01 Ocak 2022 23:15

Avrupa'nın Gündemi | 2021’in kazananı tekeller oldu

Pandeminin ikinci yılı olan 2021'de kazananlar yine ilaç, kargo ve e-ticaret şirketleri oldu. Öte yandan Fransa'da Macron hükümeti hakları geriletirken 2022'ye devredilen mülteci sorunu da büyüyor.

Fotoğraf: Pixabay / Kolaj: Evrensel

Paylaş

Almanya'da yayımlanan Junge Welt gazetesinde 2021 değerlendirilmesi yapılırken pandeminin kazananları da gündeme geldi. Bunlar aşı üreten firmalar, teknoloji endüstrisi, online satış şirketleri, lojistik sektörü ve  maske ve diğer koruyucu ekipmanları üretip satanlar oldu.

Avrupa ve İngiltere’nin mültecilere karşı aldığı insanlık dışı sert tavırlar hem insan ve mülteci hakları yasalarını hiçe sayıyor. Mültecileri kriminalize etme ve güvenliğe ulaşmalarını engelleme yöntemleri giderek yaygınlaşıyor.

Fransa’da, Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un son 5 yılının başkanlık bilançosu açık: En zenginlerin lehine ve en fakirlerin aleyhine bir politika sürdürerek Fransa’yı eşitsiz ve anti-sosyal bir liberalizm dönemine getirdi.

SON DERECE KÂRLI

Gerrit HOEKMAN
Junge Welt

Korona pandemisi ve bunun sonucunda ortaya çıkan kapanmalar birçok endüstriyi sert vurdu: Oteller, barlar, seyahat acenteleri, perakende satış, fitness merkezleri ve havai fişek üreticileri... Hepsini isimlendirmek isteseydik dizi çok daha uzun olurdu. Ancak kriz sırasında yoğun bir şekilde kâr eden sektörler de var. Her şeyden önce ilaç endüstrisi veya özellikle aşı üreten kısmı.

Asya ve Afrika’dan birçok mevcut ve eski devlet başkanının yanı sıra Oxfam gibi kuruluşlar tarafından desteklenen küresel bir ittifak olan Halkın Aşı İttifakı (PVA), kasım ayında Pfizer, Biontech ve Moderna ile birleştirdiği yıllık raporlara dayanarak korona aşıları sayesinde günde 70 milyon kâr edildiğini hesapladı. Dünya Tabipler Birliği Başkanı Frank-Ulrich Montgomery, 6 Mayıs’ta SWR Aktuell ile yaptığı röportajda, “Kovid-19 aşılarıyla elde edilen kârlar gerçekten ahlaksızlığın sınırında” dedi. Alman Tabipler Birliği’nin eski Başkanı, ilaç şirketlerine aşılarının formülasyonunu tüm ülkelerde kullanıma sunma çağrısında bulunuyor.

İlaç endüstrisi bu çağrılara açık görünmüyor. Bilindiği gibi Afrika’daki şirketler HIV ilaçlarının fiyatlarını yıllardır suni olarak yüksek tutuyorlar. Oxfam America’nın 16 Kasım tarihli duyurusuna göre, People’s Vaccine Alliance Africa’dan Maaza Seyoum, şirketlerin “en zengin hükümetlerle en kârlı sözleşmeleri imzalamak için sektördeki tekel güçlerini kullandılar. Bunun için koca bir kıtayı mağdur bırakıyorlar” dedi. Eğer aşı, pandemiye karşı tercih edilen ilaç olacaksa, sadece sanayileşmiş ülkelerde yüksek bir aşılama oranı elde etmenin bir anlamı yok.

Teknoloji endüstrisi de korona pandemisinden önemli ölçüde faydalandı. Çünkü bu yıl da insanlar boş zamanlarının çoğunu evde ve internette geçirdi. Ayrıca ilk kez evden çalışanlar uygun donanım ve yazılıma ihtiyaç duyuyordu. Sonuç olarak Apple, Facebook, Google, Microsoft ve Netflix borsada yeni rekorlar kırdı. Wirtschaftswoche gazetesinin pazartesi günü çevrimiçi olarak bildirdiğine göre, şirketlerin çoğu artık bir trilyon doların üzerinde bir değere sahip. Teknoloji devlerinin artan erişimi, bir yan etki olarak daha fazla reklam gelirine yol açıyor. Bugün reklam harcamalarının yarısı Facebook, Google veya Amazon’a gidiyor.

Amazon pandemi sırasında önemli ölçüde büyüyen Alman çevrimiçi perakende pazarının üçte birini kontrol ediyor. 2020’nin ilk çeyreğinde Amazon 2,5 milyar dolar net kâr elde etti. 2021’in ilk çeyreğinde 8,1 milyar oldu. İlk kez Amazon Web Servisleri gibi servisler satış anlamında online mağazadaki mal satışlarını geride bıraktı. Ancak zirve aşılmış görünüyor. 2021’in üçüncü çeyreğinde sadece 3,16 milyar kârdı.

Tekstil konusunda uzmanlaşmış çevrimiçi mağazalar Otto ve Zalando da yararlananlar arasında. Otto satışlarını üçte bir, Zalando dörtte bir oranında artırdı. Tüketim Araştırma Topluluğuna (GfK) göre, Almanlar 2021’in ilk dört ayında koronadan önceki yıla göre modaya dörtte bir oranında daha az harcadı. GfK, gündelik hayatın şehir merkezlerine dönmesiyle birlikte moda endüstrisinde online perakendenin payının azalacağını tahmin ediyor. Ancak yine de pandemiden önce olduğu kadar olmayacak.

Saturn ve Media-Markt zincirlerinin ana şirketi olan elektronik perakendecisi Ceconomy de kapanmalardan etkilendi, ancak şirketin eylül ayında sona eren 2020/21 mali yılında yine de yüzde 3,8 daha fazla satış yaptı. Aralık ayında satış Noel ve Yılbaşı nedeniyle arttı. Firmalar toplam, yüzde 65’lik bir artış kaydeden online alışveriş kaydettiler.

İnternette ticaret artıyorsa, DHL, DPD, UPS ve diğer lojistik şirketler mutludur, çünkü birinin paketleri müşterilere getirmesi gerekir. DHL ayrıca milyonlarca doz aşı gönderilmesini de üstlendi. Sonuç olarak, tüm paket servis sağlayıcıları büyük karlar elde etti. Pazar araştırma enstitüsü Ipsos’a göre DHL, Almanya’da ilk kez en etkili on şirket arasına girdi.

Politikacılar bazı şirketlere yardım etti. Kuzey Ren-Vestfalya’daki Mönchengladbach’tan tekstil üreticisi Van Laack, bluz ve gömleklerden hâlâ yetersiz kaldığında hızla kumaş maskeler ve koruyucu önlüklere geçti. NRW eyalet hükümeti -o zamanlar hâlâ Armin Laschet (CDU) yönetimindeydi- Van Laack’tan 38,5 milyon avroluk maske ve koruyucu önlük satın aldı. Ticarette Laschet’in oğlunun rolü muhalefeti kızdırdı.

(Çeviren: Semra Çelik)

YABANCIYA ŞEFKAT: AVRUPA KALESİNDE GÖRÜNMÜYOR

The Guardian
Başyazı

Hıristiyanlar için Noel anlatısı, yabancıya konukseverlik sunmanın etik görevine dair yıllık bir hatırlatma sunar. İsa’nın bir Beytüllahim ahırında doğumunun zorlu koşulları ve kutsal ailenin Hirodes’ten Mısır’a kaçışı, her ikisi de Mesih’i savunmasız, sürgünde ve muhtaç durumda olan herkesin durumuyla özdeşleştirir. İnanmayanlar için –bugünlerde çoğumuz– her zaman uluslararası hukukun referans noktası vardır. İsa’nın yaşamasından iki bin yıl sonra, Yahudi-Hıristiyanların yabancıya Yahudi filozof Emmanuel Levinas’ın “çıplaklığı ve savunmasızlığı içinde” ötekinin yüzü dediği şeye- bağlılığı, 1951 Mülteci Sözleşmesi biçiminde yasal ifadesini buldu. Ne yazık ki, giderek tecrit edilmiş, içe dönük zamanlarda, buna olan inanç da azalıyor gibi görünüyor.

Sözleşme, savaş sonrası dönemin ayrılmaz bir parçası haline geldi ve başlangıçta Avrupa’da yerinden edilmiş milyonlarca kişiye sığınma hakkı verdi. Totalitarizmin dehşeti, iki dünya savaşı ve Holokost, bunları yaşayan ve deneyimden ders çıkarmaya çalışanların kalplerini ve zihinlerini geri dönülmez biçimde şekillendirdi. Güvenli bir ülkeye sığınma ve sığınma hakkı, evrensel hakların yeni liberal mimarisinin bir parçasını oluşturdu. Ancak 70 yıl sonra, Avrupa sınırları boyunca çoğalan bariyer ve çitler, daha sert bir ruh haline tanıklık ediyor. “Avrupa Kalesi” kavramı normalleştirildiğinden, sığınma talebinde bulunma -birinin davasını açma ve gerektiği gibi dinlenmesi- ihlal edilemez hakkı artık tartışılmaz değil.

Polonya’nın Belarus ile doğu sınırındaki, Ortadoğu’dan gelen binlerce göçmenin tazyikli su ve coplarla püskürtüldüğü son kriz sırasında seyahatin yönü açıkça ortaya çıktı. Mülteciler ormanlık küçük bir arazide donmaya zorlandı, en az 21 kişi öldü. Yüzlerce kişi, yasadışı göçe yardım etmekten yargılanma riskiyle karşı karşıya kalan cesur Polonyalı aileler tarafından gizlice korunuyor. Bu dehşet verici sahnelerin birincil sorumluluğu, doğal olarak, AB’ye varsayılan bir yol açma kararı alarak umutsuz insanların hayatlarıyla siyaset oynayan Belarus Cumhurbaşkanı Alexander Lukaşenko’ya aittir. Ancak Avrupa, ahlaki açıdan yüksek bir zeminden yanıt vermek yerine, kapılarını kapattı.

Ekim ayında Polonya’nın milliyetçi hükümeti, Cenevre sözleşmelerini yüzsüzce hiçe sayarak sığınmacıların “geri gönderilmesine” izin veren bir yasa çıkardı. Avrupa Komisyonu, ülkelerin benzer acil durumlarda sığınmacılara yönelik korumaları askıya almalarına izin veren önerilerde bulundu. Türkiye ve Fas’ı sırasıyla Lukaşenko tarzı taktiklerle suçlayan Yunanistan ve İspanya not almış olacak. Hırvatistan’dan Yunan adalarına kadar, resmi olarak kabul edilmeyen  geri itilmeleri olağandır; 12 AB üye devleti, göçmenleri dışarıda tutmak için fiziksel engellerin finansmanına izin vermek için sınırlar arası hareketi düzenleyen kuralların (Schengen sınırları kodu) güncellenmesini resmen talep etti.

AB dışında, İngiltere de uluslararası normları isteğe bağlı olarak ele alıyor. Hükümetin vatandaşlık ve sınırlar kanunu, Manş Kanalını geçen sığınmacıları suçlu haline getirmeyi ve gelenleri üçüncü ülke işleme merkezlerine göndermeyi amaçlıyor; her ikisi de 1951 sözleşmesine açıkça aykırıdır. Uluslararası Af Örgütü Genel Sekreteri Agnès Callamard’ın yakın zamanda şu uyarıda bulunması pek şaşırtıcı değil: “Son on yıllarda inşa edilen tüm hukuk devleti sistem altyapısını parça parça bitiriyoruz.”

Ahlaki geri çekilme, Angela Merkel’in “bunu halledebiliriz” demesinden sadece altı yıl sonra gerçekleşiyor, çünkü bir milyon Suriyeli mülteci iç savaştan kaçarken sığınak arıyor. O zamanlar, Macaristan Başbakanı Viktor Orbán, mültecileri dışarıda tutmak için bir sınır çiti diktiği için geniş çapta kınanmıştı. Bir Avrupa Komisyonu sözcüsü “Avrupa’da duvarları daha yeni yıktık; onları tekrar örmemeliyiz” demişti. Ama o dönem geride kaldı. 2015 krizinin popülist sağ tarafından sömürülmesi, şu anda ana akım Avrupalı liderlerin hayal gücünü rahatsız ederken, ortak bir mülteci kota sistemi üzerinde anlaşmaya varılamayan başarısızlık, politika kadranını daha da acımasız bir yöne kaydırdı.

KALPLERİN KATILAŞMASI

“Melez savaş” gibi modaya uygun kavramlar ve insan kaçakçılarının “iş modellerini” kırma dili, savunmasız insanların kötü durumuna kayıtsız kalmayı meşrulaştırıyor. Küresel ısınmanın bir sonucu olarak artan göç seviyelerinin kesin beklentisi, bahsi daha da yükseltecek gibi görünüyor. Polonya Başbakanı Mateusz Morawiecki, Lukaşenko ile yaşanan soğukluk sırasında bir Alman gazetesine şu tavsiyede bulundu: “Şu anda binlerce göçmeni uzak tutamazsak… Afrika ve Ortadoğu’dan milyonlarca insan Avrupa’ya ulaşmaya çalışacak.”

Kalplerin bu katılaşmasının bedelini kaçınılmaz olarak açlar, susuzlar, soğuklar ve sürgünler öder. Britanya’da ve Avrupa’da, düzensiz göçmenlere, diğerlerinin cesaretini kırmak için gaddarca davranılıyor. Bu ayın başlarında Kent’te, hapishanelerin baş müfettişi Peter Clarke, yeni gelen yüzlerce sığınmacının tutulduğu koşulları tahammül edilemez olarak kınadı. “Az sayıda insan için bile” uygun olmadıkları yorumunu yaptı.

Güney sahilinde gözaltına alınanlar arasında, iki gün boyunca tedavi edilmeyen yakıt yanıklarından muzdarip 16 yaşındaki bir kız çocuğu da vardı. Nemli kot pantolonunun dikişleri yaralara batarak kalıcı izler bıraktı. Bu, açıkça, Kasım ayında küçük bir tekne geçişi sırasında 27 kişinin boğulmasına kıyasla küçük bir olay. Ancak bu, mülteci sözleşmesini destekleyen acil insani anlayışın kaybolduğu zamanların göstergesidir. Elbette güvenli, yasal yollar oluşturmak için çalışma yapılmalı ve eşitsiz bir dünyada ekonomik göç gerçeğiyle başa çıkmak için çözümler bulunmalıdır. Ancak savunmasız yabancının acısıyla doğrudan karşı karşıya kalındığında, tek etik tepki yiyecek, içecek, sıcaklık ve şefkat sunmak ve hikayelerini dinlemektir. Bu dersi yetmiş yıl önce öğrenen 21. yüzyıl Avrupa’sı, her şeyi yeniden unutma tehlikesiyle karşı karşıya.

(Çeviren: Haldun Sonkaynar)

ADALETSİZLİĞİN BAŞKANI EMMANUEL MACRON

Christian CHAVAGNEUX
Alternatives Economiques

Emmanuel Macron zenginlerin başkanıydı ve hep öyle kalacak. Insee’ye (Ulusal İstatistik ve Ekonomik Araştırmalar Enstitüsü) göre, servet vergisinin bir kısmını kaldırması, en zengin yüzde 1’in lehine, yılda 3,5 milyar vergi geliri kaybına neden oldu. Ama her şeyden önce en zenginler, daha önce faiz üzerinden yüzde 58,2 ve temettüler üzerinden yüzde 40,2 olan azami vergi oranına karşı azami yüzde 30’a indirilen sermaye gelirinin (temettüler, faiz, sermaye kazançları) vergilendirilmesindeki düşüşten yararlandı. Varlıklarının yüzde 34’ü finansal yatırımlardan oluşan en zengin yüzde 1 için büyük bir nimet.

Neden bu eşitsiz politika? Ekonomi ve Maliye Bakanlığından konuyla ilgili ender veriler, en zenginlerin ülkeden, özellikle vergi nedeniyle, ayrıldığına dair bilgi vermemesine rağmen, Macron’un deyimiyle; “En zengin yurttaşlarımız ayrılıyor ve başka yerlere yatırım yapıyorlardı”. Tüm bunların arkasındaki mantık, Cumhurbaşkanın liberal inancı olabilir. Yani hiçbir araştırmanın kanıtlamadığı: Parayı çok zenginlere bırakmak, yatırımlar ve istihdam için olumlu olacak inancı.

Ya da en zenginleri kazandırmak için Amerikalı milyarder Warren Buffet’ın ifade ettiği gibi bir “sınıf savaşı” yürütmüyorsa tabi. Kamu Politikası Enstitüsüne göre, 2017-2022 arası en zengin yüzde 1’in yaşam standartlarının yüzde 2.8 arttığını ve en tepedeki yüzde 0.1 kesimin yüzde 4.1 oranında arttığını gördü. Diğer taraftan yürütmenin kararlaştırdığı önlemler nedeniyle en yoksul yüzde 5’in yaşam standartlarında önemli bir düşüş oldu.  Başkanlık bilançosu ne yazık ki sosyal ölçeğin diğer tarafında da aynı derecede net: 2016’nın sonu ile 2020’nin sonu arasında yoksulluk oranı yüzde 14’ten yüzde 14,6’ya çıktı. Ve 2020’de 2019’a kıyasla gözlemlenen istikrar, sadece pandemi ile ilgili istisnai önlemlerden kaynaklandı. Çünkü beş yıllık dönemin sosyal politikası açıkça hakları azaltarak sosyal harcamaları azaltmaya yönelikti.

Hükümetin ilk önlemlerinden birinin konut yardımını azaltmak olduğunu ve bu kesintilerin devam etmesi sonucu en düşük gelirlerden yılda toplam 3,7 milyar avroluk kesintiyle sonuçlandığını hatırlayalım. Ayrıca, geceleri ve pazar günleri daha fazla çalışmaya yol açan, işverenlere kendi branşlarındakilerden işçilere daha az elverişli anlaşmaları müzakere etmelerine izin veren düzenlemeleri çoktan unuttuk. Tüm bunları unuttuk, çünkü 2021’in sonunda, işini kaybeden çalışanlara yapılan yardımı azaltan işsizlik yardımı reformunun uygulanmasına tanık olduk. Örneğin, artık bir yardım alabilmek için dört yerine en altı ay çalışma süreci göstermek zorunda kalınacak, “Bu çok şeyi değiştirecek!”, diyerek kendisini öven Emmanuel Macron için burada hedef tuttuğu kesimin işsizlik sisteminden “yararlananlar” olduğunu öne sürdü.

Ve yalnızca pandemi, hükümeti, tüm teknik yönlerinin ötesinde, tek siyasi amacı emekli maaşlarının seviyesini düşürmek olan emeklilik reformundan geri adım atmasına zorladı. Devlet başkanı, sürekli “Daha uzun yaşadıkça daha uzun çalışmak zorunda kalacağız” diyor. (…) “Daha çok çalışın, çünkü daha çok yaşıyorsunuz” söylemi ekonomik bir mantık değil, ideolojik bir tutumdur.

Geçtiğimiz son beş yıl boyunca, Macron, en sert versiyonu olan, en antisosyal olan ekonomik liberalizmi kullandı. Bu strateji artık iyi biliniyor. Bu beş yıllık dönem, uzun zamandır görünen sosyal güvenlik sistemini finanse eden işverenlerin sosyal katkı paylarından genel vergilere transferine hizmet eden, işçilik maliyetini düşüren ancak istihdam üzerinde olumlu bir etki göstermeyen, refah devletinin çözülmesini kolaylaştıran, servet vergilerindeki herhangi düşüşle, devlet bütçe dengelerini korumak adına sosyal hakların azaltılmasını getiren eğilimi sürdürdü. (…)

(Çeviren: Diyar Çomak)

ÖNCEKİ HABER

Birleşik Metal-İş üyesi metal işçileri, 4 fabrikada 14 Ocak'ta greve çıkacak

SONRAKİ HABER

TMMOB Mersin İKK: Liman Genişletme Projesi durdurulmalı

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa