14 Ocak 2022 23:01

Erdal Güney: Amacım hayatın acımasız tarafına bakıp umudu düşünmek; bunları ürettiğim ezgide, cümlede var etmek

Yazar Ayşen Şahin, usta müzisyen ve -kendi ifadesiyle- "Yazan" Erdal Güney ile söyleşti: Pandemiden kasabaya, kasabadan öyküye, öyküden kitaba... Erdal Güney anlattı.

Fotoğraf: Evrensel

Paylaş

Ayşen ŞAHİN

Hayat bizi dört koldan zorluyorken insan olduğumuzu, yaşadığımızı hissetmek için edebiyata, sinemaya, tiyatroya, müziğe ve dostlara sarılıyoruz.

Bunca hengame içinde kültür-sanata ve edebiyata dair üretmeye devam etmek de insanca yaşam direnişine dahil.

2021 geride kalırken bıraktığı tek tük iyi şeylerden biri de “Kasabanın Akşam Halleri” oldu.

Sol Kültür Yayınevi tarafından aralık ayında yayımlanan Erdal Güney’in yazdığı ve Fahrettin Engin Erdoğan’ın resimlediği “Kasabanın Akşam Halleri” bizi sıcak bir Akdeniz kasabasına götürüyor. Yazarın kalemi, çizerin fırçası sayesinde bir sinemada film izler gibi içine alıyor öyküler okuru.

Kasabanın sakinleri bazen çok tanıdık geliyor, kendimiz kadar yakından tanıdık, bazen de “keşke tanış olsaydık” dedirtiyor.

Buhranlı ve sarı-sıcak yazlar değil, oluk oluk bir hayat yaşanıyor kasabada.

Müziğinin sıkı bir dinleyicisi olduğum değerli dost Erdal Güney’le ilk kitabı ve yeni giydiği “yazar” hırkası üzerine söyleştik. O, kendisini yazar değil yazan olarak tariflese de edebiyatımız iyi bir öykücü kazandı.

Kitabın hikayesi yazara ilk sorulan sorudur hep. Ben Kasabanın Akşam Halleri’ni pandemiye borçlu olduğumuzu düşünüyorum. Bu öykülerin kitaba dönüşme yolculuğunu senden dinleyebilir miyiz?

Kitabın öyküsü aslında kitabın içinde de yer alan bir öyküye dönüştü. Dediğin gibi pandemi döneminde başladı. Bavul dergisinden bir yazı rica edildi, ben de Robert De Niro’ya bağlama çalma hikayesini yazdım. Tam da pandemide herkes gibi kapanmıştım, Anamur’a ailemin yanına gidecektim. “Elime mi yapışacak?​” dedim, gönderdim. Ondan sonraki ay tekrar yazı istendi. “Hâlâ elime yapışma olasılığı yok” dedim, yazdım gönderdim. Fakat artık “Sayfa senin” dediklerinde elime yapışmıştı, aylık bir popüler kültür dergisine yazı yazma hikayem başlamış oldu. Bir anda yazma üzerine kitapları kitaplıktan indirdim, sonra dedim ki, “Sen sinemada yüksek lisans yaptın, doktora ile cebelleşiyorsun, senaryolar yazarak ders geçtin, dramaturjiyle haşır neşir oldun. Yazdıkların da olay-öyküye benziyor. Buradan yazmaya devam edebilirsin.” Tüm bu iç tartışmalar Kasabaya gittiğim döneme denk geliyordu . Kasaba aslında bir hafıza tazeleme benim için. Hak verirsin ki İstanbul artık mekânsal olarak hafızamızı koruyabildiğimiz bir yer değil. Mekan ciddi anlamda başka bir gerçekliğe bizi dahil ediyor. Kasaba hem insan hem de mekan odaklı bir yer, zamanı kendine özgü yaşıyor, yıllar geçtikten sonra uzun süreliğine dönmüş olsam da tanıklıklarım canlı. İlkleri yaşadığım yer. Aradan geçen 30 yıl sonrasında hala geçmişi hatırlayabiliyor olduğumu fark etmem heyecan verici bir şeydi, hafızanızın yerine gelmesi gibi bir durum yani. Artık oradan öyküler yazmaya başladığımı fark ettim, kendimi orada buldum. Yazan bir olarak da konuştuğumun altını çizmek isterim. Yazarlık başka bir şey çünkü.

Kitapta Fahrettin Engin Erdoğan’ın müthiş resimlemeleri var. Öykülere inanılmaz renk katmış. Bu birlikte çalışma fikri nasıl doğdu?

Fahrettin’le üniversite yıllarından gelen bir dostluğumuz var. Hayranlık duyduğum iyi bir sanatçıdır. Ürettiklerimizi paylaşır, üzerine konuşur, birbirimize katkı koyarız. Üzerinde düşündüğümüz bazı ortak projeleri çeşitli nedenlerden dolayı somutlayamamıştık. Dergide yayınlanmadan önce yazdığım öyküleri paylaşıyordum kendisiyle, çizim yapacağını söylediğinde çok mutlu olmuştum. Açıkçası bunu kendisine önermeye cesaretim yoktu çünkü yaptığı çizimler zaman ve emek isteyen işler. Bir sanatçı için en kıymetli olan şey zamandır sanırım. Çizmeye başladığında henüz kitap fikri yoktu. Dergideki öyküler için her ay çizdi, Öykülerin karakterleri sayesinde canlandı, buradan bir kez daha teşekkürlerimi ileteyim.

‘"NASIL YAZACAĞIMDAN ÇOK NE YAZACAĞIMLA İLGİLİ BİR ÇABAYA GİRDİM"

Hikayeler genelde bir diyalogla başlıyor. Karakterleri önce tanıyoruz, sonra olayın içine giriyoruz. Öyküleri okurken, “Bir müzisyen zaman içinde bir yazara evrildiğinde bile öyküyü yaratırken önce işitsel tetikleniyor” dedim. Bu anılar, bu öyküler gerçekten duyduklarınla mı tetiklendi? Ya da geçmişten, gençliğinden hikayeler var mesela; onları aklına getiren, kaleme dökmene neden olan şeyler nelerdi?

Diyalogla başlıyor dediğin gibi. İlk iki öyküyü öyle yazmamın nedeni muhtemelen -bilinçli bir tercih olmaktan uzak elbette- olay içindeki ses-diyalog ve eylemi okuyucuya bir an evvel aktarıp, onları karakterlerin yanı başına oturtarak öyküsel gerçekliği kendi aralarında kurmalarını  istemem. Yanı sıra öyküyü yazmam gereken vuruş sayısı da etken oldu sanırım. Teknik anlamda doğrudan olaya girmenin yazıya alan açtığını ve öyküye ritm katabileceğini de düşündüm. Editörlüğümü yapan arkadaşım Ozan Ekşioğlu, “Bu senin öykülerine yakışıyor. Eğer ihtiyaç varsa hikayeye diyalogla girmek iyi olabilir” dedi. Böylece sonraki öyküler de diyalogla başlayıp devam etti.

Niye çocukluğuma, gençliğime, hayat serüvenime ait öyküler çıktı? Aslında yazmaya başladığımda nasıl yazacağımdan çok ne yazacağımla ilgili bir çabaya girmem gerekti. Kasabaya gidince o konuşulanlar, birbirimize aktardığımız, hatırlattığımız, andığımız olaylar zaten benim arayıp da bulamayacağım bir sürü hikayeden oluşuyordu. Bunları tekrar hatırlamaktan çok mutlu oldum. Sanıyorum insan geçmişine doğru yolculuk yaptığında oraya ait başka bir bilinç akışı yaşıyor. Yani kendi yalanını geçmişe doğru yazıyor. Çok masum. Bunu nasıl yaşadım? Hepimizin hayatında vardır ya; ilkokul arkadaşınla yıllar sonra karşılaşırsın ve senin mavi kalemini düşürüp kırdığını bile hatırlar. “Kardeşim ne hafızası var, ben hatırlamıyorum” dersin kendinden kaygı duyarak. Herkesin sizinle ilgili her şeyi detayıyla hatırlıyor olmasından rahatsızlık bile duyarsınız.  O aslında hafıza değil, geçmişe ait kendi yalanını uydurma hakkını kullanmadır. Bunu fark etme halim geriye dönük yolculuklarıma ve kendi yalanlarımı üretmeme neden oldu, çok cazip, masum ve muzip geldi. O yüzden büyük bir minnet duyarak anmak istediğim Edip Cansever’in, “Yalan her kasabanın akşam saatidir” dizesi kitabın başında yer aldı.

Her yazar ilk kitabında biraz kendinden bahseder. Kitapta yazar kendinden bahsederken hayatına paydaş insanları da anlatıyor. Peki kitapla ilgili kasabalının geri dönüşü nasıl oldu?

Adeta kendi ifşamı yaptım öykülerde. Olaylar reel gerçeklikte yaşanıp ömrünü tamamlamıştı zaten, yeniden kurarken tekrar canlandı. Kasabalı karakterler, yaşayan gerçek insanların toplamlarından kurgulandı aslında. Tek kişi değiller ve oldukça deforme edildiler.

Ama okuyan kendisini tanıyacak galiba…

Yazdıklarımla nasıl buluşacaklarını anlayabilmem için biraz zamana ihtiyaç var sanırım. Karakterleri biraz gölgelemek durumunda kaldığımı söyleyebilirim. Yazdığım öykülerdeki olaylar yaşanmış gerçekliğe dair olmasaydı kuramazdım. Her bir karakter çoklu kimlik ve kişilik taşıyor, birçok insanın toplamı. Gazeteci Nadir, bir kişi değil örneğin. Benim de İstanbul muhabiri olduğum, kasabada çıkan gazetenin mevcut yazar ve muhabirlerinin toplamı.  Dilerim karakteri sadece kendisiyle ilişkilendirip karşıma çıkan olmaz, kasaba alınganlığıyla cebelleşmek zordur.

"HAZİNE VE MALİYE BAKANLIĞI ELİ TERLİKLİ ANNELERDEN OLUŞAN BİR KURULA DEVREDİLSİN"

Evet bazı karakterler, benzer koşullardaki herkesi de temsil ediyor. Mesela ‘İhtiyat-ı Akçe’ öyküsü, bu ülkede ev ekonomisi yönetmeye çalışan kadınların neredeyse tamamına işaret ediyor. Ev içi görünmeyen emek, evdeki finans yönetiminde kadınların başarısı, kör göze parmak sokulmadan bu kadar net ve güzel anlatılabilirdi…

O öyküyü okuyan arkadaşlardan bana çok geri dönüş oldu “Annemi anlatmışsın” diye. Ben annemi de, başka anneleri de anlatmaya çalıştım. Gülseren Hala onlar işte.  Ekonomi mezunu olmamın ‘İhtiyat-ı Akçe’ öyküsünü yazmamda katkısı oldu sanırım. O dil, terminoloji, sosyal ve mali politikaların, ekonomik kararların günlük hayatımıza yansıması, bizim hayatlarımızla ilişkisi biraz kafa yorabildiğim noktalardır. Ev kadını, ev ekonomisi ve bütçesinden bi’ haber aile reisini borçlandırarak sınırlı kaynaklarla evi ayakta tutuyor ve hayat onların suyu yüzü hürmetine akıyor. Bu model Türkiye’ye uygulanabilir biliyor musun, hazine ve maliye bakanlığı eli terlikli annelerden oluşan bir kurula devredilsin.

"YENİ BİR ŞEY YAPIYORKEN KENDİ ALIŞKANLIKLARINIZ KOLAYLAŞTIRICI VE İKNA EDİCİ ÖZELLİKLER TAŞIYOR"

Bugünkünden çok daha verimli bir ekonomik model olabilir, haklısın. Öyküler okuru içine bir filmi izler gibi çekiyor. Bazen jimmy-jib gözüyle yukarıdan çay ocağına indiğim an oldu, halıya ‘zoom’ladığım an oldu. Sence sinema eğitiminin buna katkısı olmuş mudur?

Senaryo ve dramaturji derslerini yüksek lisans ve doktora derslerinde almıştım. Hali hazırda çalıştığım senaryolar var. Senaryolar dışında bunların tretman ve sinopsislerini de yazıyorum. Yazmaya başlayınca görsel okuma alışkanlığımın katkısı oldu. Yeni bir şey yapıyorken kendi alışkanlıklarınız kolaylaştırıcı ve ikna edici özellikler taşıyor. Geçmişte arkadaşlarımla birlikte Hatırla Sevgili dizisine çalışırken dizisinin müzikleri dışında müzik editörlüğünü de yapmıştım, hangi müzik nerede girecek, nerede çıkacak, niye o müzik kullanılacak sorularına yanıt ararken sahne sahne, plan plan, sekans sekans izleme yapıyor, senaryo okuyordum. Görsel algı ve canlandırma zamanla bir birikim ve bakış açısı kazandırdı sanırım. Yazarken de her paragraf adeta bir sekansa, görsel bir çerçeveye dönüşmeye başladı benim için. Senaryonun diyalog ve eylem üzerinden kurulan bir yapısı varken, kendi öykülerimde de bundan faydalanmaya çalıştım. Okuyucunun öykünün konusuna, olay akışına dahil olmasını hedefledim. Onları kelimelerle yormak istemedim. Karakteri, olayı, durumu daha iyi canlandırabileceği bir metin kurmaya çalıştım. Akdeniz öykülemesi sinemada üzerine çalıştığım da bir alan. Haliyle birçok film, roman, öykü yazma sürecimi çok destekledi.  Kendi dedikodusunun gerçeğe dönüşmesine şaşıran insanların olduğu, ‘delinin’ dışlanmadığı, hayatın ciddi bir karakteri ve aklı olduğu, insanların derinlikli psikolojik özellikleriyle  değil de tavırları ve sahip oldukları kimlikleri üzerinden birbirleriyle temasların kurulduğu, lakapların bu yüzden çok fazla takıldığı ve insanların bunda bir alınganlık hissetmediği, mekanların, mutfakların, avluların, sokakların cazibesine kapılabileceğimiz bir coğrafya; Ve dahi pek çok şey... Haliyle o senaryo yazma süreci sinemaya bakış açısı öyküleri yazarken beni oldukça fazla etkiledi.

"MÜZİK ZAMANA MÜHÜR BASMAK GİBİ"

Bazı öyküleri okurken insan sesli gülüşünü durduramıyor. Birçok yerde sesli güldüm. Bir yanda bir ekonomi terimi var, diğer yanda yerel bir yemeğin adı aynı cümlede geçiyor. Aslında kasvetli, sarı-sıcak, buhranlı, insanların hareketlerinin yavaşladığı bir kasaba da anlatılabilirdi. Ama bir neşe var. Hep çok güzel şeyleri anlatmıyor ki öyküler, bazen geçinememeyi anlatıyor, bazen geçmişten gelen ve üstü kapanan, “Sus” denileni anlatıyor. Bu biraz hayata yaklaşımla ilgili galiba. Bu öykülerin yazarı, ‘hayatı, başına ne gelirse gelsin iyi anan ve iyi hatırlamaya çalışan biri’ olduğu için mi, yoksa ‘okur hissetsin’ diye mi?

20 yılı aşkın süredir müzikle uğraşıyorum. Müzikte üretmeye çabalarken de dinleyen odaklı olmadım. Onlar böyle hissetsin diye şarkı yazmadım.  Kendimi ifade edebilmek için müzik yaptığımı düşünüyorum bunca geçen zamanın ardından, biriktirebildiğim oranda ve nitelikte üretip, müzikal bir öykü kurmaya çalıştım. Müziklerimin kendi öykülerinde karşılık bulan dinleyenlerle buluşabilmesini diledim. Çünkü zamana mühür basmak gibi müzik. İstanbul’un ocak ayında, yağmurlu bir havada üzüntülü biraz da üşürken duyduğunuz bir müzik yıllar sonra tekrar karşınıza çıkarsa, müzikten çok müziğin sizde o anda hissettirdiği, mühürlediği şeyleri anabilirsiniz. Yağmur, üzüntü, üşüme hissi gibi… Haliyle ben insanın hayatına dahil olabilecek olan şeyleri bu merkezden kuruyorum. Yani müziğin, edebiyatın, şiirin sizin anınıza dahil olmasıyla ilgili. Elbette tüm bunlarla birlikte hayatı algılama ve yaşama tavrım etrafında şekilleniyor her şey. İkili bir yönü var belki de, ilki kendi açımdan hayatın kaba, acımasız, talihsiz taraflarına bakıp elle tutulur, yaşanılır, umut edilir, gülümsenir şeyler hissetmek, düşünmek... Bunları üretmeye çalıştığım ezgide, cümlede var etmek. Diğer yön ise okurun ya da dinleyenin bunlara ikna olmasını önermeye çalışmak...

Kimi insan bakar geçer yoldaki bir garipliğe, kimi o taşın kaldırımda bir tek oraya yanlış konmasına güler. ‘Bunu buraya böyle ters koyanın psikolojisi neydi’ üzerinden bir hikaye kurar. Senin öyküye dokunuşunda da böyle mizahi bir incelik, iyi anmaya dair bir itina hissediliyor.

Hayatı her koşulda iyi anan ve iyi hatırlamaya çalışanlardan olma gayretim pek çoğumuzda olduğu gibi devam ediyor. Bu, hayatta dahil olduğumuz her şeyi de kendi çerçevesine alıyor. Yaşadıklarımızı düşününce belki de bir şeylere katlanabilir olunmasının gayreti de buna dahil. Haklısınız, elbette o dokunuş üretirken bence de hikayeyi daha eğlenceli yapıyor, geçmişte kalan ama bugün hatırlanan şeyleri nedense muzip ve eğlenceli hale getiriyor. Farklı bakabiliyor olmanız sizin şansınız aynı zamanda da özgünlüğünüz oluyor. Yanı sıra kendimizle ilgili olmalı bu, düşünülerek, tasarlanarak yapılabilir bir şey değil sanki. Benim açımdan bu müziklerim için de geçerli. Ben niye müzik yapıyorum bilmiyorum. Bilmediğimi bilmeye çalışarak muhtemelen kendimi başka biçimde ifade etme olanakları arayışına giriyorum. O dokunuşun arayışı diyebiliriz. Dilerim soruyu yanlış anlamamışımdır, sorudan uzaklaşan yanıtlar vermek konusunda sicilliyim çünkü...  

Erdal Güney’den şok sözler: Neden müzik yapıyorum bilmiyorum!

(Gülüyor) Bağlamından kopuk cümleler kuruyorum ve kendime gülüyorum bazen. Bir röportajda “Edebiyat benim kendi serüvenim” demişim. Bu nasıl bir iddia? Ne yaşadın da serüven sahibisin? Orada bir şey anlatmaya çalışıyorum. Ey edebiyatçılar, ben yazar değilim, yazanım. O yüzden kendi serüvenimi yazıyorum demek istiyorum.

Beste yapmakla, söz yazmakla yazı yazma arasındaki disiplin farkı… Bu yazıların bir teslim süresi vardı. Yetişmesi gerekiyordu. Köşenin de bir konusu vardı. Bir müzisyen olmakla bir öykü yazarı olmanın çalışma disiplinin farklı mı?

Öznel bir yerden yanıtlayabileceğimi düşünüyorum sorunu. Bu farkı anlayabilmiş değilim henüz. Bir süre müziği de yazıyı da benzer alışkanlıklarımla ürettim. Bir yere yetiştirmek zorunda kalmadan kendim için çalışmak bir konfor alanı oluşturuyor. Sanırım bu konfor alanının dağılmasına neden olan mevzu zamanın kime ait olduğuyla ilgili. Bu noktada verili süre içinde üretmek zorunluluğu stresli benim için. Dergiye her ay yazı yetiştirmek dertli bir durum yani. Yazıda kurgusal bir akıl iş yapıyor, kendi zamanına ihtiyaç duyuyor. Her ay gelen mail bir gong sesi gibi zamanın bittiğini söylüyor,’’ size ayrılan süre doldu, yazınızı artık iletin lütfen’’ diye. Bunu geçmişte TV dizilerine müzik yaparken de hissetmiştim ki o düzenli yazma mevzusuyla karşılaştırılamayacak kadar insafsız bir durumdu. Her hafta yayına yetiştirilmesi gereken bir çalışmaydı. Yaptıklarımızı dinleyemiyor hatta duyamıyorduk da. Zaman bize ait değildi. Fakat hayat biraz da böyle, elden ne gelir! Zamanla müziğe ait bir disiplin geliştirdim haliyle ve bu alışkanlığa dönüştü üretirken. Yazı benim için henüz yeni. Zamanla buna ait de bir disiplin geliştireceğimi düşünüyorum, aksi halde yazmak zorlayıcı olacak...

"ÜRETMEK SORUNLU BİR ŞEY, VAZGEÇEMİYORSUN"

Bir konserde insanların şarkılarını söylediğini duymak çok güzel. Bunu çok yaşadın. Ama bunu hiç yaşamamış olup yazı işine gönül verenler, ilk kitapları okurla buluştuğunda hep derler ki, böyle bir duygu yokmuş hayatta. Bu ülkede hem yazıp hem müzik yapabilen nadir insanlardansın. Bu hissi de sevdin mi? Biz çok sevdik, bunun devamı olsun, yeni bir kitap kapağında daha adını görelim çok isteriz.

Teşekkür ederim. Bu temennine canı gönülden katılıyorum. (Ve Erdal güler) Yazı yazmak çok disiplinli bir iş. Bu süreçte tanımaya, öğrenmeye çalıştığım o kadar çok şey oldu ki. Bu nedenle yazma sürecine beni davet eden, destekleyen herkese çok şey borçluyum. Arkadaşlarım var ne mutlu ki, ne yapıyorsam beni ikna edebilmeleri sayesinde oldu. Müzikle ilişkim de böyleydi, yazıyla ilişkimde böyle oldu. Üretmek sorunlu bir şey. Vazgeçemiyorsun. Kendimi disiplinli olma konusunda zorluyorum. Sinemacı olmak için değil, hareketli görüntüye daha doğru müzik yapmanın yollarını bulmak için sinema okumaya karar vermiştim. Bu süreç beni senaryoyla, dramaturjiyle buluşturdu, orada birikenler öykü yazmama yardımcı oldu... Tüm bunlar günlük hayatımı disipline edebileceğim, üretim alanlarıyla ilişkilerimi devam ettirebileceğim olanaklar sunuyor aslında ve bununla mutluyum. Üzerinde çalıştığım, olgunlaşması beklediğim birkaç dosyam var. Dilerim kendimi ikna edebildiğim bir aşamaya getiririm ve paylaşırım.

Bavul dergiye, ısrarla bir yazar yarattığı için teşekkürlerimizi iletiyoruz. Erdal Güney’in yakın çevresine bu tazyiki devam ettirmeleri için biz de rica ediyoruz, baskı yapıyoruz.

 Kendi çabalarımın bir şekliyle devam etmesini destekleyen, ilgilenen, önem veren dostlarım var. Onlara çok teşekkür ederim. Müzik kontenjanından kitabı okuyanlara da teşekkür ederim. O ayrımı kendileri yapsınlar. Bir de edebiyat etkinlikleri çok acayipmiş; imza günleri, söyleşiler. Sahnede konuşana iyi gözle bakmazlar, “Şarkını söyle kardeşim, konsere geldik’’ diye. Benim gibi konuşmanın şehvetine düşkün biri için bu durum acı tabi... Artık konsere çağırmayanlar söyleşiye çağırır belki. (Yine gülüyor)

Ben de sana, bir yazar için tatmin edici olacağını düşündüğüm bir şey diliyorum: Umarım bir gün gencecik biri gelir imzaya elinde kitapla ve der ki “Erdal Bey siz müzik de yapıyormuşsunuz, ben sizi yazar olarak biliyordum.”

Bu çok güzel bir dilek, bunu da mutlaka yaz, yazılı bulunsun, kayda geçsin. (Bi’ daha gülüyor) Sevgili Ayşen sana ve Evrensel Gazetesi’ne teşekkür ederim.

ÖNCEKİ HABER

Cumhurbaşkanı Erdoğan, Birleşik Krallık Başbakanı Boris Johnson ile telefonda görüştü

SONRAKİ HABER

BORKAD: Krizin tüm yükünün üzerimize yıkılmasını kabul etmiyoruz

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa