Yazar Gürsel Şamiloğlu: Kıyımlarda yok olan insanlar günümüze rakam olarak kalmışlar!
Yazar Gürsel Şamiloğlu, “Kafkaslar’da Üç Firari” romanını anlattı.
Gürsel Şamiloğlu | Fotoğraf: Kişisel arşiv
Nuray SALMAN
Sultan KARATAŞ
Yazar Gürsel Şamiloğlu, babasının anlatımlarından öğrendiği tarihi edebiyatın diliyle aktarıyor “Kafkaslar’da Üç Firari” romanında… Şamiloğlu, Güney Kafkasya’da başlayan ve tüm bu olayların arasında yolunu bulmaya çalışan ailesinin göçlerle, savaşlarla, hapishanelerle bezeli öyküsünü anlatıyor. Şamiloğlu’yla “Kafkaslar’da Üç Firari”yi konuştuk. Romanın tamamen gerçek karakterler üzerine kurgulandığını söyleyen Şamiloğlu “İki açıdan sorumluluk hissettim; dönemin sınıfsal ve devrimci bir bakışla görülmesi, diğeri de Çarlık himayesinde bir azınlık olarak yaşadıkları topraklardan koparılan ve ölünceye kadar babalarının dedelerinin ve amcalarının yaşadığı sürgün, zulüm ve savaşları anlatmaktı” diyor.
“Kafkaslar’da Üç Firari’’yi yazma amacınızı nasıl açıklarsınız?
Tarih bir kez yaşanıyor ama onlarca kez yazılıyor, yorumlanıyor. Bu yorumlayışlar bir yerde yaşanan tarihsel sürecin, belgelendirilerek kalıcı kılınmasıdır. Son kırk elli yıldır; ülkemizde aydınların ve akademisyenlerin yoğun olarak üzerinde kafa yordukları ve tartıştıkları bir konu da yaşadığımız coğrafyada, tarihsel olayların yeni ulaşılan arşivlerden yararlanarak yeniden değerlendirilmesidir. Özellikle, Marksist ve sol sosyalist hareketlerde yer alanlar ve dünyaya, yaşadıkları topluma dair bir meselesi olanlar; kendi yapısal süreçlerine ilişkin yaşadıkları yenilgi ve dağınıklıktan önce buna yöneldiler. İyi de yapıyorlar.
Burada, bir aile öyküsü üzerinden Güney Kafkasya’da ve Anadolu’da yaşananları anlatmaya çalıştım. İki açıdan sorumluluk hissettim; dönemin sınıfsal ve devrimci bir bakışla görülmesi, diğeri de Çarlık himayesinde bir azınlık olarak yaşadıkları topraklardan koparılan ve ölünceye kadar babalarının dedelerinin ve amcalarının yaşadığı sürgün, zulüm ve savaşları anlatmaktı. Ayrıca, nerdeyse hiç dilinden düşürmeyen babam Fahrettin’e olan ahde vefa duygumdur. Roman tamamen gerçek olaylar üzerinden kurgulanmıştır.
Bu romanı yazmadan önce ya da yazma süresi içinde tarihin akıp gittiği o toprakları ziyaret etme şansınız oldu mu?
Evet kısmen de olsa gezme şansım oldu. Ancak Güney Kafkasya’da savaş hâlâ devam ediyor. Özellikle, romanda konu olan Karabağ’daki Fuzili kasabasının da aralarında olduğu o bölge, bir yıl önce Ermenistan’dan Azerbaycan’a geçti. Savaştan dolayı gidip görme şansım olmadı.
Romandaki Hacı Mustafa oğlu Rüstem kimdir?
Rüstem dedemdir. Gürcistan Dağ-Arık’lıda 1907’de Rüstem yeni evli iken, ağabeyi ve eniştesiyle birlikte yaşadıkları bir olaydan dolayı tutuklanır, üç yıl hapis yatar ve firar eder Osmanlı’ya geçerler. Hasankale’de bir hayat kurmaya çalışırken, 1. Dünya Savaşı patlak verir. Enver Paşa’nın Sarıkamış harekatına ve 90 bin askerin soğuktan ve salgından kırdırılmasına tanık olurlar. Rüstemler de bu salgından paylarını alırlar. Ağabeyi İbrahim Halil’i kaybeder, yalnızlaşır. Rus Ordusu Erzurum’a ilerler. Savaştan kaçan on binlerce göçerin içinde Kangal’a amcalarının yanına gider. Rus topraklarında kalan Dağ-Arıklı’ya dönüş umutları tükenir.
İkinci evliliğini Gülhanım’la yapar. Babam Fahrettin, Gülhanım’dan olmadır. Ancak burada şunu da belirtmeden geçmeyeceğim, Kafkaslarda çok eşlilik çok nadirdir. Daha çok Arap kültüründe tanık olduğumuz bu durum Kafkaslarda ‘ayıp’ görülen bir olaydır. Ekonomik durumları çok iyi de olsa çok eşliliğe hoş bakılmıyor.
Romanda, Mehmet Ağa’nın ölümüyle sekiz çocuğuyla yalnız kalan Gülsenem’in gösterdiği direnci tarihsel anlamda nereye koyarsınız?
Sınıfların ortaya çıkışından ve erkek egemen toplumların hakimiyetinden bu yana kadın; sömürülen, dövülen, öldürülen, ekonomik ve sosyal tüm insani haklardan yoksun bırakılan bir pozisyondadır. Ne yazık ki; bu durum insanlığın kurtuluş mücadelesini rehber edinen, parti programlarına kadın sorununu koyan sosyalist, komünist hareketler içinde de yaşanmıştır. Örneğin, Fransız İhtilali’nde en ön saflarda kadınlar vardır ama Paris Komünü’nde pek yeri yoktur... Çarlığa karşı ihtilalde en büyük fedakarlık kadınlardadır ancak kadınlar iktidarda yoktur. Kendi ülkemizde, devrimci hareketlerde de durum farklı olmamıştır.
Bu romana başlarken beni en çok etkileyen, Kafkasya gibi iklimi kadar insanı da sert olan eril bir toplumda bir kadın bir sülaleye adını nasıl verebilmişti? Gülsenem nasıl bir kadındı, ne gibi artıları vardı ki varlıklı bir aileye adını vermişti? Sülalenin öyküsünü okuduğumuzda bunun cevabını görebiliyoruz. Aslında bu tür örnekler yaşadığımız coğrafyada da çok, iradeli, kişilikli, zeki, baskın kadınlar. Gülsenem kadın da bunlardan birisidir.
Kafkasya halklarını yazmak, sözlü anlatımları bir romana taşımak, acıyı imbikleyerek yaşayanların bizzat yüreklerinden geçenleri aktarmak sizde derin bir duygu hali olsa gerek. Üstelik bunu devrimci bir perspektifle harmanlamak nasıl bir süreçti?
Her insanın ruhi bir şekillenmesi vardır. Düşünce yapısı ne olursa olsun insan yaşadığı coğrafyaya benzermiş. Yani kültürel özelliklerini mutlaka taşır. Geldiğim yörenin insanlarının yaşam öyküleri, hep dikkatimi çekmiştir. Aslında diğer toplumlarda çok da farklı olmadığını görüyorsunuz. Ayrıntılara indikçe farklılıklar, ortak yönler belirginleşiyor. En fazla dikkatimi çeken, en büyük ortak yanlarının binyıllardan bu yana, çok büyük acılarla yüklü olmaları. Savaşlar, sürgünler ve zulümler nerdeyse hiç bitmemiş. Kıyımlarda yok olan insanlar günümüze rakam olarak kalmışlar. Oysa bunlar birer insan. Çocukluklarıyla gençlikleriyle, aşklarıyla, mutluluklarıyla acı tatlı yaşadıklarıyla bizim gibi dünyaya bir defa gelme hakkı olan insanlar. Ama maalesef bu insanlar bu dünyanın nimetlerine doymadan, yaşamdan koparılmışlar. İnsan odaklı baktığınız zaman başka bir dünyanın insanı olduğunuzu görüyorsunuz. Etnik kimliğin, yörenin, coğrafyanın çok da önemli olmadığını. İşte tam bu noktada insanı, geldiğiniz yörenin insanını yaşadıklarıyla acısıyla tatlısıyla öyküsüyle anlatabilmelisiniz. O insanların yaşamlarını yeşerterek verdiğinizde yani edebi bir romanla veya bir filimle güncellediğinizde evrensele ulaşır, anlaşılır ve anlarsınız. Bunun için de çokça insan ve toplum öyküsü dinlemek, okumak, tanımak, ortak yönleri daha ön plana çıkarmak ve ortak değerler ışığında dünyaya bakmak gerekir.