05 Ocak 2022 06:14

Sınıfsal tercihler bağlamında faiz, kur ve enflasyon

Hükümetin ekonomik çizgisi yoksullaşmaya, enflasyon altında ezilmeye ve ucuz işçilikle ihracat artışına dayandığından, işçi sınıfı ve emekçilerin talep ve ihtiyaçlarını karşılaması beklenemez.

Fotoğraf: AA&Freepik

Paylaş

Arif KOŞAR

TÜİK’in beklenen Aralık ayı enflasyon rakamları açıklandı. Yıllık enflasyon yüzde 36,1. Üreticilerin maliyet kalemlerindeki artışa (%79,9) bakıldığında, yıllık tüketici enflasyonunun gerçekçi olmadığı açık. Zaten enflasyonun yüzde 60 ila 80 arasında bir yerlerde olduğu genel kabul görmüş durumda. Yılsonu itibarıyla doğalgaz, elektrik, akaryakıt, ulaşım, sigara, içki ve diğer zamların yanı sıra döviz kurundaki yükseliş göz önünde bulundurulduğunda, enflasyondaki trendin önümüzdeki aylarda da süreceği söylenebilir.

Döviz kurundaki yükseliş enflasyondaki artışta belirleyici faktörlerden biri. Hatırlayalım: Eylül ayından bu yana Merkez Bankası politika faizini adım adım azaltarak yüzde 19’dan 14’e kadar düşürmüş, buna karşılık döviz kuru ve enflasyon hızlı bir biçimde yükselmişti. 2 Ağustos’ta 8,4 lira olan dolar kuru, 20 Aralık’ta 18 liraya çıkmış, ardından yapılan müdahalelerle 11 liraya kadar düşmüştü. Şimdi yine 13 TL bandında.

Genellikle çözülemeyen ve paradoksal olarak gözüken ise şu: Cumhurbaşkanı Erdoğan ve hükümet, döviz kuru ve enflasyonda artışa yol açacağını bilmesine rağmen, faizleri düşürmeyi neden tercih etti? Bu, “kendi ayağına sıkmak” değil miydi?

YOL AYRIMI

Erdoğan’ın “faiz neden enflasyon sonuç” teorisi Millet İttifakı ve çoğu ekonomiste göre ülke ekonomisinin içinde bulunduğu halin temel nedeni. Tüm karar mekanizmaları doğrudan ya da dolaylı olarak tek bir kişiye bağlandığı için, bu algı bir ölçüde normal. TL’nin son bir yılda (özellikle son aylarda) dünya genelinde en çok değer kaybeden yerel para birimi olması da bu değerlendirmeyi doğrular nitelikte. Bununla birlikte gerek Erdoğan gerek de hükümetin icraatlarını değerlendirirken, içinde bulunduğu iktisadi ve siyasi koşulların, belirli zorunlulukların ve tercihlerini yaptığı bağlamın göz ardı edilmesi doğru bir analizin önündeki en büyük engel.

Uzunca bir süredir ülke gündemini meşgul eden faiz, kur, enflasyon döngüsü de bundan bağımsız değil. Alınan kararlar, bir yandan AKP ile kader birliği yapmış sermaye kesimlerinin çıkarlarını yansıttığı gibi, öte yandan iktidarda kalmak zorunda olan ve bunu ölüm-kalım sorunu haline getiren siyasal grup ve partilerin özgün çıkarlarının ifadesidir. 

Biraz açalım:

2013 yılında, AKP’nin yaklaşık on yıl boyunca yararlandığı uluslararası sermaye bolluğu ve akışının sonuna gelindi. Mayıs 2013’te, ABD Merkez Bankası, kriz sonrası başlattığı parasal genişlemeyi durdurma kararı aldı. Bu da “gelişmekte olan” ülkelere yönelik para-sermaye akışında azalmaya neden oldu. Türkiye, 2013 sonuna kadar, bu dolar bolluğu sayesinde faizi düşük tutmuş, buna rağmen TL değerli kalmış ve enflasyon belirli bir seviyenin altında tutulmuştu.

Mekanizma şöyle işlemişti: Türkiye’deki faiz, düşük olsa da erken kapitalistleşmiş ülkelerdeki faizlere nazaran yüksekti ve bu, ülkeye yoğun bir sermaye girişi sağladı. Bol döviz ve düşük faiz borçlanma olanaklarını genişletti, yatırım ve tüketimi hızlandırdı, ekonomik büyüme de nispeten hızlı seyretti. Bu süreçte, büyüme, doğal olarak sermayenin büyümesiydi, sonuçta gelir dağılımı eşitsizliği, işsizlik ve yoksulluk arttı. Sermaye birikimi bir yandan zenginlik üretirken, diğer yandan yoksulluk üretti. Bir avuç yandaş sermayedara verilen ihaleler, her yana sirayet eden yolsuzluk, mafyavari çökmeler, devasa kara para girişleri, Venezüella ve Kolombiya ile malum “ticaret” eklendiğinde tablo iyice vahim hale geldi.

Buna rağmen ekonomik büyümenin sağladığı olanaklar temelinde sosyal yardım ve düşük faizli kredilerle yanılsamalı bir refah atmosferi sağlandı. Sendikal örgütlenmelerin zayıflaması ve büyük kısmının kontrol altına alınması sınıfsal talep ve mücadeleleri/muhalefeti marjinalize hale getirdi. Görece uygun uluslararası koşullar, AKP’ye sermayenin bütün kesimlerinin çıkarlarını temsil etme ve gerçekleştirme şansı sağladı. Böylece uzun yıllar oy oranını yüzde 40’ın üzerinde tutmayı başardı.

2013’le birlikte para bolluğu sona erdi. Uluslararası sermaye girişleri azaldı ve iktidarın yıllardır sürdürdüğü ekonomi politikası çalışmaz hale geldi. Ümit Akçay’ın Evrensel’deki röportajında altını çizdiği gibi, AKP’nin faiz indirimi ile ekonomik büyümeyi hızlandırmak istediği her sürecin sonunda büyük faiz artışlarına gidildi. 2014, 2016, 2018 ve 2020 yıllarında yaşanan buydu. Düşük faiz, düşük kur ve düşük enflasyon üçlüsünün birlikte devam etmesi artık mümkün değildi.

AKP’nin önünde iki seçenek vardı. Birincisi, faizleri yükseltip ülkeye sermaye akışını sağlayacak ve böylece döviz kuru ve enflasyon bir miktar düşecekti. Ancak bu, yatırım ve konut başta olmak üzere tüketimi olumsuz etkileyecek, ekonomik büyümeye ket vuracaktı. Büyümede yavaşlamanın muhtemel sonucu ise işsizlikte ve yüksek faiz nedeniyle KOBİ iflaslarında artıştı. Hem IMF belgelerinde ifade edilen hem de TÜSİAD ve Millet İttifakı’nın savunduğu bu alternatife göre kısa vadeli büyüme yerine, “sağlıklı bir ekonomik büyüme” hedeflenmeli, piyasa dengeyi bulana kadar işsizlik gibi bazı maliyetlere katlanılmalıydı.

İkinci alternatif, düşük faizde ısrar etmek, düşük kredi faizi ile yatırım ve tüketimi teşvik etmek, böylece işsizliği bir miktar azaltmak ve yüksek ekonomik büyüme oranlarına ulaşmaktı. Seçim tartışmalarının hız kazandığı ve AKP’nin kitleler üzerindeki etkisinin azaldığı koşullarda, hükümetin tercihi ikincisi oldu. Dolayısıyla “düşük faiz” ile simgelenen iktisadi politika, basitçe “ekonomi bilmezlik” değildi. Sınıfsal ve toplumsal karşılığı, kazananı ve kaybedeni olan politik bir tercihti.

İktidar açısından sorun şu ki, bu hedefleri gerçekleştirmek pek kolay değil. Çeşitli nedenlerle sermaye girişi zaten azaldığı için düşük faizin ilk sonucu yüksek kur ve enflasyon oldu. Hükümetin beklediği ve göze aldığı bir sonuçtu. Sürpriz olan bunun çığırından çıkması ve dövizdeki artışın yüzde yüzü aşması, adeta kitlesel bir seferberlikle TL’den kaçılması oldu. 20 Aralık’ta yapılan Kur Korumalı TL Mevduat uygulaması ve Merkez Bankası’nın müdahaleleri ile kur artışı bir ölçüde durdurulsa da istikrar sağlanabilmiş değil. Kur ve enflasyondaki yükseliş sürmekte. Ticari kredi faizleri düşmek bir yana tarihi rekor kırdı. Dolayısıyla hükümetin evdeki hesabının çarşıya uymadığını, çırpınışlarının da şimdilik fayda vermediğini söylemek mümkün. 

İHRACATÇILAR, İNŞAATÇILAR, İHALECİLER…

Gelinen nokta bir yana, iktidarın düşük faiz ve yüksek kur politikası sermayenin bir bölümünün çıkarlarının doğrudan ifadesiydi. AKP ile kader birliği yapmış bu sermaye fraksiyonu homojen değil. Bazılarında yoğunlaşmakla birlikte, çeşitli sektörlerden temsilcileri içeriyor. 

Bununla birlikte düşük faiz ve yüksek kur talebini açıkça dile kesimlerin varlığı ve etkili lobi faaliyetleri, sürecin Erdoğan’ın “faiz-kur” teorisine indirgenemeyeceğini, başka bir açıdan da göstermektedir. 

Bu gruplardan biri ihracatçı kapitalistlerdir. Çünkü, bu sektörlerde gelirler döviz cinsindendir ve döviz kurunun yükselişi elde edilen kazancın artması anlamına gelir. Özellikle ithalata bağımlılığı daha az olan emek yoğun sektörler, kur yükselişinden kazançlı çıkmıştır. Eylül 2021’de Merkez Bankası Para Politikası Kurulu’nun açıklamasından birkaç gün önce İstanbul Hazır Giyim ve Konfeksiyon İhracatçıları Birliği Başkanı Mustafa Gültepe, verdiği bir demeçte, döviz kurunun yükseltilmesi çağrısında bulunmuş, işçilik ve diğer maliyetlerin karşılanması için doların en az 9 TL’ye çıkması gerektiğini ileri sürmüştü. Bugünkü dolar kuru, ekonomik istikrar ve artan maliyetler açısından önemli risklere işaret etse de, sağlanan devlet güvencesiyle ihracatçı kapitalistler için kısa vadede büyük kazançlar sağladığı açıktır.

Kazançlı çıkan ya da çıkması istenen bir diğer kesim inşaat şirketleridir. Merkez Bankası Başkanı Şahap Kavcıoğlu, 28 Eylül’de verdiği röportajda, reel sektörün yüksek faizden çok dertli olduğunu ve özellikle müteahhitlerin yüksek faize yönelik tepkili olduğunu ifade etmişti. Düşük faiz ile konut kredisi kullanımı genişleyecek ve böylece milyonlarca boş konutun satışını mümkün olacaktı. Ayrıca döviz bazında konut fiyatlarının düşmesi nedeniyle yabancıların konut talebi artacaktı. Öyle de oldu.

Hazinenin verdiği garanti kapsamında üçüncü köprü, İstanbul Havalimanı, diğer köprü ve otoyollar, şehir hastaneleri gibi döviz temelli projeleri üstlenen ve AKP ile kader birliği yapmış beşli çete başta olmak üzere çok sayıda şirketin de düşük faiz-yüksek kur durumundan memnun olduğu söylenebilir.

İster erken ister zamanında olsun seçim sürecine girildiği bir dönemde hükümet stratejik ve bir o kadar da riskli bir tercih yaptı; yüksek ekonomik büyüme oranı için düşük faizli kredilerle halkın tüketimini artırmayı, borca dayalı ve yanılsamalı bir refah artışını hedefledi. Dolayısıyla ekonomik durumumuzun açıklanmasında odak noktası “faiz-kur ilişkisini anlamama”, “iktisat bilmeme” ya da nas değil, yapılan bu politik tercihtir.

EKONOMİK YIKIM ARTACAK

Her siyasi-iktisadi uygulamanın toplumun farklı kesimleri için farklı sonuçları vardır. Hükümet giderek ağırlaşan iktisadi koşullarda, kendisini en fazla destekleyen ve kader birliği yaptığı, ayrıca ekonomik büyüme açısından da belirleyici bir yerde duran sermaye kesimlerinin taleplerini karşılayan bir hamle yaptı. Sürecin beklediği gibi gitmemesi ayrı bir konu.

İşçi sınıfı ve emekçilere gelince… Son bir yıl içinde emekçiler açısından iktisadi bir kırılma yaşandı ve bu süreç devam ediyor. Öncesi bir yana sadece 2021 yılında, iğneden ipliğe her şeye büyük zamlar geldi, vergi yükü arttı, kamu hizmetleri zayıfladı. Aralık 2021 için resmi enflasyon yüzde 36,1 olarak açıklanmış olsa da gerçek enflasyon çok daha yüksek. Sabit gelirli işçi ve emekçiler, bir yıl içinde yarı yarıya, belki de daha fazla yoksullaştı. Genç kuşakların gelecekten beklentisi ve umutları azaldı. Ekonomik eşitsizlik ve adaletsizlik, onlu yaşlardaki çocukların bile görebileceği ve isyan ettiği boyutlara vardı. 

Hükümetin ekonomik çizgisi işçi sınıfı ve halk yığınlarının yoksullaşmasına, enflasyon altında ezilmesine ve ucuz işçilikle ihracat artışına dayandığından, işçi sınıfı ve emekçilerin talep ve ihtiyaçlarını karşılaması beklenemez. 

Öte yandan, beklentilerin aksine burjuva muhalefetin platformu, AKP’nin ilk dönemine dönüşle ve aynı faiz, kur, enflasyon ve sıcak para akışı bağlamıyla sınırlı. Olası bir post-AKP dönemde artan sermaye akışıyla kısmi bir rahatlama söz konusu olsa da kutlanacak şey ekonomik programıyla olası bir Millet İttifakı hükümetinin gelişi değil, olsa olsa faşizmi inşa sürecindeki AKP’nin gidişi olur. 

Bu iki burjuva çizgiyi aşan, sermayenin şu ya da bu fraksiyonun değil emekçi halkın ihtiyaçlarını esas alan bir politik mücadele güçlenmediği sürece, emekçileri ezen faiz-kur döngüsünden çıkılması da mümkün gözükmüyor.

ÖNCEKİ HABER

AKP’nin yeni ekonomi paketi Meclise sunuldu: Müteahhitler koruma altında

SONRAKİ HABER

Macron, Kovid-19 aşısı yaptırmayanlara "sosyal baskı" mesajı verdi

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa