01 Ocak 2022 23:30

Türkiye’de alternatif müzik söylemi | Otoriterleşme, Prekarya ve 'Her Şeye Rağmen Üretim'

Dr. Anıl Sayan, Türkiye'de alternatif müzik söyleminin tarihsel gelişimini ve özelliklerini kaleme aldı.

Fotoğraf: Pixabay

Paylaş

Dr. Anıl Sayan
Beykoz Üniversitesi

Geçtiğimiz günlerde bir kültür yöneticisi Instagram hesabında 2022’ye dair iş planlarından bahsederken, her şeye rağmen ifadesini kullanmıştı. Pandeminin  ortasında Türkiye’de alternatif müzik üzerine tamamladığım doktora tezimdeki görüşmelerde de en çok kendini tekrar eden ifade her şeye rağmen üretimdi. Pandemide müzisyenler ya da girişimcilerle ilgili yapılan birçok haberde de bu ifadeye denk geldim. Peki bu ifade neden sürekli kendini tekrar ediyor? Otoriter koşullar altında ne anlama geliyor? Neyi imliyor? Bu yazıda, ifadenin 90’lardan günümüze değişen doğasını ele alacağım.

ALTERNATİF MÜZİĞİN DOĞASI: SERMAYELER ARASI TRANSFER

Alternatif müzik bir söylem ve üretim biçimi olarak, kökeni 60’lara kadar uzanan pratikler bütünüdür. Günümüzde bu pratikler daha çok Batılı ve dijitalleşen küreselleşmiş bir müzik endüstrisi içerisinde şekillenen, yüksek kültürel sermaye fakat düşük bir ekonomik sermayeye sahip üretim biçimi olarak ele alınabilir. Dolayısıyla alternatifi var eden türün ana akımla ilişkisi aslında. Ana akım düşük kültürel sermayeye sahip olmakla birlikte yüksek ekonomik sermayeye sahip müzikal pratikler olarak tanımlanabilir. Bu fark, alternatif söylemi ana akımdan ayrıştıran özgünlüğün nasıl üretildiğini ve nasıl ticarileştirildiğini düşünme fırsatı sunar. Benzer olarak Türkiye’de de alternatif müzik söyleminin macerası da yüksek kültürel sermayenin, düşük sosyal ve ekonomik sermayeye dönüştürülme stratejisine dayalı. 90’larda bir alt kültürel hareketlilik olarak ortaya çıkan bu strateji, 2000’lerde kendini kurumsal bir zeminde endüstrileşirken bulurken, 2010’lardan bu yana ise muhafazakar referanslarla regüle edilen neoliberal kültür piyasasındaki akışta kendine bir yer buluyor.

TÜRKİYE’DE KÜLTÜR POLİTİKALARINA GENEL BİR BAKIŞ

Türkiye’de kültür politikaları ele alındığında, genellikle merkezi devlet mekanizmalarıyla yönetildiği ve farklı siyasi partilerin ideolojik yorumlamalarıyla sivil kültürün neleri içerip içermeyeceğinin belirlendiği görülebilir. Bu temel yaklaşım, 90’lardan günümüze neoliberalleşen kültür piyasası ve bu piyasanın ideolojik yorumlamaları hakkında da bazı ipuçları sunuyor. 90’larda neoliberal ve küresel akışa eklemlenerek piyasalaşan kültür, Cumhuriyetin kuruluşundan 2000’lere kadar seküler ve Batı modernizasyonu referanslarıyla regüle ediliyordu. 2000’lerde ise AKP iktidarının AB reformları ve demokratikleşme gibi açılımları içeren muhafazakar neoliberal politikalarıyla kültürel girişimcilik, özel sektör ve kamu nezdinde desteklendiği bir formdaydı. 2010’larda ise siyasette artan muhafazakar otoriter eğilimlerle, kültür piyasası akışını İslami referanslarla regüle edilen neoliberal bir mantığa bıraktı. Kültürün bu ideolojik yorumu iktidarın açıklamalarıyla merkezi olarak tanımlanmaya çalışılsa da realitede halen inşa edilemeyendir. Yine de bu çerçeve, piyasada nelerin ‘yerli ve milli’ olarak yer alacağını, nelerin ise bu sınırların dışında kalacağına dair genel regülatif teamülleri sunmakta.

NEOLİBERAL KÜLTÜR PİYASASINDA PARADİGMA DEĞİŞİMİ

AKP’nin kültürü yorumlayışında alkol ve tütün araçsallaştırılması bir sınır çizgisidir. Getirilen kısıtlayıcı regülasyonlarla, birçok marka eğlence alanındaki desteğini ya geri çekti ya da kısıtlamak zorunda kaldı. Bir diğer sorunsal, üretim ve pratiklerdeki söylemle ilgili. Üretimlerde Gezi Parkı direnişine yer vermek ya da iktidar karşıtı bir tutumda bulunmak yine bu sınırların dışıdır. Bu gibi durumlarda, aktörler sponsor desteklerinden uzak kalabilir ya da siyasiler tarafından “vatan haini” damgasıyla yaftalanabilir. Bir diğer sınır, gözetim ve denetimde yatmaktadır.  Performanslar kolluk kuvvetleri tarafından yakından takip edilebilir, gerektiğinde müdahale edilebilir. Yerel yönetimler performatif süreçleri zorlaştırabilir. Piyasanın koşulları, alternatif müzik söylemi etrafında şekillenen üretimlere ve girişimcilik ruhunun işlemesine serbest piyasa koşulları nezdinde ‘izin’ verse de bu alan artık AKP’nin merkezi kültürü yorumlayışının dışındadır. Oysa 2000’lerde alternatif müzik söylemi, kültürel politikaların içinde ve kurumsal bir zeminde yer alıyordu. Öyle ki; alternatif kökenli Mor ve Ötesi ya da Athena gibi gruplar, Eurovision’da bile kendine yer bulabiliyordu. Özetle, kültürel özgünlüğün ticarileştirilmesi 2010’la birlikte artık kapsanan değil, yok sayılandır.

PREKARYA VE GÜNDELİK SİYASETİN BELİRSİZLİĞİ

Kültür piyasalarında güvencesiz çalışma koşulları artık baş edilmesi gereken bir norm. Bu koşullar genellikle kısa süreli, düşük ücretli kontratlar ve yapısal belirsizlikler içerisinde ortaya çıkıyor. Türkiye’de ise 2010’larla birlikte gündelik siyasette belirsizliğin artışı, aktörler için güvencesiz çalışma koşullarını daha da derinleştirmekte. Patlayan bombalar, referandumlar, ekonomik kriz, beklenmedik durumlar, genel ya da yerel seçimler... Güvencesiz çalışma koşulları ve gündelik siyasetin belirsizliği; alternatif müzik söyleminin şu an içerisindeki girişimci ve müzikal umutlarını sıkıştırmakta, ve şu anı bir takım duygusal emek biçimleriyle geleceğe ertelemekte. Yani; kültürel sermayenin, ekonomik ve sosyal sermayeye transferi 2010’lardan beri umudun ve sevginin emeği anlamına da geliyor.

UMUT VE SEVGİNİN EMEĞİ

Otoriter devlet aygıtının yarattığı belirsizliklere ya da ayrıştırıcı kültür piyasası koşullarına rağmen, umut gündelik hayattaki saklı olasılıklarla geleceğin öngörülebilir bir hayalidir. Alternatif müzik söyleminde ortaya çıkan duygusal emek, muhafazakar siyasi atmosferle yayılan ve güvencesiz çalışma koşullarıyla derinleşen umutsuzluk dalgasını reddetme ya da aşma biçimidir. Otoriter koşullar altında her şeye rağmen şarkı bestelemek, albüm çıkarmak, konser düzenlemek, plak şirketini yönetmek ya da işbirliklerinde bulunmak, yayılan umutsuzluk dalgasına karşı umudun emeğidir. An içerisindeki sıkışmışlık, umudun emeği ile yarına ertelenir, umut geleceğin şimdiki zamanındaki bir siyaset biçimine döner.

Şu an ve gelecek arasındaki ilişki sevgiyle de üretilir. Sevgi, tüm umutların ortadan kaybolduğu anda ortaya çıkar, umutları yeniden mümkün kılar. Sevgi, bugünün nasıl olduğu ve yarının nasıl değişebileceğini düşünme imkanı tanır. Özellikle pandemide, güvencesiz çalışma koşullarıyla derinleşen umutsuzluk müziğe duyulan koşulsuz sevgiyle mevcut koşullara direnmeyi mümkün kıldı. Bu direnme biçimini kırmızı ekranlar ya da #müziksusmaz gibi birçok slaktivist eylemde, 24:00’dan sonra yasaklanan canlı müzik performanslarında, pop-up konserlerde, dayanışma biçimlerinde ya da sahne aktörlerinin her şeye rağmen üretim söylemi altında gördük, görüyoruz.

HER ŞEYE RAĞMEN ÜRETİM

“Her şeye rağmen üretim” söylemi 90’lı yıllardan bu yana sahne aktörlerinin hayatlarında yer alsa da, kültür piyasasının değişen koşullarıyla farklı anlamlara da gebe. 2010’lardan sonra, bu söylem değişen sosyopolitik atmosferin sonucu olarak artık başka anlamları ifade ediyor. Söylemin değişen anlamı, bugün sahne aktörleri için umutsuzluğun ta kendisi. Umutsuzluk şu an içerisinde baş edilmesi gereken bir duygu. Umudun ve sevginin emeği, aktörlerin bu atmosferle baş ediş mekanizması, dolayısıyla şu anda geçmişin özlemini duyan aktörlerin, geleceğe uzanan köprüsü de. Bu köprü, kültürel özgünlüğün her şeye rağmen söyleminin değişen doğasıyla ticarileşmesine dayalıyken, yine bu söylem otoriter bir yönelim altında alternatif müziğin varoluş stratejisi de.

*Görüş ve önerileri için Harun İzer ve Barış Akpolat’a teşekkürlerimle.

Yeni yılda Evrensel aboneliği hediye edin
ÖNCEKİ HABER

İstanbul'da zamlı taksi tarifesi uygulanmaya başladı

SONRAKİ HABER

Dr. Enver Yaser Küçükgül: "Ülkemizde sömürge madenciliği yapılıyor!"

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa