22 Aralık 2021 05:37

Sinan

19 Aralık 1978’de başlayan saldırılar korkunç bir katliama dönüşecekti. Günlerce süren saldırılarda, önceden kırmızı ile işaretlenen evlere giren gruplar, kurbanlara merhamet göstermemişti.

Fotoğraf: Hayri Tunç

Cemal Hüseyin Güvercin
Cemal Hüseyin Güvercin

ODTÜ Mimarlık öğrencisi Sinan Cemgil, yakın arkadaşı Taylan Özgür’ün, 1969’da faili meçhul bir saldırıda öldürülmesi üzerine, onun adını yaşatmak için oğlunun adını Taylan koyar. Beş dil bilen Sinan Cemgil büyük bir politik birikimi, entelektüel donanımı ile “hoca” lakabını almıştır. Ancak Sinan, mütevazılıkla “sen benden daha iyisin” anlamında, karşısındakine “hocam” diyerek ODTÜ’de naif bir geleneği de başlatır. ODTÜ’de öğrenci, işçi, memur, şoför herkese “hocam” diye hitap edilir.

Sinan Cemgil ve arkadaşları, özgür ve hakça bir düzen kurmak için başlattıkları gençlik hareketi ve devrimci mücadele nedeniyle, 12 Mart faşizminin hedefi olmuşlardı. Sinan ve iki arkadaşı 31 Mayıs 1971’de Maraş’ın Nurhak Dağlarında yargısız infazla öldürüldüler. Zülfü Livaneli “Nurhak sana güneş doğmaz” türküsüyle Sinanlara ağıt yakarken, Nurhak köyünde o yıldan sonra doğan çocuklara yaygın olarak “Sinan” adı verilmekteydi. Aşık Mahsuni’nin deyişiyle:

"Köyler de yakıldı yanmadı dağlar
Yavrular ezilmiş analar ağlar
Deniz'ler tükenmez damlalar çağlar
Mahir'ler hiç bitmez doğar Sinan'lar"

Maraş’a, 12 Mart hükümetinin milli savunma bakanı, Van senatörü Ferit Melen’in başbakanlığı sırasında, Cumhuriyetin kuruluşundan tam 50 yıl sonra 1973’te, Kurtuluş Savaşındaki çetin mücadelesinden dolayı “Kahraman” unvanı verilmiştir. Oysa, Türkçe kurallarına göre “kahraman” sadece insanları niteleyen bir sıfattır ve cansız varlık veya tüzel kişiliğin kahraman olması “eşyanın tabiatına aykırıdır.” Yine de Maraş, “şanlı” unvanını taa 1984’te alan Urfa’dan daha şanslı sayılırdı. Ayrıca bu unvanlar zaten halkın günlük dilinde pek kullanılmaz, sadece resmi yazışmaların konusu olurdu.

Nurhak’ta yaşayan fakir ailenin, o yıl bir oğlu daha olmuş ve adını Sinan koymuşlardı. Ne doğru dürüst toprağı ne bir iş imkanı olmayan bu köyde geçim iyice zorlaşmıştı. Ahali çoğu zaman çevre köylere, Maraş’a veya Çukurova’ya ırgatlığa giderek ancak gününü kurtarabiliyordu. Yaşlıların, Çukurova’da pamuk toplamayı, sıtmaya tutulmayı ve çadırlarda yaşadıkları perişanlıkları anlatmaları, Yaşar Kemal’in romanlarını yaşatırdı. Zaten, İnce Memed romanında da Nurhak Dağlarından ve Şahan Tepesinden dem vurulurdu.

Maraş’a göçten bir süre sonra Sinan’ın babası, annesi ve abisi fabrikalarda işe girmiş, durumları gün be gün iyiye gidiyordu. Sinan artık ilkokula başlamıştı, okulu severek gidiyor ama, gidip gelirken mahallenin çocukları anlamadığı şekilde kötü davranıyorlardı. “Baba gene önümü kestiler, kaçmasam döveceklerdi.”  “Bir şey olmaz oğlum, ben görürsem kızarım onlara.” “Baba, beni oyunlarına almıyorlar, sen ‘Alevi’sin dediler.” “Oğlum, sen de bahçede bacılarınla oyna, gitme dışarılara.”

Babanın derdi büyüktü, kış geliyordu, odun kömür, zat zahra, üst baş, her şey yeni masraf demekti. Kıt kanaat geçinirken, her yeni masraf kara kara düşündürüyordu. Dalgınlığı, aile fertlerinin sözleriyle bozuluyordu.

Abi: “Baba, bir çeyrek yılbaşı bileti aldım, eve gelene kadar belki on tane biletçi gördüm, mahalleye kadar gelmişler, belki de nasip ayağımıza geldi, çıkarsa kurtuluruz!”

Anne: “Herif, bugün postaneden geldiler, kapıya kırmızı çarpı işareti koydular, postacılar adres bulamıyormuş yeniden kapı numarası verilecekmiş”,

“Ne lüzumsuz iş, sanki bize mektup yazan var da!”

Siyah beyaz televizyonda haberleri izlediklerinde, her bölgeden gelen çatışma, ölüm haberleri moral bozucuydu. Baba: “Yahu ne olacak bu memleketin hali? Neyse ki Maraş’ta öbür şehirler kadar çok fazla olay olmuyor.” Oysaki ABD büyükelçilik görevlisi Alexander Peck, kısa süre önce şehre gelmiş ve malum “ileri gelenlerle” yaptığı mühim görüşmelerde, şehrin sosyolojik yapısının, ciddi çatışma unsurları barındırdığını müşahede etmişti. Küçük bir kıvılcımla neler olmazdı!!!

Artık, herkesin bildiği tesadüfler zinciri başlıyordu: “Ülkücülerin sinemasının, (ülkücü Ökkeş tarafından) bombalanması, iki sol görüşlü öğretmenin öldürülmesi ve cenazelerinin hastanede iki gün bekletilip cuma verilmesi, Cuma namazından çıkan grubun, bu cenazelerin camide kaldırılmasına izin vermemesiyle, 19 Aralık 1978’de başlayan saldırılar korkunç bir katliama dönüşecekti. Hazırlıklar önceden yapılmış ve Ankara’dan (milli piyango biletçisi görünümünde), çevre illerden gelenlerle birlikte, Maraş’ın köylerinden toplanıp gelenler, kısa sürede şehri ele geçirmiş, günlerce süren saldırılarda, önceden kırmızı ile işaretlenen evlere giren gruplar, kurbanlara en küçük bir merhamet göstermemişti.

Bastıkları evlerin birinde sadece, 80 yaşında gözleri görmeyen Cennet nineyi bulan güruh, düşman belledikleri bu zavallı yaşlının gözlerini tornavida ile oyduktan sonra, kafasına ateş etmiş ve elbirliğiyle cesedi bahçedeki tuvalete baş aşağı sokmuşlardı. Saldırılan evlerde çocuk, gebe, yaşlı dahil tek bir canlı kalmıyordu. Bazen cesetleri, bazen de canlı yakaladıklarını benzin dökerek evle birlikte yakmışlardı. Katliamın sembol fotoğraflarından biri de bir kadın doğumcunun elinde havaya kaldırdığı öldürülmüş bebekti. Annesi silahla öldürülen bu bebeğin kurtarılması için sezeryan yapılmış, ancak bebeğin de anne karnında kurşunlanmış olduğu görülmüştü. Dışardan gelen yabancılara, kılavuzluk yaparak tek tek evleri gösteren komşular, bu kirli katliamın baş rol oyuncularıydı. Morglar, hastane koridorları, sokaklar ve işaretlenmiş evler, ölü bedenlere dar gelmiş ne doğru dürüst kimlik tespiti, ne de gerekli adli işlem yapılmadan cesetler rastgele hızla toprağa verilmekteydi. Zaten, yasını tutacak, ilgilenecek pek kimse de kalmamıştı.

Maraşlı ozan Aşık Mahsuni Şerif, Maraş Dramı türküsünde katliamcıların profilini çizmiştir:

"Allah deyip tespih çekip gittiler
Hakkın binasını yıkıp gittiler
Camilerden gelip, döküp gittiler"
Mahsuni, katliamcılar yerine utanarak: “Utanıyom Maraşlıyım demeğe”.

Dışardan gelen korkunç sesler, çığlıklar, silah sesleri nedeniyle evi terk etmişler ve Sinan, babası, abisi ve misafirliğe gelen dayısıyla ormana doğru kaçmaya başlamışlardı. Baba son kez görmekte olduğu eşine: “Kadın ve kız çocuklara bir şey yapmazlar, siz evlerin kenardan saklanarak o iş arkadaşının evine gidin. Zaten birkaç güne her şey düzelir, polis asker hepimizi kurtarır. Biz ormana kaçıyoruz, düzelince geliriz. Haydi Hızır yoldaşınız olsun, korkmayın!”

Yorgunluktan adım atamaz hale gelene kadar ormanda can havliyle koştular. Acaba izi kaybettirdik mi? Olaylar şehirde oluyor buralara kim gelebilir? Gene de tedbirli olmalı, birbirimizden mesafeli duralım, bir ses duyarsak farklı yönlere koşacağız. Gece olduğunda saklanabilecekleri sote bir yer buldular, hava çok soğuk olsa da birbirlerine sokulup, güneşin doğmasını beklediler. Ancak gece boyu da silah sesleri duyuluyordu, hatta bazen yakınlardan geliyordu. Sabah olduğunda yine dağılarak yürümeye başladılar, öğlene yakın bir saatte babası Sinan’ı gözetleyerek yürümeye devam ediyordu. “Baba tuvaletim geldi”, “Şu ilerdeki sazlıklara git, yap”. Sinan tuvaletini yaparken belli belirsiz sesler duydu. Pantolonunu çekip koşacakken, babasının yalvarma seslerini duymaya başladı: “Durun, yapmayın, insaf edin, biz de Allah’ın kuluyuz!” “Oğlumu bırakın bari”, “Kayın biraderim, misafirliğe gelmişti” “Size ne yaptık biz? Allah’tan korkun, merhamet edin!”

Üst üste silah sesleri…çığlık ve can çekişmeler…. sessizlik…zaman durdu. Sinan, sazlıkların içinde kaskatı kala kalmıştı, sürekli titredi, kasıldı…. Tam sessizlik olana kadar bekledi, istese de hareket edemiyordu, buz gibi havada, terlemişti. Üç cesedin yanına gitti, babasına dokundu, eliyle sarstı ama hareket yok, bu durum daha önce gördüğü bir duruma benzemiyordu. Hızla koşmaya başladı, sessizce ağlayarak koşuyordu, bulduğu bir köy yolunda karşılaştığı insanlara kaybolduğunu söyleyebildi. Şehirde katliam süreci tamamlanmış, sıkıyönetim ilan edilmişti. Sinan’ı annesine teslim ettiler, bir an önce bu kentten ayrılmanın çaresine bakıyorlardı. Katliamdan kurtulanlar hızla şehri terk etmeye başladılar, ilerde açılacak davalardaki önemli tanıklıklar böylece kayboluyordu. İlk üç ayda şehrin demografisi tamamen değişti, kültürel zenginlikler yerini, homojen, renksiz ve tek tip bir topluluğa bırakmıştı.

“Keşke bir şiir okumuş,
Bir kedi sevmiş olsaydınız.
Belki bu kadar, kirletmezdiniz dünyayı…” Turgut Uyar

Reklam
YAZARIN DİĞER YAZILARI