Don’t Look Up | Sakın yukarı bakma
Nuray Sancar, Netflix'in "Don’t Look Up" filmini yazdı: Filmin yaratıcı kadrosu bu dönemin posa yığını içinde dolaşarak çağın ruhunu yeniden inşa ettiler.
Fotoğraf: Netflix
Not: Bu yazı filmin sürpriz gelişmelerini ele verebilir.
Nuray SANCAR
Önceden sadece 150 "teröristin" kaldığını ilan eden İçişleri Bakanı’nın yılın son haftasında bu "teröristlerin" 455’inin İBB’de çalıştığının tespit edildiğini ve bu yüzden soruşturma başlatılacağını yazdığı tweet'i ile gerilen siyasi ortam içinde, bir de bir film öne çıktı. HDP’nin Millet İttifakı partileri ile görüşmeler yapması, Roboski Katliamı'nın yıl dönümü, Deniz Poyraz cinayeti davasının başlaması ve HDP Bahçelievler parti binasına yapılan saldırının yanı sıra bu film de çok konuşuldu. Çünkü Netflix’te bir yıldızlar geçidi olarak tasarlanmasının etkisini ikiye katladığı "Don’t Look Up" isimli film, sadece ABD’nin değil Türk tipi siyasetin de üzerinde devindiği kaygan zemini açıklama kapasitesiyle dikkat çekiciydi.
Kendi gözündeki merteğe bakmadan İBB koridorlarındaki dedikodulardan belediyedeki teröre dair kanıt ve norm bulmaya çalışan Esenler Belediye Başkanı Tevfik Göksu örneğinde yeniden beliren iktidar söylemi, dünya çapındaki pratiklerden besleniyor belli ki. Son yerel seçimlerde, bu koridor dedikodularının ciddiye alınmasının sonuçlarını görmüştük. Polis kapı kapı dolaşarak seçmen avına çıkmıştı. Polisin ne aradığı belli değildi ama o zaman bir AKP’li Ali İhsan Yavuz’un unutulmaz lafıyla “Hiçbir şey olmamışsa bile bir şeyler olmuştu”ya inanması bekleniyordu halkın. O bir şeyler aslında, gerçekte olan şeylerin perdesiydi.
"Don’t Look Up"ın işlediği konu bu yüzden bize çok tanıdık geliyor. Hikayenin başlangıcı, Trump’ın yardımcılarından birinin "Olgu diye bir şey yok" demesinden veya göz göre göre yalan söyleyen birinin Başkan olmasından daha önce başlamasına karşın en çok Trump zamanıyla özdeşleştirilir. Bu dönemi kimileri Post Truth diye adlandırıyor. Filmin yaratıcı kadrosu bu dönemin posa yığını içinde dolaşarak çağın ruhunu yeniden inşa ettiler.
İki bilimin insanının (Leonardo DiCaprio ve Jennifer Lawrence canlandırıyor) dünyaya büyük bir kuyruklu yıldızın yaklaşmakta olduğunu, bunun dünyaya çarpmasıyla birlikte yeryüzündeki hayatın yok olacağını tespit etmesinden sonraki olayları anlatıyor film. ABD Başkanı’ndan (Meryl Streep) medyaya kadar bir sürü kurumu tehlikenin büyüklüğü konusunda ikna etmeye çalışan ikili, çok iyi bildiğimiz bir biçimde meramlarını anlatmakta zorlanırlar ve bir gayya kuyusuna düşerler. Ama daha önemlisi kimsenin uzun uzadıya bir şeyi dinlemeye merakının olmadığı bir ortamda çalışan ve her şeyi eğip büken algı imalat sanayisinin koridorlarında gerçeklik giderek müphemleşir, yaşam üzerindeki tehdit, seyirlik bir eğlenceye dönüşür.
KAHRAMANIN DÖNÜŞÜMÜ
Şimdi olsa Rambo, Terminatör gibi kahramanlık; Jaws, Chucky vb. korku hikayalerine fıstık yeşili sürüp eğlenecek olan neslin, kuyruklu yıldıza da kurdela bağlamaya hazır bir ruh halinde olması hiç şaşırtıcı gelmiyor. Lars von Trier’in çok eski olmayan "Melankoli"sindeki, dünyaya çarpan meteordan bu yana da çok şey değişti. Bir konuya 280 karakterli bir tweet'i okuma süresinden daha fazla yoğunlaşamayan ve birbiriyle alakasız konular arasında sıçrayan dikkat, bu eski filmlerin yaydığı tek bir duyguya odaklanacak durumda değil. Akıp giden enformasyon yığınağının bir önceki uyarıyı anında unutturduğu sosyal medya ortamının bir yaşam vasatına dönüşmesiyle birlikte dehşet filmlerindeki saplantı, hiçbir bilginin diğerinden daha fazla önemli olamadığı kayıtsızlıkla yer değiştirdi. Bilimle hurafenin, söylenti ile bilginin, hukukla dedikodunun birbirinden ayrışamadığı yerde ciddiyete de yer kalmadı.
Dünyaya yaklaşan tehlike karşısında halkı uyarmak için ekrana çıkan iki bilim insanına yöneltilen "Kuyruklu yıldız var mı yok mu" sorusuna evet ya da hayır demekten başka bir seçenek ve açıklama hakkı tanımayan medya düzeni, bu iki insanı bir pop yıldızına dönüştürmeye çalışır. Güncel pop panteonunda yer almadıkları takdirde sözlerinin anlamı olmayacaktır.
Çünkü bu çağın ruhu da kendi fetişleriyle yaşar. Bu fetişlere temas etmeyen, bu temasla anlamı yeniden yapılandırılmayan hiçbir beyanın alıcısı yoktur. “Yarın hepimiz öleceğiz” diye bağıran bilim insanını erotize ederek toplumun önüne süren süreç, genç doktora öğrencisinin agresif görüntülerini “meme”e çevirir. Fotoğrafları tişörtlere bardaklara basılan, Twitter gönderilerinde versiyonları üretilen eğlencelik birer figür haline gelirler. Sanders’in son seçimler sırasında açık hava toplantısında karlar üzerinde, bir sandalyede, battaniyelere sarılı otururkenki görüntüsünün, birçok duruma uyarlanarak viral olması hadisesini hatırlayalım. Bu arada filmin senaryosunun Sanders’ın metin yazarı David Sirota olduğu bilgisini de buraya ekleyelim. Ki bu sürecin yakın tanıdığıdır kendisi. Biz ise deprem döneminde Prof. Dr. Ahmet Mete Işıkara’nın en seksi erkek seçilmesinden biliriz bu halleri.
Filmdeki ikonlaştırma, poplaştırma gök cisminin dünyaya yaklaşma hızına yakın bir çabuklukla gerçekleşir ve mamuller viral haline gelir. Elbette bu süreç kendiliğinden gelişmez. Kuyrukluyıldızı uzaya gönderilen uydularla parçalayarak ondan kurtulmaya karar veren Beyaz Saray ve iştirakleri, “Amerika’nın ihtiyaç duyduğu kahraman”ı, bir pilot eskisinden bulup çıkardığında, çağın ruhuna uygun bu yeni Rambo’yu gerçekte eski kahramanların bir karikatürü olarak üretmiştir. Ama o asla, soğuk savaş sonrası mitlerine eklenen bir Rambo gibi değildir. Herkesin kahraman olmaya teşvik edildiği çağın yetiştirdikleri o kadar iddialı olmazlar; onlar durumsal, anlık ve bir like’lık gelip geçicilikteki kahramanlıklara aşina olduklarından geçmişin parodisi olurlar. Ama zaten gerçek de parodi gibi yaşanır.
HER ŞEY SEYİRLİK
Füzelerin şaşaalı dev konserlerle fırlatılması, televizyon şovları, nümayişler ile seyirlik malzemeye dönüşen bu süreç aslında bir tek şeyi söyler. Don’t Look Up!/Yukarı Bakma. Yani aslında gerçeğe bakma. Fakat yine de halka mal edilen bir şeyler vardır; halk röportajları, izleyiciye kuyrukluyıldıza inanıp inanmadığını soran anketlerin sonuçlarının gösterdiği üzere ikiye bölünen ülke; fakat sonuçta ne için ikiye bölündüğünü unutan kalabalık için bölünmenin konusunun zaten önemsizleşmesi ve bir yurttaş bilgeliği olarak ortaya çıkan “İkiye bölünmeyelim” serzenişi… Bütün bunlar adım adım yeni fetişler üreterek gelişir. Bunca malzeme arasında, herkesin katkıda bulunduğu, güya çok sesli ama aslında gerçek bilginin dolaşımını engelleyen gereksiz kalabalık ve gürültü kirliliği içinde üreyen, demokrasi kılığındaki çağdaş hurafe. Yeni fetiş budur.
Kuyrukluyıldızın içerdiği kıymetli metalleri toplayıp kâr elde etmek için "yıldız parçalama operasyonu"nu erteleten kapitalistler olmasa bu fetiş imalat sürecindeki mamullerin değerini de ölçmek zor olurdu. Çünkü yukarı bakmama pahasına edinilen keyfin, eğlencenin de para cinsinden değeri ancak sayelerinde ölçülebilir. Bu kâr hırsı filmde dünyayı felakete sürükledi. Kayıtsızlığın limitlerini zorlayanların Steve Jobs ve Elon Musk’ı temsil ettiği öne sürülüyor. Filmin gerçekçiliğine bu temsil önemli bir katkıdır.
Gerçeklik demişken; Hollywood bir dönem önce gerçek hayatın realityshow’laşmasına dair bazı distopik filmler üretmişti. Herkesin sizi gözlediği bir ortamda yaşıyor olma hissinin yarattığı tekinsizlik piyasada iyi de iş yaptı. "Don’t Look Up" ise kuyrukluyıldız faciası altında yaşananları anlattığı halde distopik bir film değil. Çünkü gerçeklikte de öyle olmuyor. Beklenir büyük felaketlerin şiddetini medyanın ve siyasetin katman katman mantolanmış koridorlarında azaltarak onu yeniden şekillendiren iktidar yapıları sayesinde, ortada üzerinde konuşulabilir bir olgu bırakılmadığı gibi, olan biten de hiçbir şey ile bir şey arasında kalıyor. Hiçbir şey kesin değil, bir şey hem olmuş hem olmamış olabilir!
Bu ortamda filmin bütün derdi felakete, tehlikeye veya sıradan her şeye aynı bakışı yöneltmeye ayarlı kitle ruhunun, hangi algı düzenleme mekanizmalarından geçerek nasıl üretildiğini göstermek. Bakışın ve dikkatin, çağın eğilimleri içinde hangi araçlarla nasıl terbiye edildiğini anlatmak. Orada Beyaz Saray, Pentagon, NASA, finans kapital, medya, kültür endüstrisi, siyasi partiler… Herkes var.
Bunun eğlenceli bir film olduğunu söylemek mümkün ama sadece öyle tanımlamak bir yanılsama olur. Konusuyla üslubu örtüşen bir film bu. Demokratik katılımın sosyal medyada like işaretini kullanmaya eşitlendiği ve ancak o kadar oylayan ve oylanan emekçiye gerçeği görememe pahasına bırakılan keyif alanı teminat altına alınmıştır. Hayat öyle yaşanır. Faciadan sonra bile neye uğradığını hâlâ anlayamayan film kişisi yıkıntıların altında tweet atar. Gülünecek bir hale de gülünür doğrusu.