerji güvenliği”nin tehlikeli bir mecraya sürüklenmiş olduğu apaçıktır. Ve elbette Türkiye’nin iç politikasının unsuru olan Kürt sorununun dış politikada da etken bir unsur durumuna gelmesinden beri, “sınır güvenliği” tamamen riskli bir hal almıştır. Özellikle de Suriye ve Irak’la ilgili gelişmelerin Kürt sorunuyla bağlantılı olarak Türkiye’yi istikrarsızlığa itecek gelişmelere kaynaklık edeceğini söylemek abartı olmaz.

Bütün bu gelişmelerin 2013’te, çok daha ciddi sonuçlara yol açacak etkenleri harekete geçireceğini hükümet dışında herkes görmektedir.

‘MODEL ÜLKE’NİN KENDİ RAKİBİNİ YARATMASI

Özellikle Arap ülkelerindeki ayaklanmalardan sonra Türkiye’nin bölgenin “model ülkesi” olduğu daha bir gayretle öne sürüldü. Erdoğan-Davutoğlu ikilisi de dış politikalarında bu “durumdan görev çıkardı.”

Batılı güçler Türkiye’yi, Arap dünyasına, hem Müslüman hem “demokrasinin olduğu” hem de sermayenin sınırsız biçimde dolaşabildiği bir ülke olarak “model” gösterdi. Bundan Erdoğan-Davutoğlu ikilisinin çıkardığı ilk görev de Mısır’da iktidara gelen Müslüman Kardeşler’in lideri Muhammed Mursi’nin Tayyip Erdoğan’ın hayalindeki gibi yasama ve yargının yetkilerini de kendi uhdesine alan bir Anayasa değişikliğini referanduma sunmasına kılavuzluk etmek oldu. Her ne kadar referanduma katılımın seçmenlerin ancak yüzde 30’u dolayında olması ve bunların da yüzde 64’ünün ‘evet’ dediği dikkate alındığında gerçekte anayasaya Mısırlı seçmenlerin sadece yüzde 20’si ‘evet’ demiştir. Bu gerçeğe karşın Mursi ve onun Türkiye’deki yandaşları, bunu bir zafer olarak kutladı! Yine Tunus’taki Müslüman Kardeşler, AKP’yi “model” alıyor. Ancak Tunus’un AKP’si Mısır’daki kadar pervasız olamadı.

Ortadoğu’da İsrail’le ilişkiler dikkate alınmadan politika yapmak güçtür. Bu yüzden de Türkiye-İsrail ilişkileri ABD ile ilişkilerin ilerlemesine paralel “gerilemiş”tir. AKP Hükümeti’nin aslında Amerikancılığını İsrail’e karşı, pratikte İsrail’in aleyhine olacak bir sonucu olmayan sertlikle dengelemesi dikkate alındığında, Türkiye’nin İsrail’le ilişkilerinin resmiyette düzeltilmesi, en azından yakın gelecekte beklenmiyor. Ancak İsrail’le askeri ve ekonomik ilişkiler kesintisiz ve bir zarar görmeden sürmektedir. Nitekim, önümüzdeki yıl NATO tatbikatlarına İsrail’in katılmasına Türkiye’nin ‘evet’ demesi, Türkiye-İsrail ilişkilerinin nasıl bir kayıkçı dövüşü olduğunun işaretidir.

Ancak İsrail’le sürdürülen “One Minute” diplomasisinin Türkiye’yi İsrail-Filistin görüşmelerinde devreden çıkardığı da son Gazze savaşında ortaya çıktı. Mısır Devlet Başkanı Mursi, sorunu çözen kişi olarak hem batılı emperyalistlerin hem de Arap dünyasının yeni “star”ı durumuna geldi. Bu, Erdoğan ve Davutoğlu için bir handikap. Ayrıca “bölgenin yeni lider ülkesi”nin Mısır olacağına dair batı basınında çıkan analizler ve batılı diplomatların açıklamaları Mısır ile Türkiye arasındaki “bölgesel güç” rekabetini de gündeme getirdi. Dolayısıyla önümüzdeki aylarda Mısır-Türkiye kardeşliğinin bir bahaneyle -açıkça olmasa da- düşmanlığa dönüşmesi şaşırtıcı olmaz.

Kuşkusuz Kürt sorunu sadece Türkiye’nin değil Ortadoğu’nun en önemli sorunu olarak 2012’de daha da öne çıktı. Suriye Kürdistanı’nda Kürtlerin özerk bölgeler oluşturması, hem Suriye sorununun çözümünde hem de bölgedeki rolü bakımından Kürt sorunu karşısında Türkiye’yi iyice köşeye sıkıştırdı. Öyle ki, Türkiye’nin Kürt sorunu karşısında aldığı pozisyon, onu Suriye politikasında bile “oyundan düşüren” başlıca etmenlerden biri oldu.

Irak’la olan ilişkiler 2012’de tam bir krize dönüşürken, Türkiye kendisini Sünni Arapların hamisi ilan ederek bölgede emperyalizmin Şii-Sünni ayrımı üstünden oluşturduğu politikaya, Suriye’den sonra Irak’ta da çanak tutan bir pozisyon aldı. İran’la ilişkiler, özellikle Kürecik radar üssü ve patriotlar üstünden düşmanlaşma aşamasına geldi. Öyle ki Ahmedinecad, yılın son ayındaki Türkiye ziyaretini Türkiye Dışişleri’ne haber verme nezaketini bile göstermeden ziyarete saatler kala iptal ederek, ilişkilerin geldiği boyutu gösterdi. Öyle görünüyor ki, bir adım sonra İran ve Irak’la olan ticaretin de büyük ölçüde etkileneceği bir döneme doğru gidilmektedir.

Rusya ile ilişkilerin ise Türkiye’nin batı emperyalizminin ileri karakolu, “bölgesel gücü” olmasıyla zora gireceğini gösteren sayısız etken ortaya çıktı. İki ülke arasındaki ticaretin çok büyük hacmi bile siyasi ve diplomatik alandaki gelişmelerin dengelenmesinin zor olduğunu gösteriyor.

BARIŞ VE DEMOKRASİ MÜCADELESİ YILI

Batılı emperyalistlerin dünya hegemonyalarını yenilemek için Ortadoğu’ya müdahalesinin yakın hedefi, İran’ı kuşatma olarak somutlaşmaktadır.

Bu müdahalede bölgesel güçler;

1) Arkasında Rusya, biraz daha uzakta Çin’in olduğu İran, Irak, Suriye bölgedeki Şii güçleri, Lübnan Hizbullahı gibi güçler 2) Arkasında ABD, NATO ile İsrail’in yer aldığı Türkiye, Suudi Arabistan, Katar, Bahreyn, Mısır gibi ülkelerin yanı sıra Müslüman

Kardeşler, Hamas gibi örgütlerin yer aldığı cephe olarak biçimlenmektedir.

Türkiye’nin “Suriye’de mezhep diktatörlüğü var, Irak’ta Şii hükümet Sünnilere zulmediyor” diye bu ülkelerin iç işlerine müdahale etmesi ve Şii ve Nusayri (Arap Alevi) yönetimlerin olduğu ülkelerle ilişkilerini ciddi biçimde sorunlu hale getirmesi, giderek bölgede yönetimi Sünni ve Şii olan ülkelerin ayrı saflarda cepheleşmesi, emperyalizmin bölgeye müdahale stratejisinin adım adım hayata geçirildiği anlamına gelmektedir.

Özellikle Arabistan, Katar, Bahreyn gibi petrol zengini ülkelerin milyarlarca dolarlık savaş uçağı, füze sistemleri almaya girişmiş olmaları; Türkiye’ye patriotlar yerleştirilmesi ve savaş sanayiinin “NATO görevlerini” ya da komşu ülkelerdeki gerilimi ve iç çatışmaları bahane ederek silah üretimini ve silahlanmayı teşvik etmesi; ABD, Fransa, İngiltere, Almanya ve Rusya’nın İran, Suriye ve Irak gibi ülkelere (Türkiye’ye bile) yeni silahlar satmak için girişimlerini artırması bölgedeki silahlanmanın düzeyinin bir işareti olarak görülebilir.

Bu elbette bölgede savaş (bölgesel ve daha uzun vadede dünya savaşı) etkenlerinin yükseldiği, halkların birbirini boğazlaması için etnik ve mezhep savaşlarının sahnelenmesi için koşulların hızla olgunlaştırıldığı anlamına gelmektedir. Bu durum savaş karşıtı bir mücadeleyi, barış mücadelesini, bölge ülkelerinin demokratikleşmesi için özgürlüklerin geliştirilmesi mücadelesini acil görev haline getirmektedir. Yine bölge ülkeleri arasındaki çatışmaların zeminini ortadan kaldırmak üzere halkların kendi kaderlerini tayin hakkına saygının öne çıkarılması, ülkeler ve halklar arasındaki ilişkilerde barışın egemen olmasına çalışılması, birer birer ülkelerde halkların kardeşliği mücadelesi aynı derecede önemli bir görevdir. Kısacası, özgürlüklerin geliştirilmesi için mücadelelerin ilerletildiği, barış ve demokrasi mücadelesine hız verilen bir 2013, bölgede barış ve halkların kardeşliğinin tek garantisidir.

Emperyalist planlar ve bu planların bölge ülkelerindeki suç ortağı yönetimlerin, halkları birbirine boğazlatma politikalarının ve işçi sınıfının sömürüsünü sınırsız biçimde artırmak için giriştikleri saldırıların püskürtülmesi, barış ve demokrasi mücadelesinin bir bileşeni olabildiği ölçüde, mücadele zemini genişleyecek ve geniş yığınları kapsaması mümkün olacaktır. Arap isyanlarında açıkça görüldü ki, halklar “iş, ekmek ve özgürlük” istemektedir. Tunus’ta ve Mısır’da Müslüman Kardeşler’in de eski rejim yanlılarının da halkın, işçilerin taleplerini yerine getiremeyeceği ortaya çıkmış; Müslüman Kardeşler’in de geçen kısa süre içinde maskeleri düşmüştür.

Türkiye’de AKP Hükümeti de arkasındaki oy gücünü hâlâ korumasına karşın, ülkenin başlıca sorunlarını çözememesinin krizini derinden hissetmeye başlamıştır. Dolayısıyla Türkiye bölge ülkelerinde emperyalist müdahalenin dayanağı haline geldikçe hem güç hem de halklar indinde itibar kaybetmektedir.

Barış, emperyalist müdahalelere ve savaş kışkırtmalarına karşı mücadele, demokrasi ve özgürlük mücadelesi, halkların iş ve ekmek talebiyle birleşerek ilerlemeye aday bir mücadele potansiyeli taşımaktadır.

2013’ün bölgedeki barış ve demokrasi güçlerinin daha büyük bir güçle mücadeleye atıldıkları bir yıl olması dileği ile...


ORTADOĞUYA EMPERYALİST MÜDAHALE

YENİ yıl eki olarak verdiğimiz ilk almanak, 2000 yılında “milenyum” sayısı olarak çıktı. Teması, üçüncü bin yılın başında emperyalizmin Yeni Dünya Düzeni’nin (YDD) geldiği yerin “ortaçağa dönüş” olduğu gerçeği idi.

O günden bu yana geçen 12 yıl içindeki almanaklar da bu fikri takip eden bir içerikte çıktı. Ve bu içerikten bakıldığında geçen yıllar içinde, dünya politikasına yön veren politikacılar, yönetimler değişti, ama uluslararası tekellerin, çıkarlarını gerçekleştirmek üzere en gerici güçleri birleştirirken bir yandan emeğin kazanımlarını yok ederek sömürüyü sınırsız biçimde artırması öte yandan dünyanın yeraltı ve yerüstü servetlerinin yağması için her silahı kullanmaktan çekinmemesi değişmedi. Emperyalistler örtülü operasyonlardan diplomasiye, iç savaşları kışkırtmaktan ülkeleri işgale kadar her yola başvurmalarına, krizleri büyük sermaye güçleri için fırsata dönüştürüp yağma ve sömürüyü artırmanın, işçi sınıfı ve halkların mücadelesini ezmenin bir olanağına dönüştürmelerine karşın, bugün kendi hayallerindeki dikensiz gül bahçesi dünyayı kurmada, düne göre “daha güvenli” bir mevzide değiller. Tersine bu müdahaleler dünyanın her köşesindeki sorunları daha büyütmüş, emperyalistlerin kendi aralarındaki çatışmalar derinleşirken kriz bölgelerindeki silah yığınakları, bölgesel savaş ihtimalleri çoğalmış, bir dünya savaşının hazırlıkları denecek girişimler hız kazanmıştır.

Giderek bir barut fıçısı olma özelliği öne çıkan dünyada emperyalistlerin kendi hegemonyalarının devamı için giriştikleri müdahalenin merkezinin Ortadoğu ıolmaya devam ettiği gerçeği değişmemiş, ama bu müdahale ilerledikçe, bölge ülkelerinin rolü, bölgedeki ülkeler arasındaki saflaşma 2000’den beri hayli netleşmiştir.

NEOCONLARDAN OBAMA’YA DEĞİŞEN BİR ŞEY YOK!

Denebilir ki, Yeni Dünya Düzeni, batı emperyalizminin, dünyanın enerji kaynaklarını ele geçirmesi ve batıya taşınma yollarının güvenliğinin sağlanması üstünde kurulu bir düzeni gerçekleştirmenin stratejisiydi. Irak’ın işgaliyle sonuçlanan birinci ve ikinci Körfez Savaşları ve Afganistan’ın işgalinde de amaç Ortadoğu’ya yeni bir düzen vermekti.

Bush’un liderliğindeki Neoconlar yönetiminin stratejisinde batı uygarlığının “barbar İslam dünyası” tarafından tehdit edildiği üstünden bir İslam-Hıristiyan/Yahudi uygarlığı savaşı, Ortadoğu’ya ve dünyaya yeni bir düzen vermenin tek yolu olarak görülüyordu. “Ilımlı İslam” bu savaşta düşman cephesini yarmanın bir girişimi olarak keşfedildi. Burada “ılımlı” sayılmanın iki şartı vardı: Birincisi “batı emperyalizminin çıkarlarına en azından aykırı düşmemek”, ikincisi ise “uluslararası sermayenin serbestçe dolaşımı, piyasa değerlerine saygıda kusur etmemek”ti. Ama illa da birincisi!

Eğer Amerika’ya dostsa isterse Suudi Arabistan, Katar, Bahreyn gibi en şeriatçı, en insanlık dışı rejimlere sahip olan ülkeler “ılımlı” sayılırken, İslami açıdan gerçekten ılımlı olan Suriye ve Saddam’ın Irak’ı “ılımlı olmayan” ülkelerdi. Hatta bunlara Küba ve Kuzey Kore de eklenerek, her tür saldırının hoş görüleceği “Haydut Devletler” olarak ilan edildiler. O Irak ki İran’a karşı 8 yıl boyunca batı emperyalizminin desteği ile savaşmıştı. Ne var ki İran’ı yenemeyen Saddam, düşman ilan edildi ve sonuçta ülkesi işgal edilerek cezalandırıldı!

“Ilımlı İslam” kavramı, özellikle Obama sonrası tedavülden düşmüş görünse de gerçekte yine ABD’ye ve batı emperyalizmine yakınlık, uluslararası sermayenin hareketine tam serbesti tanıyan ülkelerin rejimi isterse şeriatçı olsun (Suudi Arabistan, Katar ve diğerleri) bunlar “dost” hatta bölgeye demokrasi getirecek cephede sayılmaya devam etmektedirler. Örneğin Suriye’ye demokrasi getirmek için uğraşan ülkeler sayılırken Türkiye, Suudi Arabistan, Katar, Bahreyn, yetmezse Ürdün, Birleşik Arap Emirlikleri hemen arka arkaya dizilmektedir!

ARAP-İSLAM DÜNYASINDAKİ İSYANLARA KARŞI İKİYÜZLÜ TUTUM

Son iki yıl içinde Arap İslam dünyasındaki isyanlar karşısında emperyalistler ikiyüzlü bir tutum aldı. Görünüşte son ana kadar destekledikleri diktatörlüklerin yıkılmasına sevinir görünürken, bu isyanların halkların istekleri doğrultusunda gelişmesinin önünü kesmek için silahlı müdahale de dahil her yola başvurdular. Tunus ve Mısır’da etkin müdahale fırsatını kaçırdıklarına pişman olup Libya’da doğrudan askeri müdahaleyle, Suriye’de ekonomik ve diplomatik ambargoyla, örtülü operasyonlarla halk isyanlarını yedeklemeye ve kontrol altına almaya çalıştılar.  Dahası Müslüman Kardeşler’i yedekleyerek halk isyanlarını içeriden böldüler. Bunun en son örneği Mısır’da yaşanıyor.Burada Türkiye ise “Truva Atı” rolünü üstlendi.

TÜRKİYE YENİDEN ABD VE NATO’NUN SADIK MÜTTEFİKİ

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki dünyada Türkiye bölgedeki en önemli, en sadık, en güçlü ABD müttefiki ve NATO üyesiydi. Ancak Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra, Türkiye’de eski “soğuk savaş” stratejisi üstünde oluşturulan sistemin başlıca kurumları çözülmeye başlamıştı. Dolayısıyla ordudan siyasi partilere, laisizmden devletin geleneksel yapısına pek çok alanda çözülme yaşanıyor, bu yüzden de ABD ve batılılar için Türkiye pek de istikrarlı bir ortak olarak görünmüyordu. Bu yüzden de Özal ve Anavatan Partisi iktidarının çöküşünden sonra Türkiye’nin, ABD için önemsiz bir müttefik gibi göründüğü bir dönem oldu.

Özellikle de Kürtlerin ulusal başkaldırısı, genç ve dinamik bir güç olarak ortaya çıkması ABD ve batı emperyalizminin imajını da düzeltecek bir seçenek olarak görüldü. 2000’lerin başında Türkiye’de eski partilerin neredeyse toptan çöküşü ve AKP’nin yükselmesi Türkiye’yi batı için yeniden çekici hale getirdi. Ancak 2003 Mart’ında Irak’ın işgalinde 1 Mart Tezkeresi’nin reddedilmesiyle birlikte ABD ile AKP Hükümeti arasındaki gerilim tırmandı.

Bu gerilim, Kuzey Irak’taki TSK askerlerinin başına Amerikan askerlerinin çuval geçirmesiyle zirveye vardıysa da, 2007’deki Erdoğan-Bush buluşması gidişatı tekrar rayına oturttu. PKK iki ülkenin düşmanı ilan edilirken Türkiye de “bölgesel güç”, bölgedeki “en önemli ABD müttefiki” ve “en sadık NATO ülkesi” olarak yeniden tescillendi.

EVRENSEL'İNMANŞETİ

Yüksek voltajlı teşvik

Yüksek voltajlı teşvik

Erdoğan-Şimşek programıyla emekçilerin bir ayı daha gıdaya gelen yüksek zamlar ve eriyen ücretlerle geçti. Özelleştirmelerle ihya edilen sermaye gruplarına ise sadece bir ayda ‘üretmedikleri elektrik’ için 1 milyar lira teşvik verildi. Sanayi patronları da çalıştırdıkları her kadın işçi için devletten artık daha fazla teşvik alacak.

BİRİNCİSAYFA
SEFERSELVİ
2 Mart 2025 - Sefer Selvi

Evrensel'i Takip Et