Sırtlarındaki yük çekçeklerden daha ağır
Daha önce “12 yaşındaki çocuklar 12 saat çalışıyorlar” başlığıyla sanayi sitelerinde çalışan çocukları taşıdığımız Mola sayfasının bu sayısında mülteci çocuk işçilerin hikayesini anlattık.
Fotoğraf: Eren Ergine | Evrensel
Eren ERGİNE
Sinan CEVİZ
İstanbul
Aralıklı yağan yağmur şiddetini artırarak yerini sağanağa bırakıyor. Sağa sola koşuşan insanlar, yağmurdan korunmak için sığınak arıyor. İşe gitmek için servis bekleyenler, vardiyadan dönenler depo denilen bölgedeki üst geçidin altında buluşuyor. İşçilere şemsiye olan o köprüde kocaman harflerle, “Umudun şehri Esenyurt” yazıyor. Avcılar ile Esenyurt’un sokaklarını ayıran köprünün altından kendi kendine gidiyormuş gibi görünen bir çekçek geçiyor. Dört yol ağzından sokağa kıvrılan kağıt dolu bu araç, yan yana konulmuş çöp konteynerlerinin olduğu yerde duruyor. Yolu engellememek için arka arkaya dizilmiş çekçekleri geçince, saçak altına sığınmış çocuklarla karşılaşıyoruz. Önümüzde duran konteyner kapı görevi görüyor, çocukları çevrelemiş, dışarıyla bağını koparmış. İki adım ilerleyince kapısı penceresi olmayan yıkık dökük bir evi andırıyor.
Bedenini battaniye gibi sarmalayan kırmızı montuyla ateş başında oturan bir çocuk, bir ayağı yanan ateşin diğer ayağı taşın üzerinde. Kafası öne eğik, ıslanan çoraplarını kurutuyor. Sıksa çorapları, ateşi söndürecek kadar su çıkacak. Kat kat giyinmiş, tir tir titriyor. Çöpten taşınan kumaş parçalarıyla ateş besleniyor. Güneş doğmadan yollara düşen çocuklar, günü yarılamış ama akşama daha çok var. Gidilecek sokak, girilecek çöpler var.
"TERLİKLE ÇIKIYOR AYAKKABISI YOK ONUN"
Büyüyen ateş çocukların tamamını başına topluyor. En büyükleri olan Mustafa 16 yaşında, bıyıkları yeni terlemiş, ince uzun boylu, kafasındaki şapkanın gölgesi esmer tenini daha da kara gösteriyor. Babasını Suriye’de akraba kavgasında kaybetmiş, annesi ve kardeşleriyle birlikte yaşıyor. Mustafa gücü yettiğince kendinden küçük olan arkadaşlarını koruyup kolluyor, sahip çıkıyor. Çoraplarını kurutan arkadaşını işaret ederek, “Terlikle çıkıyor, ayakkabısı yok onun” diyor.
Kiminin ayakkabısı kiminin de montu yok. Pantolonlar bellerinden düşmesin diye iple sıkıca bağlanmış. Saçlar gelişigüzel kesilmiş, eller yüzler kir pas içinde. Ateşte ısıtılan eller, çöpten çıkarılan üzüme uzanıyor, büyük bir iştahla anında tüketiliyor. Çoğu zaman çöpten beslenen çocuklar, yine oradan çıkardıklarını giyiyor. Kıyafetler büyükmüş küçükmüş onlar için fark etmiyor. Çöpe bırakılan ayakkabı, kazak, pantolon günü kurtarıyor. Birbiriyle uyumlu olmasa da üst üste giyilmiş kıyafetler, yenileri bulununcaya denk üzerlerinde kalıyor.
"ÇALIŞMAK İÇİN DEĞİL YAŞAMAK İÇİN GELDİK"
Muhammet, Musa, Mustafa, Esat ve diğerleri… Kimi anne kucağında, kimi okul çağındayken gelmiş İstanbul’a... Ev geçindiren de var, Suriye’deki ailesine para gönderen de. En küçükleri olan 11 yaşındaki Esat ev geçindirenlerden. Güler yüzlü neşeli, yaşıtlarına göre kısa boylu, konuşkan. Taşıdığı yükün ağırlığıyla kuş kadar kalmış bedeni, ince sesiyle, “Evde kardeş var, çalışıp yemek alıyorum, kartonun kilosu 1 lira 25 kuruş.” Arada nefes alıp dinleniyor. İki elinde iki bidon her biri boyu kadar, renkli olan ile beyaz olan plastiğin fiyatlarının neden farklı olduğunu soruyor. Konuşurken başını hafif kaldırarak kendinden uzun olan arkadaşlarına göz ucuyla bakıyor, onaylandığını görünce kurduğu cümleyle erkenden büyüdüğünü gösteriyor: “Suriye’den çalışmak için değil yaşamak için geldik” diyor.
MUHAMMET MERCEDES, ESAT AUDİ SEVİYOR
Konuşmasını tamamlayan Esat’ın önünden geçerek çekçeklerin sıralı olduğu yola çağırıyor bizi Muhammet. Mercedesler, Audiler, BMW’ler... Bunlar yan yana dizilmiş çekçeklerin markaları, onları gösteriyor. Muhammet Mercedes, Esat ise Audi seviyor. Musa kahkaha eşliğinde kendi çekçeğini göstererek “BMW, BMW” diye bağırıyor. Rengi dili ne olursa olsun kendilerini yaşama bağlayan hayalleriyle yaşayan bu çocukların yaşamla kurdukları oyun, sırtlarında çektikleri çekçekleri oluyor. Küçük bedenleriyle “motor gücü” oldukları çekçeklerin başına geçtiklerinde oyun son buluyor. İşçi çocuklar adını koyamasa da, yaşadıkları ve anlattıklarıyla dişlileri arasında ezildikleri bu sistemin resmini çiziyor. Boylarından büyük çekçekleri sırtlayan mülteci çocuklar akşam yatağa bel ve boyun ağrılarıyla giriyor, sağlıksız besleniyor.
"ABİ BİZ İNSAN, BİZ İNSAN"
Türkiye onlar için çalışmak, zorluk demek, peki ya Suriye? Mustafa sırtını dayadığı çöp konteynerinden veriyor cevabını: “Orada akrabalarımız vardı, yemek vardı, evimiz vardı. Suriye’de okula gidiyorduk, buraya geldik, kimlik var, her şey var ama bizi okula kabul etmiyorlar. Küfür ediyorlar, ‘Memleketinize gidin’ diyorlar.” Dirseğini dayadığı arabasından, giriyor bu defa söze Esat: “Abi, biz insan, biz insan.”
"DEVLET GÖRSÜN BUNLARIN HALİNİ"
Yağmurun dinmesiyle caddede hareketlilik tekrar başlıyor. Çil yavrusu gibi dağılan insanlar üçer beşer yeniden beliriyor. Artık çalışma vakti. Çocuklar çekçeklerin başına geçmek için hazırlanıyor... Dağılmak üzereyken elinde bir kasayla, kıyafetinden market çalışanı olduğunu anladığımız otuzlu yaşlarda bir adam yaklaşıyor. Kasanın içinde marketin sebze meyve reyonundan çöpe atılmak üzere ayrılmış çürük sebzeler. Çürüklerin üzerine çocuklar yesin diye üç adet sağlam mandalina konulmuş. Market çalışanı daha çöpe varmadan, çocuklar kasayı elinden alıyor, soyulan mandalina pay ediliyor, kıvırcık, soğan, lahana ise akşam evde yemek yapılmak üzere poşetleniyor. Arada market çalışanı işçinin sesi duyuluyor: “Devlet görsün bunların halini.”
O sırada çocuklar birbirine omuz veriyor, bir çekçeğe iki kişi birden yükleniyor hareket ettirebilmek için. Hafif öne eğilen çekçekle beraber çocuklar yine görünmez oluyor. “Umudun Şehri Esenyurt” yazan köprünün altından geçerek, her biri bir yere yöneliyor, yarın kursaklarından geçecek olan bir lokma ekmeği bulabilmek için...
"SURİYELİLER GELMESİN BU PARK TÜRKLERİN"
Konu oyun oynamaya, eğlenmeye geliyor. Konunun değişmesiyle ortam da değişiyor, çöpün kenarında değil de oyun parkındaymış gibi heyecanlılar. Çocuk olduklarını hatırladıkları park en sevdikleri durak... Parkın içine alınmayan çekçekler, çalınmasın diye dışarıda gözle görünür yerlere konuluyor. Biri kaydıraktan kayarken, diğeri dışarıyı gözlüyor. Kalabalıksa eğer park, bir de ailelerinin yanında koşuşturuyorsa çocuklar o zaman hem görüntüsüyle hem de kokusuyla rahatsızlık duyulan çocuk işçiler parktan uzaklaştılırıyor; bazen park görevlileri, bazen çocukların deyimiyle “teyzeler” tarafından. Mustafa öyle bir günü anlatıyor: “Üstünüz pis, her yeri kirletiyorsunuz. Oyuncakları bozuyorsunuz, Suriyeliler gelmesin, bu park Türklerin diyorlar. Abi vallahi biz kırmıyoruz, sadece oyun oynuyoruz.”
Sokakta değil, çocuk parkında gösteriyor yüzünü bu sefer ırkçılık. Suriyeli ya da Türk ne demek? Gördükleri muameleyle yaşayarak öğreniyor Mustafa, Musa, Muhammet...
"ÇOCUK İŞÇİLER ÇALIŞIRKEN ÖLÜYOR"
Çocuk işçiliğinin engellenmesi için Uluslararası Çalışma Örgütüyle (ILO) imzalanan sözleşmeler olmasına rağmen çocuk işçi sayısında azalma olmuyor. Sokakta çalışan çocuklar, sanayide çalışan çocuklar, tarımda ve aile işlerinde çalışan çocuklar olmak üzere üç temel alanda çocuk işçiliğinin önlenmesini taahhüt eden Çocuk İşçiliği ile Mücadele Ulusal Programına rağmen TÜİK’in 2019 verilerine göre Türkiye’de 720 bin çocuk işçi varken, sendikalar bu sayının 2 milyonu aştığını söylüyor.
İSİG verilerine göre ise 2002 yılı ile 2021 yılının kasım ayına kadar en az 787 çocuk işçi çalışırken hayatını kaybetti. Üstelik tamamı kayıt dışı çalıştırılan çocukların ölümleriyle ilgili kayda değer bir yargı süreci ise işlemiş değil.
Öte yandan UNICEF ve ILO’nun yayımladığı ortak raporda, çocuk işçilerin sayısının 160 milyona ulaştığı belirtiliyor. Birleşmiş Milletler Çocuklara Yardım Fonu (UNICEF) son 4 yılda çocuk işçilerin sayısının 8.4 milyon arttığını söylüyor. Koronavirüs pandemisinin milyonlarca çocuğu çalışmaya ittiğini ise ayrıca vurguluyor. Sayıları milyonlarla açıklanan bu çocuklar okulda değil fabrikada, atölyede, sokakta, artık her yerde çalışıyor...