12 Ocak 2022 04:47

Diyardan gitmek

Ülkeyi yönetenler Ahmed Arif’in deyimiyle “Yalan hamurunu dağ dağ yoğuruyor” ve insan kalabalıkları bunlara gönüllü olarak inanıyordu.

Fotoğraf: Nurettin Fidancan/DHA

Cemal Hüseyin Güvercin
Cemal Hüseyin Güvercin

Kuşlar…

Sait Faik, Son Kuşlar öyküsünde, yaşadığı Burgaz Ada’ya iki yıldır kuşların uğramadığını ve adada, o hayran olduğu kuş seslerinin artık duyulmadığını yazar. Onun gözünde, bütün kuş avcılarını temsil eden Konstantin Efendi’nin, sonbaharda ilk kuşlar gelmeye başladığında, gülümseyerek dişlerini gösterip, boğuk bir sesle “Bizim pilavlıklar geldi” demesi, kuşların acı sonuna işaret etmektedir. Dallarına yapışkan ökse otu tuzaklanmış ağacın dibine, kafesiyle bırakılmış çığırtkan kuş, adaya gelen küçük kuşları çağırır ve çok sayıda kuş ağaca gelip ökse otuna sıvanmış dallara konar, yapışır kalırdı. Sonrasında, bu doğa harikası kuşlar tek tek yakalanır ve bu sırada Konstantin Efendi bir canavara dönüşerek, Sait Faik’in deyimiyle “bir damlacık etlerinden yapacağı pilavın hazzıyla, pırıl pırıl yanan krom dişleriyle nasıl koparırdı kuşun imiğini, bir görseydiniz…” Kuşlar, binlerce yıllık uğrak yeri olan adaya gelmez olmuş, artık adada serçe, iskete, saka ve florya sesleri duyulmuyordu. Avcıların o yıl yakaladıkları kuşlar, adaya gelen son kuşlardı. Sait Faik, hüzün dolu öyküsünde, tanık oldukları kötülüklere engel olamamanın acısıyla: “Kuşları boğdular, çimenleri söktüler, yollar çamur içinde kaldı.”

İnsanlar…

Emekliliğini dost ve akrabalarıyla huzur içinde geçirmek için memleketine yerleşmek isterken, tıbbiyeyi kazanan oğlunun ve arkadan da gelmekte olan iki kızının eğitimleri sebebiyle o uzak şehre yerleşmek zorunda kalmıştı. Ekonomik sorunların ağırlaşması ile sinirler iyice gerilmiş, bir gün uzun bir tartışmadan sonra, tüm aileye “yeter artık başımı alıp gidiyorum, memlekette bir göz oda tutup orada kalacağım, maaşım da sizin olsun, nedir bu çektiğim?” diye bağırmıştı. “Tamam baba, istiyorsan memlekete git ama, bu devirde kimse kimsenin kahrını çekmez.” Söz ağızdan çıkmıştı bir kere, öfkeyle valizini topladı ve kararlı adımlarla evden çıktı, doğru otogara… Otogara geldiğinde boş bir bank bulup oturmuş, yeniden düşünmeye başlamıştı, kime gidecek ve ne kadar süre kalacaktı? Çocukları bırakıp gitmek olur muydu? Memlekete gidecek ilk otobüs 3-4 saat sonraydı. Yavaş yavaş gitmekten vazgeçer gibi oldu ama gururluydu, bunca sözden sonra nasıl geri dönebilirdi? Birden aklına gelen bir fikir yüreğine su serpmişti, ferahladı: “Tabi yahu, çocuklar benim gitmeme izin vermez, arkamdan buraya doğru mutlaka yola çıkmışlardır. Aile içinde olur böyle küçük tatsızlıklar, ben de öfkeme engel olamadım, keşke daha yumuşak olsaydım.”

Otogar girişine oturmuş çocuklarını beklerken, zaman geçtikçe umutları azalıyor, kırgınlığı artıyordu. “Acaba gelmeyecekler mi? Gelmezlerse ölürüm de dönmem eve, mecburen memlekete giderim, daha bir saat var belki gelirler. Bir tanıdığı görsem ona da durumu anlatır, beraber eve gidelim der, onunla da geri dönerim, ama asla yalnız dönemem.” Uyku, uyanıklık arası bir durumdayken, muavinin, çökmüş omuzundan sarsmasıyla kendine geldi, “Amca, otobüs kalkıyor”, ağlamaklı bir sesle “Tamam”.

“Oğlum keşke gitseydin ardından, bir anlık öfke işte, yoksa babanız sizden vazgeçer mi hiç? Ne demiş atalar? Yokluk dövüştürür, varlık barıştırır. Hep yokluktan bunlar, ne yapsın adamcağız yetiştiremiyor işte, kafası bozuluyor, sinirleniyor. Haydi, şimdiye gidip alır getirirdin, o şimdi yollarınızı gözlüyordur. Tüh ne yapsam, yol bilsem ben giderdim”, “Anne, gerçekten yarın final sınavım var, geçme kalma sınavı, çalışmam lazım, gidemem.” Tam da Behçet Necatigil’in (BN) dizelerindeki gibi: “Bitmeyen işler yüzünden (Siz böyle olsun istemezdiniz) … Sevgileri yarınlara bıraktınız…Çekingen, tutuk, saygılı.”

Çok bakınmış ve beklemişti, çocuklar gelmemiş, dur gitme diyen olmamıştı, üzgündü. Gözyaşlarını içine akıtarak, bir öfkeyle başladığı bu plansız yolculukta, hızla giden otobüsün camından sakince dışarıyı seyrediyordu, kendi kendine: “Mutlaka zamanları olmamıştır, yoksa gelirlerdi”

 “Siz geniş zamanlar umuyordunuz

Çirkindi dar vakitlerde bir sevgiyi söylemek.

Yılların telâşlarda bu kadar çabuk

Geçeceği aklınıza gelmezdi.” BN

Yıllar sonra, baba toprağa verilmek üzere götürülürken, gözyaşlarıyla “Ahh baba, keşke o gün ders kitaplarını fırlatıp peşinden koşup yetişseydim, sarılsaydım koluna…” diyerek tabutun koluna sıkıca sarıldı.

Uzmanlığı bitirdiğinde, mesleğini arzuladığı koşullarda yapacağını, belki bir süre sonra akademik kariyer yapmak isteyeceğini ve hayatının artık düzene gireceğini umuyordu. Ancak atandığı hastanede, ayda 6-7 nöbet, pandemi nedeniyle ağırlaşan iş yükü yanında, belirsiz çalışma saatleri ve sonu gelmeyen hastalarla, hiçbir şeye zamanı kalmamış, yeniden asistanlık günlerindeki o insanı tüketen tempoya dönmüştü. Üstüne üstlük liyakatsiz yöneticilerin mobbingine maruz kalmak, düşük ücret, adaletsiz döner sermaye dağıtılması artık canından bezdirmişti. Tüm bunların üzerine, saldırgan hasta yakınlarından sık sık hakaret dolu sözlere maruz kalmış, iki kez de fiziksel şiddete uğramıştı. Onuru kırılmış, hayal kırıklığı derinleşmiş, bunca emeğine rağmen saldırıya uğramanın üzüntüsü dağ gibi büyümüştü. Ayrıca meslektaşlarının, yönetimin, bakanlığın, basının ve kamuoyunun ilgisizliği daha da canını yakıyordu. Yalnız bırakılma, kaderine terk edilme, ilgilenilmeme, hatta yok sayılma ağır geliyordu. Hallac-ı Mansur’un “Cehennem acı çektiğimiz yer değil, acı çektiğimizi kimsenin bilmediği yerdir.” diye tariflediği çaresiz durumu yaşıyordu. Bu koşullarda çalışmaya devam etmek, ömründen ömür alıyor ve artık bu kısır döngüden kurtulmak istiyordu. Apolitik yapısı, mesleğin teknik çizgisi dışına çıkmamış, suya sabuna dokunmayan halleri ve hekimlerin elit bir sınıf olduğuna inancı ile, meslektaşları arasındaki ortalama eğilimi temsil ediyor ve yaşadıklarını bir türlü anlamlandıramıyordu. Neydi bu başına gelenler? Bunca emeğe ve iyi niyetine rağmen neler oluyordu? Her geçen gün, o güne kadar yaslandığı ve yaşamına değer katan sabit düşünceleri un ufak oluyor, kutsallarını sorguluyordu. Öfke doluydu, tıp fakültesini ilk tercihine yazdıran rehber öğretmeninden başlayarak, öğrencilik yıllarını zorlaştıran hocalarına, mutlak yoksulluk içinde okurken devletten destek görmemesine, tarikatçıların yolundan gitmeyince yurtlarından sokağa atılmasına, mecburi hizmetini dar eden kaymakama, asistanlığı burnundan getiren kıdemlisi, uzmanı ve hocasına, uzman olarak atandığı hastanenin yöneticisi ve performansa indeksli çalışan, değerlerini yitirmiş bazı meslektaşlarına, bir kısım fırsatçı sağlık personeline, ama en çok da kadir kıymet bilmeyen hastalara …

Yurt dışında çalışmaya başlayan bir arkadaşının tavsiyesiyle, o da Almanya’da bir hastaneye başvurmuş ve nihayet kabul almıştı. Yaşam planlarında böyle bir karar yoktu ama koşullar katlanılamaz hale gelmişti. Ya bir umutla gidecek ya da bu girdapta boğulacaktı. Sene başından beri ülkeyi terk eden 1361 hekimden biri olmuştu. Mezuniyet töreninde, uzmanlık bitirme sınavında, hatta pandemide kalabalıkların kutlamaları, şehrin alkışları ve baktığı binerce hastasının teşekkürleri…. Her şey geride kalmıştı… Şimdi havaalanında, yanında yalnızca dul annesi, kız kardeşi ve iki yakın arkadaşı vardı, üzüntülerini gizleyip yalancı bir iyilik hali yansıtıyorlardı. Sessizce ülkeyi terk etmesi, başkaları için çok anlam taşımıyor, hatta yakın çevresi takdir bile ediyordu. Oysa için için huzursuz ve kaygılıydı. Bütün hayatı sil baştan yeniden başlıyordu, dolu gözlerle sıkıca sarıldılar ve sadece geride kalanlara değil, tüm geçmişine, köklerine de veda ediyordu. Son 10 yılda, 5 binden fazla yaşanan bu ritüel bir kez daha tekrarlanıyor, bir “inci” daha kayboluyor ve ülke kaybediyordu.

Kuşların gelmediği, yaşlısının şefkat görmediği ve okumuşun göçe zorlandığı ülkede, insani değerlerin erozyonu ile süren bir çoraklaşma dönemi yaşanıyordu. Geniş insan kalabalıkları her zamanki duyarsızlıklarıyla, günlük rutinlerini yapıyorlar, başkasının derdine ortak olmamayı kazanç sayıyorlardı. Nemelazımcılık baş tacıydı. Ülkeyi yönetenler Ahmed Arif’in deyimiyle “Yalan hamurunu dağ dağ yoğuruyor” ve insan kalabalıkları bunlara gönüllü olarak inanıyordu. Saldıran, yağmalayan, yok eden insan tipinin yanında, otoriteye boyun eğen, çıkarcı, sinsi ve duyarsız bir kitle de türemişti. Her şey kötüye gidiyor, kötülük neredeyse umudu boğmak üzere....

Ama her şeye rağmen yok öyle kolayına teslim olmak! Ne diyor Birhan Keskin: “Buraya umutlu günler koydum. Şimdilik uzak gibi görünüyor, ama kim bilir, birazdan uzanıp dokunursun.”

Reklam
YAZARIN DİĞER YAZILARI