Şair Fatma Aksu: Şiir en cesur, en perdesiz olduğum alan
Eğitimci, Şair Fatma Aksu, “Duvarından Memnun Olmayan Taş” isimli ilk şiir kitabını anlattı.
Fatma aksu | Fotoğraf: Fatma Aksu kişisel arşivi
İsmail AFACAN
İstanbul
Eğitimci, Şair Fatma Aksu’nun “Duvarından Memnun Olmayan Taş” isimli şiir kitabı geçtiğimiz aylarda okuruyla buluştu. İlk kitabında şair kimi zaman çocukluğun dehlizlerinde kayboluyor kimi zaman da kendisiyle kavgaya tutuşuyor. Uçsuz bozkırları arkasına alarak…
Fatma Aksu’yla ilk şiir kitabını konuştuk. “Bize öğretilen ve kendi seçimlerimiz olduğuna inandırıldığımız ne varsa, sıkışıp kaldığımız duvarın birer parçası” diyen Aksu “Eğer yeni bir şiir yazmışsam, başka çarem kalmamış demektir.” ifadelerini kullanıyor.
Kitabın ismi “Duvarından Memnun Olmayan Taş”… Önce duvarla başlayalım… Nasıl bir “duvar”dan bahsediyorsunuz ve “taş”ın memnuniyetsizliği nereden geliyor?
Duvarını seçmek isteyen, belki de herhangi bir duvarda bulunmak yerine, bir tepeden aşağı, ağaçların yakınına yuvarlanmayı arzulayan bir taş... Bize öğretilen ve kendi seçimlerimiz olduğuna inandırıldığımız ne varsa, sıkışıp kaldığımız duvarın birer parçası. İnsanı doğallıktan ve soru sorma yeteneğinden uzaklaştıran şeylerle de o duvar sağlam(!) tutulmaya çalışılıyor.
“Dua” şiirinde savaş temasını işliyorsunuz. Bireyin kendiyle savaşını… Şiirin finalinde “Tanrım bizi / lastik top satmayan bakkallardan kolla!” diyorsunuz. Şunu sormak istiyorum, bireyin kendiyle savaşında “çocukluk” sizin için ne anlam ifade ediyor?
Çocukluk bence genel kanının aksine insanın canının en yandığı ve yaşamın omuzlarımızı en zorladığı süreç. Anlamaya çalıştığımız bir dünya, anlamaya çalıştığımız yetişkinler, yanıtları geçiştirilmiş sorularımız ve ısrarla sevmeye sevilmeye çalıştığımız yıllar. Hayat bence çocukluğumuzdan ibaret. Gerisi, uzayan bir seferin zoraki bekleyişi gibi. O yüzden şiirlerimdeki kadın, yetişkin insanlar gibi konuşuyor olsa da sekiz-on yaşlarındaki Fatma’nın gözleriyle bakıyor, hâlâ.
Şiirlerde kendinizle olan kavganız dikkatimi çekti. Varoluşsal sancılar, ait olamama duygusu, kaçamama hali gibi… Şiir, kendinizle yaptığınız kavganın neresine düşüyor?
Sanırım bu biraz dünyaya alışamama hali. Ben hâlâ şaşkınım aslında. Yaşıyor olmaktan, ölümlü olmaktan... Eskiyen her şeye hüzünlenmem de biraz bundan sanırım. Kendime sık sık “İnsan ne yapmalı?” diye sorarım. Bulduğum pek çok yanıt beni süreli olarak tatmin eder sonra yine başım ellerimin arasında, kalbim bildiklerim ve bilmediklerim arasında... Şiir benim en cesur en perdesiz olduğum alan. Şiir benim özgürlüğüm ve çarem. Eğer yeni bir şiir yazmışsam, başka çarem kalmamış demektir.
“Pare” şiirindeki “çamaşır ipinde lise gömleği / yağlı urganda boynu / sallanan / bir nesil gibi / onuncu köyü aramaya çıkmış” dizelerinden yola çıkarak ilk dokuz köy nasıl bir yerdi? Ayrıca onuncu köyün nasıl olmasını hayal ediyorsunuz?
İnsanların zihinlerindeki şemalara uymadan da sırf birey olarak anlam ve kıymet bulduğumuz, nüfusta işgal ettiğimiz bir kişilik yerden, bankamatik şifremizden, sığındığımız bilmem kaç metrekarelik meskenlerden ibaret olmadığımız bir köy düşlüyorum. Herkesin kendini daha özgür ifade edebildiği, yürümek istediğimiz yolların ayaklarımızın altından çekilip alınmadığı bir köy. Ve çok yeşil ve hayvanları çok mutlu, çocukları gençleri umutlu bir köy... Diğer dokuz köyde bunlar ya pek yoktu ya da hiç.
Şiirlerinizde Anadolu ve bozkır kültürü öne çıkıyor. Coğrafyanın yazdığınız şiire etkilerini nasıl açıklarsınız?
Şehirde doğup büyüyen birisi olarak taşra yoksunluğu, bekleyişi ve can sıkıntısı beni hep kendine çekmiştir. Bunda babamın çalıp söylediği türkülerin etkisi çok büyük. Nerede gözü uzakları kollayan, ayakları asfalt yollarda yorulmayı arzulayan, eteğinde orman çamuru taşıyan insanlar görsem, duvarımda daha bir sıkışıyorum. İsli çaydanlıkta buhar olup havaya karışasım geliyor. İnsanın yalın halini, toprağa yakın duruşunu hem çok seviyorum hem de bu beni çok hüzünlendiriyor.