19 Ocak 2022 07:03

Çukurova

Çukurovalarda sömürü, zulüm ve Abdi Ağalar oldukça, İnce Memedler yeniden doğacaktır.

Fotoğraf: MA

Cemal Hüseyin Güvercin
Cemal Hüseyin Güvercin

Yaşar Kemal’e romanlarında “Neden hep Çukurova’yı yazıyorsunuz?” diye sorulduğunda: “Sadece ben yazmıyorum ki Tolstoy, Dostoyevski de Çukurova’yı yazıyor. Çukurova’sını yazmayan hiçbir yazar büyük romancı olamaz. Stendhal da kendi Çukurova’sını yazmıştır.”

Çukurova, sadece Yaşar Kemal’in romanlarında değil, babanın anılarında da yer alıyordu. Baba, önce bekarlık yıllarında oraya çalışmaya gitmiş, köyden fakir bir ailenin öksüz kızı ile evlendikten sonra da birkaç yıl eşiyle birlikte Çukurova’nın müdavimi olmuşlardı. Çukurova ağalarının uçsuz bucaksız pamuk tarlalarında, mevsimlik ırgat olarak pamuk toplamaya gidiyorlardı. Hava hararetten, nemden nefes aldırmaz ve Aşık Mahsuni’nin deyimiyle “sarı sıcak yaman” olurdu. Derme çatma çadırlarda yaşam mücadelesi verilir, akşam olsa da az biraz serinlik gelse diye beklenirdi. Ancak gün batımı ile taarruza geçen sivrisinek bulutları, ırgatların yaşamını cehenneme çevirirdi. Çadırların dışında yenen akşam yemeğinden sonra, bitkin düşmüş ırgatlar uykuya çekilirdi.

Yorgunluktan sivrisinek kovacak halleri olmaz, uykudayken refleks olarak vurdukları sivrisineklerin cilde yapışık kanlarını, sabah uyandıklarında temizlerlerdi. Tan atımıyla birlikte, çalı çırpı tutuşturularak hızla ocaklar yakılır, çaylar eşliğinde çökelekli dürümlerle kahvaltı yapılırdı. Herkes birbirine gece ısırılan yerlerini gösterir, en büyük şişliği olan deli gibi kaşıntı yapsa da ilgi çekmenin hafiften hazzını yaşardı. Sabaha kadar süren sivrisinek saldırıları, her daim sinirleri bozar ve gün yüzü görmemiş küfürlere neden olurdu. Irgatların tam kadro ile tarlaya gitmesi mümkün olmaz, gebeler, küçük kardeşine bakan çocuklar ve ekmek yapan, çamaşır yıkayan kadınlar çadırlarda kalırdı. Ancak tarlaya gidemeyen bir başka grup da sıtma nöbeti geçirenlerdi. Çukurova’ya pamuğa gelip de sıtma olmayan yok gibiydi. Ahmed Arif’in “Kundağımız, kefen bezimiz” dediği Çukurova, bazı kundakları kefen bezine de çeviriyordu. Her yıl bu çadırlarda birkaç bebek veya çocuk sıtmadan ölürdü. Sabah ölen sabi, birkaç saatlik ağlama ve yas içinde toprağa verilir, öğleden sonra ırgatların çoğu pamuğa giderdi. Tarlaya gelen ağalar ırgatların çalışma temposundan memnun kalmamış görünerek, her defasında “Geçen yılki ırgatlar zehir gibiydi, bu gelenlerde iş yok!” Kıdemli bir ırgat, yanındakine kısık sesle: “Ulan yalancı, geçen yıl da burada biz vardık!”

Irgatlar, öğlen yemeği için gölge bulamamışlar, tarlada güneşin alnında küçük gruplar halinde sofraya oturarak, yufka ekmekle sokum yapıp, sebze yemeğini yiyorlardı. Ancak bir çekirge sürüsü bölgeye dadanmış, yemeklerin içinde zıplıyordu. Yaşlı ırgat birkaç çekirgeyi yemekten çıkarıp attı ama, sonu gelecek gibi değildi, sonunda pes ederek çekirge uçuşmaları arasında, yufka ekmekle sokum yapıp yemeye devam etti.

Çadırlara sonradan gelenler, köyden en son haberleri getirirlerdi. Gelenlere “Hoş geldiniz, köyde ne var ne yok? Ölen, kalan, sayrı, sakat?” Ölüm haberleri aniden bir çığlığa dönüşür, yakınını kaybettiğini öğrenen köylüyü teselli etmek her zaman kolay olmaz, yaşlılar devreye girer: “Yavrum, mukadderat, elden ne gelir? Rızkı tükenmiş, vadesi yetmiş.”

Pamuk sezonu sonunda ırgatlar, zayıflamış, kurumuş ve kararmış olarak Adana’dan trenlere biner ve Kapıdere istasyonunda inip, köye dönerlerdi. Artık kışlık zat zahra alma ve dağdan odun getirme zamanıydı. Gelecek yıldaki pamuk sezonuna kadar, kış boyu dinleneceklerdi.

Baba, biraz cesareti, biraz da iyimserliği ile her yıl tekrarlanan bu kısır döngüden kurtulmak için, köyü terk edip şehir merkezine taşınmıştı. Bir süre inşaatlarda çalışmış, sonra devlet kapısında önce geçici olarak başlamış, çalışkanlığı ile birkaç yıl sonra da devlet memuru olmuştu. Haber köye ulaştığında, en çok da öksüz bir çocukluk geçiren anneye sevinmişlerdi. “Çok perişanlık çekti, artık bir bolluk, bir gün yüzü görür inşallah!”

Babanın çocuklarını çevresinde toplayıp, zaman zaman taklitler yaparak anlattığı Çukurova öykülerine, arada annenin karışıp “hayır, öyle değil böyle olmuştu” minvalinden düzeltmesi ebeveynler arasında kısa gerginlere yol açardı. Çocuklar gerçeği öğrenmekle ilgilenmez, öykü akışının kesilmesine bozulurlardı.

Babanın anlattığı Çukurova anılarıyla büyüyen çocuklar, Yaşar Kemal’in romanlarını, artık o günlerin geçmişte kaldığını düşünerek tarihsel bir yazın gibi okumuşlardı. Çukurova’daki acımasız ağalık düzeni, sömürü, yoksulluk, zulüm, adaletsizlikler ve devlet gücünün zalimden yana olması… Düzene başkaldıran eşkıya İnce Memed… Kitabı okurken “Ağalık da eşkıyalık da artık geride kaldı, iyi kötü, kör topal geçinip gittiğimiz bir dönemdeyiz” diye düşünmüşlerdi

Ancak, yıkım üst üste gelmişti. Milliyetçi Cephe hükümetinin memur kıyımı, sürgünler, taşınmalar, oğlunun cezaevine düşmesi, avukat masrafları, çocukların eğitim giderleriyle birlikte, artık geçinebilmek imkansız hale gelmişti. Darbe öncesinin kargaşa ortamında, ailenin can güvenliğini sağlamak için, yıllar sonra tekrar köye taşınılmıştı. Yaz tatili başlamış, babada sürgüne gittiği şehirden yıllık iznini alıp köye gelmişti: “Çocuklar, görüyorsunuz ki maaşım yetmiyor, gider çok, hâlâ eski borçları ödeyemedim. Emekliliğime daha iki sene var, günüm dolsaydı emekli ikramiyesiyle hepsini öderdim. Yıllık iznimde mecburen, para getirecek bir işler yapmalıyım. Köyden her gün birkaç kamyon ırgat çevre köylere çalışmaya gidiyor, görüştüm, ben de onlarla ırgat başı olarak gideceğim.” Yıllar sonra Çukurova’ya dönüş! Babanın ırgatlık anıları geri gelmişti, zaman neden tersine çalıştı böyle? “Baba, biz de geliriz seninle, biz de çalışırız.” “Çocuklar, güneşin alnında 10-12 saat çalışmak öyle kolay değil, siz hep okula gittiniz, tarla bağ işleri görmediniz. Zor işler, yapamazsınız.” “Baba kesinlikle yaparız, kesinlikle biz de geliyoruz.”

Alaca karanlıkta uyanılıp, kahvaltılar yapılmıştı, eski kıyafetler giyilmiş ve tarlaların en çömez ırgatları olarak hazırlanılmıştı. Anne ağlamaklı: “Çocuklara göz kulak ol!” Yıllar sonra anne-babanın kaderini yaşamanın merakı ve incinmişliği ile, arkası açık kamyonlara binilmiş, geniş ovaları olan köylere doğru gidiliyordu. Tıklım tıklım dolu kamyonlar son durağa geldiğinde, traktörleri ile bekleyen “ağa” diye hitap edilen toprak sahipleri, istedikleri sayıda ırgatı römorklarına bindirip götürüyorlardı. Ancak akraba ve tanıdık olanlar, ayrılıp, başkalarıyla gitmek istemeyince, sayılar ya eksik kalıyor veya çok geliyordu. Bu olaya sinirlenen “elci” denilen ırgatların sorumlusu, traktör gürültüleri arasında ırgatlara bağırıp çağırıp, bazen de onlara yalvararak istenilen sayıda ırgadı, traktörlere bindirip gönderiyordu. Otuz civarında ırgat ile tarlaya gelindiğinde, ırgat başı olan babanın komutu ile nohut yolma başlamıştı. Deneyimli ırgatlar: “Çıplak elle zor olur canım, eliniz yara olur, elinize çorap getirmediniz mi?” Akrabalardan ödünç alınan eski çoraplar ellere geçirilmiş ve nohut tuzunun elleri yakması bir nebze hafiflemişti. İlk gün yorucu geçmiş, akşam kamyonlarda günün değerlendirmesi “bizim ağa çok iyiydi, hepimize ayran ikram etti.”

Günler, haftalar derken üç ay kadar süre geçmiş, tatil bitmişti. Hak edilen yevmiyeler bir türlü ödenmiyor ve elcinin evi alacaklılarla dolup taşıyordu: “Gözünüzü seveyim, para var da vermiyor muyum? Elde avuçta yok, şu güne kadar ağalar bana para ödemedi, bekliyorum. Aynı gün sizlere dağıtırım.” Günler süren bu ertelemelerden sonra, alacaklıların direnci kırılmış ve elcinin kurnazca teklifini kabul etmişlerdi. Neydi o teklif? Sözüm ona, toprak sahipleri ırgatların parasını ödeyememiş, onun yerine buğday vermişlerdi. İyi kalpli elçi de daha fazla mağduriyeti önlemek için, para yerine buğday verecekti. Ancak küçük bir ayrıntı ile, buğday fiyatları her nasılsa piyasa fiyatlarının üstündeydi. Oysa gerçek şuydu; elci, toprak sahiplerinden ırgatların parasını almış ve bu para ile piyasadan, ucuza, toptan buğday alıp, üzerine fazlaca kârını koyup ırgatlara yevmiyeleri yerine buğday satmıştı. Zaten her yevmiyeden “elci payı” da aldığı için, buğday satışı ile birlikte ırgatlara “çifte zoka” yutturmuş oluyordu. Yaşar Kemal’den yıllar sonra, çocuklar, kendi adaletsiz Çukurovaları’nı yaşıyorlardı. Baba, memuriyete başlamadan yaşadığı Çukurovasını, emekliliğine ramak kala tekrar yaşıyordu.

Çukurovalarda sömürü, zulüm ve Abdi Ağalar oldukça, İnce Memedler yeniden doğacaktır.

Reklam
YAZARIN DİĞER YAZILARI