Siyasi casusluk argümanı: Haklı güçlü değil, güçlü haklı!
Siyasi casusluk argümanı haklının güçlü olmadığı yerde güçlünün haklı çıkmasının çarpıcı bir örneği olarak karşımızda duruyor.
Fotoğraf: Pixabay
Ahmet Murat AYTAÇ
Casusluk, Türkiye’de kelimelerin içerik açısından anlam kaybına uğraması ve siyasi dilin iktidar tarafından bozulması bakımından ele alınması gereken kavramların başında geliyor. Kavramın maruz kaldığı anlam genişlemesi ve bunun yarattığı siyasal sonuçlar çarpıcı bir şekilde “terör” kavramının siyasal kullanım biçimlerini andırıyor. Malum olduğu üzere siyasi iktidar terör kavramının kapsamını ihtiyaçları doğrultusunda sürekli olarak genişletiyor ve bu durum son derece önemli hukuki sonuçlar doğuruyor. Duruma göre bir banka hesabı açtırmak, bir kitap veya araştırma yayımlamak, hatta bir bildiri imzalamak bile terör eylemi kabul edilebiliyor. Bunun gibi bazen meslek alanına özgü bir konuyu insanları bilgilendirmek için açıklayan bir uzman, bazen bir siyasal protesto sürecini örgütleyen bir eylemci yahut hak savunucusu, bazen de halkı gelişmelerden haberdar etmek isteyen bir gazeteci casusluk suçlamasının hedefi olabiliyor. Buradan bakınca casusluğun itaati reddedenleri itibarsızlaştırmak, onlar üzerinden muhalif kesimlere bir gözdağı vermek, böylelikle suçlanan kişileri hukukun koruması dışına çıkararak iktidarın insafına terk etmek amacıyla kullanılan bir suçlama biçimi olduğu görülüyor. Sonuç olarak, iktidarın teröristlikle suçlayamadığı muarızlarını casuslukla etkisizleştirmeye çalıştığı ve terörizm ile casusluk suçlaması arasında iktidarın amaçlarına uygunluk açısından tamamlayıcı bir iş birliğinin olduğundan söz edebiliyoruz.
İnsanları bu şekilde suçlamanın iktidara neden böyle bir imkan tanıdığını anlamak için öncelikle ‘casusluğun nasıl bir iş’ olduğunu kavramak gerekir. Casusluk, bir ülkenin güvenliğini veya ulusun çıkarlarını tehlikeye düşürecek hassas bilgileri paylaşmayı anlatır ve genel istihbarat faaliyetleri arasında en başat olan unsuru temsil eder. Casuslar, tıpkı diğer istihbarat elemanları gibi, yaptıkları işin taşıdığı zorluklardan ötürü genel kabul gören ahlak kurallarıyla ve hukuk ilkeleriyle bağlı olmaması gerektiğine inanırlar. Bu inançta devletin devamı ve güvenliği için gerekli olan eylemlerin her türlü ahlaki ve hukuki mülahazanın ötesinde olduğunu savunan “raison d’ètad” öğretisinin bir yansımasını bulmak mümkündür. Bir devletin her ne olursa olsun korumak isteyeceği sırları açığa çıkarma gibi tehlikeli bir işin içindeki insanların herkes için geçerli olan kurallara tabi olmaması gerektiği talebi saklıdır bu düşüncenin içinde. O halde casusluk temelde hukuk dışı bir alanda ve güç ilişkilerinin belirlediği dengeler çerçevesinde faaliyet yürütülen bir alan olarak görülebilir. Ancak kendini hukukla bağlı görmeyen kişiler kullandıkları bu ayrıcalığın bedelini başlarına bir iş geldiğinde hukukun sağladığı korumalardan yararlanamamakla öderler. Böylesi durumlarda diplomatik pazarlıklar, arka kapı siyaseti, casus değiş tokuşu gibi istihbarat dünyasına özgü “çözümler” hukuki süreçlerin yerini almaktadır.
Türkiye’de siyasi iktidar için casusluk suçlamasını cazip kılan nedenler listesinde bu faaliyetin hukuk dışı alanla olan ilişkisi en başta geliyor olsa gerektir. Bu bakımdan ele alındığında “casus”, devlet nezdinde her türlü hukuki güvencenin ötesine geçmiş, ülke güvenliği ve ulusal çıkar konularında bir pazarlık nesnesi olmak dışında bir değer taşımayan kişidir. İtham altındaki kişinin geleceği, elbette gerçekten devlet sırlarını paylaşan bir kişi olması ve kendi ülkesine ihanet eden bir kişi olmaması koşuluyla, yukarıda sözünü ettiğim türden hukuk dışı pazarlık yöntemlerine tabi olacaktır. Ancak siyasi gerekçelerle casuslukla suçlanan yabancı uyruklu ve Türkiye vatandaşı kişiler bu yöntemlerin sağladığı avantajlardan yararlanamadığı için tüm haklarından yoksun bırakılarak arafta yaşamaya terk edilmekte, adeta hukuki bir boşluk içinde ceza çekmektedirler. Gerçi yabancı uyruklu gazeteciler, misyonerler veya aktivistler vatandaşı olduğu kendi devletlerinin kamuoyu baskısı nedeniyle harekete geçmesi üzerine bir süre sonra bu durumdan kurtulabilmektedir. Ama Türkiye vatandaşı olanların maruz kaldığı yaptırımlar, bu kişilerin iktidarın bitti diyeceği yere kadar uzayacak belirsiz bir azap çektirme sürecinin mahkumlarına dönüştüğünü göstermektedir.
KİLİT ROL: ETKİSİZ DENETİM
Şimdilerde DEVA Partisi kurucularından Metin Gürcan’a yönelik suçlamalarla başlayan siyasal casusluk tartışmasının gazetecileri, araştırmacıları ve çeşitli sivil toplum aktivistlerini kapsayacak şekilde genişletilmesini bu çerçevede değerlendirmek gerekir. Ancak şunu da akıldan çıkarmamak gerekir ki casusluk argümanı AKP iktidarının bir süreden beridir geliştirdiği otoriter siyasi uygulamalar çerçevesinde zaten etkili bir şekilde kullanılmaktaydı. Türkiye’deki yeni siyasal rejimin, bir hukuk devletinin sınırları içerisinde iktidarı dengelemek ve denetlemek üzere geliştirilmiş mekanizmaları, örneğin yargı denetimi, yasama denetimi veya anayasal denetim gibi kurumsal süreçleri etkisizleştirmesinin burada kilit bir rol oynadığını düşünüyorum. Çünkü bu durumda hükümet dışı kuruluşların uyguladığı yöntemlerin, kendini bir mesleğin uluslararası değerlerine bağlı hissettiği için evrensel standartlar üzerinden hükümet politikalarını değerlendiren meslek kuruluşlarının ve onların üyelerinin iktidarın denetlenmesi ve sınırlanması açısından önemi göreli olarak artmaktadır. Casusluk, sokakla bağlantısı zayıf olduğu için teröristlikle suçlanması kolay olmayan, ama evrensel değerlere verdiği referans yüzünden uluslararası bağlantıları güçlü bu aktörleri etkisizleştirmek için bulunmaz bir kaftan.
PARADİGMATİK BİR ÖRNEK
Bu yüzden Türkiye’de gazeteciliğin mesleki ölçütlerini yerine getirmek için haber yapan gazetecilerin, insan hakları ihlalleri konusunda uluslararası kamuoyunu bilgilendiren hak savunucularının, sivil toplum hareketinin uluslararası dayanışma ağlarını harekete geçiren kişilerin “Hassas bilgileri paylaşmak” iddiasıyla suçlanmasına bundan sonra da sık sık tanık olacakmışız gibi görünüyor. Terör ve casusluk suçlamasının etkileşimli olarak kullanıldığı böylesi vakaların paradigmatik bir örneğini de Osman Kavala’nın durumunda görüyoruz. Kavala, temel insan hakları da dahil, hukukun bir insana sağlayabileceği en asgari güvencelerden dahi yoksun bırakılarak, karar verici asıl makamın siyasi iktidar olduğunu saklamaya dahi gerek duymayan görünüşte hukuki bir kısır döngü içine hapsedilmiş durumda. Sözüm ona “casusluk” yaptığı için Gezi’deki toplumsal protesto sürecini, yani “terörü’ organize eden beyin olmakla suçlanıyor. Bu örnekte böylesi ciddi suçlamaların ele alındığı yargılamalarda olması beklenen ciddiyetten veya verilen kararlara temel oluşturacak dayanakların sağlamlığından eser bile görülemiyor. Tek gördüğümüz hiçbir sınıra bağlı kalmadan, hiçbir siyasi başarısızlığın sorumluluğunu üstlenmeden, hiçbir konuda hesap vermeden yönetmek isteyen iktidarın doymak bilmez güç iştahı. Siyasi casusluk argümanı haklının güçlü olmadığı yerde güçlünün haklı çıkmasının çarpıcı bir örneği olarak karşımızda duruyor.