Kabına sığmayan öfke
"İşçilerden kaçı yurt dışında ailesiyle birlikte tatile gidebilmiş? Bırakın yurt dışını kendi ülkesinde Akdeniz sahillerine inebilmiş işçi var mı?"
Fotoğraf: Eren Ergine/EVRENSEL
Çelebi DOĞAN
1800’lü yıllardan itibaren işçi sınıfının mücadelesi, kapitalist sömürüye karşı insanca yaşam mücadelesi olarak gelişti.
Sanayileşme ile birlikte üretimde makineler kullanılmaya başlanmıştı. Makinelerin fabrikada kullanılmaya başlanması sonucu işsiz kaldıklarını gören işçiler, işsizliğin sorumlusu olarak makineleri görmüş ve onları parçalamaya başlamış fakat zamanla makineleri kırmanın çözüm getirmediğini fark etmişlerdi. Çünkü makineleri kırmak ne işsizliği önlemiş ne de sefaleti azaltmıştı. İşçiler gerçek hırsızın makineler değil makinelerin sahipleri kapitalistler olduğunu zamanla daha net kavramışlardı.
Ağır çalışma koşullarının sebebiyet verdiği güçlükleri ve ekonomik sorunları birlikte yaşayan işçiler artık birleşmeye, dayanışma içinde olmaya ve patronlara karşı bir sınıf olarak örgütlenmeye başlamışlardı. Patronların işçiler üzerindeki hakimiyetinin sebebi ise işçilerin birbirleriyle rekabet etmesi sonucunda birleşememeleriydi. Dayanışmanın işçiler açısından öneminin kavranması ile sendikaların temeli atılmış oldu. İşçilerin iş yerinde patronlara karşı oluşturdukları “grev komiteleri” bugünkü anlamda sendikaların çekirdeğini oluşturuyordu. Grev komitesi kurmak işçinin bütün karar alma süreçlerine etkin olarak katılmasının önünü açıyordu. 1800’lü yıllardan 2020’lere kadar değişmeyen acı gerçek ise sınıf sömürüsünün hâlâ devam ediyor olmasıydı.
İŞÇİLER ZAM ALMAK İÇİN MÜCADELE EDİYOR
Bakırköy Belediyesi işçileri 25 Ekim 2021 günü bu acı gerçeği kendi iş yerlerinde değiştirmek için “Güvenceli iş, insanca yaşam” talebiyle greve çıktılar. Çalıştıkları yer, amacı yüksek kârlar elde etmek isteyen özel bir şirket değildi. Seçimle iş başına gelmiş bir belediye başkanının 5 yıllığına yönettiği ve halkına hizmet etme görevi olan bir devlet kurumuydu. Belediye başkanı kendisini patron, belediyeyi özel şirketi, çalışanları da tebaası olarak görüyordu.
Gelin görün ki bu kurumun zararı işçilere yazılıyor kârını da “seçilmişler” yiyordu. Kendileri milyon dolarlık evlerde oturuyor, yaz-kış tatillere gidiyor, tatillerini yurt dışında istedikleri ülkelerde yapabiliyor, son model arabalara biniyor buna karşın işçiler zam alabilmek için karda-kışta aylarca mücadele etmek zorunda kalıyorlar.
Belediye işçileri iyi maaş alıyormuş diyen gözleri var görmez, kulakları var duymaz, karınları var doymaz ve emekçinin sırtından semirmişlere sormak lazım: İşçilerden kaçı yurt dışında ailesiyle birlikte tatile gidebilmiş? Bırakın yurt dışını kendi ülkesinde Akdeniz sahillerine inebilmiş işçi var mı? İşçiler 5 yıldızlı otellerde ailesiyle hiç tatil yapabilmişler mi? Kaldı ki bu yazının yazıldığı gün bir sözleşmeli işçinin ortalama ücreti dolar bazında 143 dolar (TL bazında aylık 1973 TL) kadrolu bir işçinin ücreti ise 200 dolar (TL bazında aylık 2 bin 760 TL) eridi bile!
Hâl böyle olunca işçi için uzun soluklu olacağı baştan belli olan bir mücadele başlamış oldu.
‘BENİ ÇIKARMAYACAKSANIZ BUZDOLABI ALACAĞIM!’
İşçiler 3 yıldır zam alamıyor ve bu süre zarfında her mayıs ayında işten çıkarılma korkusu yaşıyordu. Bir işçinin grevin başında anlattıkları, işçilerin korkacağı değil gurur yaşayacağı mayıs ayı geldiğinde yaşadıklarını çok iyi anlatıyordu. Şöyle diyordu işçi: “Geçen mayıs ayına yaklaşırken buzdolabı bozuldu, yeni bir taksite girsem acaba mayısta işten atılır mıyım korkusuyla müdüre gidip bu ay beni işten atmayacaksanız taksitle yeni bir buzdolabı alacağım dedim.” Her mayıs bize kabus gibi geliyor ve her yıl daha da kötüye gidiyoruz, buna dur dememiz gerekiyor” diyordu işçi, güçlü bir ses tonuyla!
İlk günlerde işçiler içinde bu grevin bir haftada biteceği öngörüsü vardı. Grevin birinci günü işçiler tedirginlik yaşıyordu çünkü müdürler işçileri aramış ve işçilere greve çıkmayın diyerek adeta aba altından sopa göstermişlerdi. Buna rağmen işçiler tehditlere boyun eğmemiş katılım yüzde 90 olmuştu.
İkinci gün tedirginlik yerini coşkuya ve mücadeleye bırakmıştı. Halaylar, zılgıtlar, horonlar oynanıyor, işçiler “Bu daha başlangıç mücadeleye devam” sloganını haykırıyorlardı. Bir hafta geçmişti ama beklendiği gibi iş çözülmemişti. Başkan da işçiler fazla dayanamaz, maaş günü gelip çattığında işçi borcunu ödeyemediğinde kırılmalar başlar diye düşünüyordu ki o da olmadı. Başkanın kapıdan girmeden önce, sahte bir gülümsemeyle gelip, grevinizi destekliyorum demesi işçileri daha çok kamçılıyordu. Başkan “Yılgınlık yok direniş var” sloganlarıyla belediyeye giriyordu.
İşçiler bu alanlarda bir araya gelmenin ve omuz omuza mücadele etmenin sıcaklığı ile yoldaşça dayanışıyorlardı. Yan yana durdukça daha güçlü olduklarını hissediyorlardı. Sendikalı olmak ve sendikanın işçilerin arkasında durduğunu görmeleri moralleri diri tutuyordu. İşçilerin en muzdarip olduğu şeylerden biri grevin ilk günlerinde oluşturulan komitelerin işlevsiz kalmasıydı. İşçilerin asıl istediği alınan kararların aşağıdan yukarıya örgütlenmesi, bütün işçilerin komiteler aracılığı ile sürece katılarak etkin kararların alınmasıydı. Bunun yanında Bakırköy halkına, esnafına yeterince seslenme, bilgilendirme yapılmadığı işçiler tarafından dile getiriliyordu. Belediye başkanı, siyasi partilerin ilçe başkanlarını sendikadan önce çağırmıştı, kendisinin haklı olduğuna dair ilçe başkanlarına ve halka propaganda yapıyordu. Sendika bu anlamda yeterince hızlı davranmadığı konusunda eleştiriliyordu. Diğer bir sorun da greve çıkan işçilerin sözleşmeli, kadrolu ve şirket işçileri olarak bölünmüş olmasıydı. 1690 çalışanının sadece 360’ı grev kapsamındaydı. Bunların greve çıkması belediye çalışmalarını durdurmamıştı. Sendikal yetki davaları ile cebelleşen temizlik işçilerinin greve desteği sağlanamamıştı. Onlara yönelik çalışmalar yetersiz kalıyordu.
‘HANGİ DEMOKRASİDE YAŞAMAK İSTİYORUZ?’
Kitle örgütleri ve emekten yana olan siyasi partiler işçilere destek olmak için farklı günlerde ziyaretlerde bulunuyorlar, coşkularına coşku katıyorlardı. Tabii ki bir sabah uyandığımızda birçok üst geçitte ve grev alanının karşısında “Bakırköy halkı yanınızda” pankartları karşılamıştı işçileri ve halk ilerleyen günlerde desteğini arttırarak sürdürmüştü. Çünkü Bakırköy halkı da belediye yönetiminden memnun değildi. Bu nasıl demokrasi? İşçi memnun değil, halk memnun değil, yukarıdan aday gösterilerek gelmiş birisi belediyeyi yönetemiyordu. Gerçek bir halk demokrasisinde halk meclisleri olmalı, çalışmasını beğenmediği yöneticiyi geri çağırabilmeli. Soru şu olmalı: Hangi demokraside yaşamak istiyoruz?
İşçiler çeşitli mücadelelerle kazandıkları grev hakkını kullanıyorlardı. Sendika farklı zamanlarda olmak üzere birçok ilden ve en sonunda 81 ilden greve destek ziyaretleri gerçekleştirdi. İşçiler açısından Samsun’dan, Trabzon’dan, Manisa’dan, Denizli’den işçilerin gelmesi çok değerliydi. İlerleyen günlerde sendika yöneticileri CHP’nin üst düzey yöneticileri ile görüşerek çözüm bulmaya çalıştı ama olmadı. Çözüm bulununcaya kadar çıkmamak üzere CHP ilçe binasına kalabalık bir işçi grubuyla görüşmeye gidildi. İşçiler bizzat grevin 13. günü Kılıçdaroğlu’na ulaştı, durumlarını anlattı, ama cevap hep aynıydı: “Biliyoruz halledeceğiz.” Olmadı, köprüye “İşçi emekçi düşmanı Kerimoğlu” pankartı asıldı. En son grevin 75. günü yine bir açılışta Kılıçdaroğlu sendika yöneticileri ile yaptığı görüşmede bir kez daha çözeceğiz sözü vererek işçileri gönderdi. Verilen bütün sözler bürokrasinin derin dehlizlerinde kaydoluyordu. Bu yazı yazılırken 82. gündü ve halen bir çözüm yoktu.
Grev alanı aynı zamanda işçiler için bir okuldu. Kim dost, kim düşman, kim yanlarında daha net görüyorlardı. İşçilerin eylemlerini az sayıda emekten yana gazete ve ajans haber yapıyordu. Herkes kendi yandaş basınını oluşturmuştu. Son zamanlarda en azından bazı yandaş gazete ve TV’ler rakip taraftan olmasından kaynaklı grevi göstermeye başladılar. Dileriz kendi tarafında yaşanan haksızlıkları da aynı hassasiyetle gösterebilirler.
Evet 82 gün olmuştu, kamuda en uzun soluklu grev Bakırköy’de yaşanıyordu. Diğer belediye işçilerinin gözü bu grevdeydi. Bakırköy işçisinin kararlı duruşu örnek teşkil ediyordu. Öfkeleri kabına sığmıyordu. Yazının başında da söyledik, “Demir makineleri parçalayan işçiler, emeklerini çalanları o koltukta oturtur muydu(!)”