Çukurova
Çukurovalarda sömürü, zulüm ve Abdi Ağalar oldukça, İnce Memedler yeniden doğacaktır.
Fotoğraf: MA
Yaşar Kemal’e romanlarında “Neden hep Çukurova’yı yazıyorsunuz?” diye sorulduğunda: “Sadece ben yazmıyorum ki Tolstoy, Dostoyevski de Çukurova’yı yazıyor. Çukurova’sını yazmayan hiçbir yazar büyük romancı olamaz. Stendhal da kendi Çukurova’sını yazmıştır.”
Çukurova, sadece Yaşar Kemal’in romanlarında değil, babanın anılarında da yer alıyordu. Baba, önce bekarlık yıllarında oraya çalışmaya gitmiş, köyden fakir bir ailenin öksüz kızı ile evlendikten sonra da birkaç yıl eşiyle birlikte Çukurova’nın müdavimi olmuşlardı. Çukurova ağalarının uçsuz bucaksız pamuk tarlalarında, mevsimlik ırgat olarak pamuk toplamaya gidiyorlardı. Hava hararetten, nemden nefes aldırmaz ve Aşık Mahsuni’nin deyimiyle “sarı sıcak yaman” olurdu. Derme çatma çadırlarda yaşam mücadelesi verilir, akşam olsa da az biraz serinlik gelse diye beklenirdi. Ancak gün batımı ile taarruza geçen sivrisinek bulutları, ırgatların yaşamını cehenneme çevirirdi. Çadırların dışında yenen akşam yemeğinden sonra, bitkin düşmüş ırgatlar uykuya çekilirdi.
Yorgunluktan sivrisinek kovacak halleri olmaz, uykudayken refleks olarak vurdukları sivrisineklerin cilde yapışık kanlarını, sabah uyandıklarında temizlerlerdi. Tan atımıyla birlikte, çalı çırpı tutuşturularak hızla ocaklar yakılır, çaylar eşliğinde çökelekli dürümlerle kahvaltı yapılırdı. Herkes birbirine gece ısırılan yerlerini gösterir, en büyük şişliği olan deli gibi kaşıntı yapsa da ilgi çekmenin hafiften hazzını yaşardı. Sabaha kadar süren sivrisinek saldırıları, her daim sinirleri bozar ve gün yüzü görmemiş küfürlere neden olurdu. Irgatların tam kadro ile tarlaya gitmesi mümkün olmaz, gebeler, küçük kardeşine bakan çocuklar ve ekmek yapan, çamaşır yıkayan kadınlar çadırlarda kalırdı. Ancak tarlaya gidemeyen bir başka grup da sıtma nöbeti geçirenlerdi. Çukurova’ya pamuğa gelip de sıtma olmayan yok gibiydi. Ahmed Arif’in “Kundağımız, kefen bezimiz” dediği Çukurova, bazı kundakları kefen bezine de çeviriyordu. Her yıl bu çadırlarda birkaç bebek veya çocuk sıtmadan ölürdü. Sabah ölen sabi, birkaç saatlik ağlama ve yas içinde toprağa verilir, öğleden sonra ırgatların çoğu pamuğa giderdi. Tarlaya gelen ağalar ırgatların çalışma temposundan memnun kalmamış görünerek, her defasında “Geçen yılki ırgatlar zehir gibiydi, bu gelenlerde iş yok!” Kıdemli bir ırgat, yanındakine kısık sesle: “Ulan yalancı, geçen yıl da burada biz vardık!”
Irgatlar, öğlen yemeği için gölge bulamamışlar, tarlada güneşin alnında küçük gruplar halinde sofraya oturarak, yufka ekmekle sokum yapıp, sebze yemeğini yiyorlardı. Ancak bir çekirge sürüsü bölgeye dadanmış, yemeklerin içinde zıplıyordu. Yaşlı ırgat birkaç çekirgeyi yemekten çıkarıp attı ama, sonu gelecek gibi değildi, sonunda pes ederek çekirge uçuşmaları arasında, yufka ekmekle sokum yapıp yemeye devam etti.
Çadırlara sonradan gelenler, köyden en son haberleri getirirlerdi. Gelenlere “Hoş geldiniz, köyde ne var ne yok? Ölen, kalan, sayrı, sakat?” Ölüm haberleri aniden bir çığlığa dönüşür, yakınını kaybettiğini öğrenen köylüyü teselli etmek her zaman kolay olmaz, yaşlılar devreye girer: “Yavrum, mukadderat, elden ne gelir? Rızkı tükenmiş, vadesi yetmiş.”
Pamuk sezonu sonunda ırgatlar, zayıflamış, kurumuş ve kararmış olarak Adana’dan trenlere biner ve Kapıdere istasyonunda inip, köye dönerlerdi. Artık kışlık zat zahra alma ve dağdan odun getirme zamanıydı. Gelecek yıldaki pamuk sezonuna kadar, kış boyu dinleneceklerdi.
Baba, biraz cesareti, biraz da iyimserliği ile her yıl tekrarlanan bu kısır döngüden kurtulmak için, köyü terk edip şehir merkezine taşınmıştı. Bir süre inşaatlarda çalışmış, sonra devlet kapısında önce geçici olarak başlamış, çalışkanlığı ile birkaç yıl sonra da devlet memuru olmuştu. Haber köye ulaştığında, en çok da öksüz bir çocukluk geçiren anneye sevinmişlerdi. “Çok perişanlık çekti, artık bir bolluk, bir gün yüzü görür inşallah!”
Babanın çocuklarını çevresinde toplayıp, zaman zaman taklitler yaparak anlattığı Çukurova öykülerine, arada annenin karışıp “hayır, öyle değil böyle olmuştu” minvalinden düzeltmesi ebeveynler arasında kısa gerginlere yol açardı. Çocuklar gerçeği öğrenmekle ilgilenmez, öykü akışının kesilmesine bozulurlardı.
Babanın anlattığı Çukurova anılarıyla büyüyen çocuklar, Yaşar Kemal’in romanlarını, artık o günlerin geçmişte kaldığını düşünerek tarihsel bir yazın gibi okumuşlardı. Çukurova’daki acımasız ağalık düzeni, sömürü, yoksulluk, zulüm, adaletsizlikler ve devlet gücünün zalimden yana olması… Düzene başkaldıran eşkıya İnce Memed… Kitabı okurken “Ağalık da eşkıyalık da artık geride kaldı, iyi kötü, kör topal geçinip gittiğimiz bir dönemdeyiz” diye düşünmüşlerdi
Ancak, yıkım üst üste gelmişti. Milliyetçi Cephe hükümetinin memur kıyımı, sürgünler, taşınmalar, oğlunun cezaevine düşmesi, avukat masrafları, çocukların eğitim giderleriyle birlikte, artık geçinebilmek imkansız hale gelmişti. Darbe öncesinin kargaşa ortamında, ailenin can güvenliğini sağlamak için, yıllar sonra tekrar köye taşınılmıştı. Yaz tatili başlamış, babada sürgüne gittiği şehirden yıllık iznini alıp köye gelmişti: “Çocuklar, görüyorsunuz ki maaşım yetmiyor, gider çok, hâlâ eski borçları ödeyemedim. Emekliliğime daha iki sene var, günüm dolsaydı emekli ikramiyesiyle hepsini öderdim. Yıllık iznimde mecburen, para getirecek bir işler yapmalıyım. Köyden her gün birkaç kamyon ırgat çevre köylere çalışmaya gidiyor, görüştüm, ben de onlarla ırgat başı olarak gideceğim.” Yıllar sonra Çukurova’ya dönüş! Babanın ırgatlık anıları geri gelmişti, zaman neden tersine çalıştı böyle? “Baba, biz de geliriz seninle, biz de çalışırız.” “Çocuklar, güneşin alnında 10-12 saat çalışmak öyle kolay değil, siz hep okula gittiniz, tarla bağ işleri görmediniz. Zor işler, yapamazsınız.” “Baba kesinlikle yaparız, kesinlikle biz de geliyoruz.”
Alaca karanlıkta uyanılıp, kahvaltılar yapılmıştı, eski kıyafetler giyilmiş ve tarlaların en çömez ırgatları olarak hazırlanılmıştı. Anne ağlamaklı: “Çocuklara göz kulak ol!” Yıllar sonra anne-babanın kaderini yaşamanın merakı ve incinmişliği ile, arkası açık kamyonlara binilmiş, geniş ovaları olan köylere doğru gidiliyordu. Tıklım tıklım dolu kamyonlar son durağa geldiğinde, traktörleri ile bekleyen “ağa” diye hitap edilen toprak sahipleri, istedikleri sayıda ırgatı römorklarına bindirip götürüyorlardı. Ancak akraba ve tanıdık olanlar, ayrılıp, başkalarıyla gitmek istemeyince, sayılar ya eksik kalıyor veya çok geliyordu. Bu olaya sinirlenen “elci” denilen ırgatların sorumlusu, traktör gürültüleri arasında ırgatlara bağırıp çağırıp, bazen de onlara yalvararak istenilen sayıda ırgadı, traktörlere bindirip gönderiyordu. Otuz civarında ırgat ile tarlaya gelindiğinde, ırgat başı olan babanın komutu ile nohut yolma başlamıştı. Deneyimli ırgatlar: “Çıplak elle zor olur canım, eliniz yara olur, elinize çorap getirmediniz mi?” Akrabalardan ödünç alınan eski çoraplar ellere geçirilmiş ve nohut tuzunun elleri yakması bir nebze hafiflemişti. İlk gün yorucu geçmiş, akşam kamyonlarda günün değerlendirmesi “bizim ağa çok iyiydi, hepimize ayran ikram etti.”
Günler, haftalar derken üç ay kadar süre geçmiş, tatil bitmişti. Hak edilen yevmiyeler bir türlü ödenmiyor ve elcinin evi alacaklılarla dolup taşıyordu: “Gözünüzü seveyim, para var da vermiyor muyum? Elde avuçta yok, şu güne kadar ağalar bana para ödemedi, bekliyorum. Aynı gün sizlere dağıtırım.” Günler süren bu ertelemelerden sonra, alacaklıların direnci kırılmış ve elcinin kurnazca teklifini kabul etmişlerdi. Neydi o teklif? Sözüm ona, toprak sahipleri ırgatların parasını ödeyememiş, onun yerine buğday vermişlerdi. İyi kalpli elçi de daha fazla mağduriyeti önlemek için, para yerine buğday verecekti. Ancak küçük bir ayrıntı ile, buğday fiyatları her nasılsa piyasa fiyatlarının üstündeydi. Oysa gerçek şuydu; elci, toprak sahiplerinden ırgatların parasını almış ve bu para ile piyasadan, ucuza, toptan buğday alıp, üzerine fazlaca kârını koyup ırgatlara yevmiyeleri yerine buğday satmıştı. Zaten her yevmiyeden “elci payı” da aldığı için, buğday satışı ile birlikte ırgatlara “çifte zoka” yutturmuş oluyordu. Yaşar Kemal’den yıllar sonra, çocuklar, kendi adaletsiz Çukurovaları’nı yaşıyorlardı. Baba, memuriyete başlamadan yaşadığı Çukurovasını, emekliliğine ramak kala tekrar yaşıyordu.
Çukurovalarda sömürü, zulüm ve Abdi Ağalar oldukça, İnce Memedler yeniden doğacaktır.
- Suç ve ceza ekseninde hastalar 12 Ekim 2022 09:07
- Hekimliğin “gelir” ile imtihanı 21 Eylül 2022 09:27
- Köprü 08 Eylül 2022 09:30
- Diktatörlüğe tarihsel ve “tıbbi” bakış 02 Eylül 2022 09:02
- Süpermenlik ile Don Kişotluk arasında bir tıp uzmanlığı 25 Ağustos 2022 11:03
- Cadı avı 17 Ağustos 2022 11:23
- Siyah mantar 10 Ağustos 2022 11:29
- Komünist Ali 05 Ağustos 2022 13:08
- Sağlıkta şiddet ve yanlışlar 27 Temmuz 2022 11:52
- Adli tabip 20 Temmuz 2022 13:13
- Asacaksın bu doktorları! 13 Temmuz 2022 04:16
- Bedo - Hamido sarkacında çocukluk 06 Temmuz 2022 10:43
- Bedenin külleri 29 Haziran 2022 11:07
- Sifilis: Siyasallaşmış bir hastalık 22 Haziran 2022 11:45
- Radyum kızları, silikozis erkekleri 15 Haziran 2022 09:15
- Ahlak, Vicdan ve Umut 01 Haziran 2022 12:25
- Üç darbe, üç yasa 25 Mayıs 2022 03:50
- Azaplık, memuriyet, 23 sentlik askerlik 17 Mayıs 2022 23:38
- Topal Koca 11 Mayıs 2022 07:50
- Ölüm cezası: Organize kötülük 04 Mayıs 2022 07:55
- Hitler’in Mirası 27 Nisan 2022 06:39
- Kır Çiçekleri 20 Nisan 2022 06:49
- Hekimlik kutsal mıdır? 13 Nisan 2022 04:44
- Vebanın düşündürdükleri… 06 Nisan 2022 05:54
- Diyarbakır-Frankfurt hattı 30 Mart 2022 05:27
- Hekimbaşı 23 Mart 2022 07:15
- Derdini Marko Paşa’ya anlatmak… 16 Mart 2022 07:45
- Hekim sorumluluğu ve Pastör 09 Mart 2022 07:33
- Gerçeğin çokluğu, hakikatin tekliği 02 Mart 2022 06:19
- Tıbbın dönüşümünden notlar 23 Şubat 2022 04:45
- Sürek avı 16 Şubat 2022 06:42
- Ölümsüzlüğe dair… 09 Şubat 2022 06:06
- Toplumsal eşitsizlik ve ölü bebekler 02 Şubat 2022 04:44
- Zakkumun kökü 26 Ocak 2022 04:12
- Diyardan gitmek 12 Ocak 2022 04:47
- Robot hakları 29 Aralık 2021 04:54
- Sinan 22 Aralık 2021 05:37
- Stetoskop ve G(ö)rev 15 Aralık 2021 05:06
- Her göç bir hikayedir! 08 Aralık 2021 03:58
- Futbol, faşizm, felsefe 01 Aralık 2021 08:39
- Neşter, yaşam ve ayak üstü karşılaşmalar… 24 Kasım 2021 04:30
- Cemile 17 Kasım 2021 03:43
- Gerçeğin şamarı 10 Kasım 2021 06:08
- Güvenin kırılgan tarihi 03 Kasım 2021 07:11
- Mutluluğun zor halleri 27 Ekim 2021 06:04
- Kuş gribi, kötü yönetim, Bulut… 20 Ekim 2021 05:52
- Sağlığım sermayemdir 13 Ekim 2021 02:30
- Tıbbın evrimi, Hipokrat ve hekimlik 06 Ekim 2021 05:49
- Yeşil Kart, küçük Amerika 28 Eylül 2021 23:30
- Havuz problemi 21 Eylül 2021 23:35
- 12 Eylül, iki çocuk, bir doktor… 14 Eylül 2021 23:19
- Aşı karşıtlığı ya da mayın tarlasında yürümek… 08 Eylül 2021 05:00